En son zamansız olduğumuzda kaç yaşındaydık acaba? Nerede olduğumuzun önemsiz olduğu o son vakitte çocukluğumuzun kaçıncı yılındaydık? İnsan zamansız olunca hayat daha doyulmaz, daha dayanılır, daha ilgi çekiciydi. İlkokula başlayana kadar hangi günde olduğumuzu bile önemsemezdik. Sokak uçsuz bucaksız gelirdi gözümüze. Dünya sanki minyatür bir küre kadardı. Bulunduğumuz yerlerden ve anlardan ibaretti. Tek gayemiz oyun aralarından bulduğumuz fırsatlarda karnımızın doymasıydı. Ne ilkelmişiz o zamanlar.     

         Geleceğin ne olduğunu geldikçe öğrenecek kadar vurdumduymazmışız. İnsanlar ya iyiydi, ya kötüydü. Pencerelerini toplarımızla kırdığımız komşular susadıkça sürahiden su da veriyordu hem. Onların merhametiyle daha güçlü koşardık topun peşinden. Hiç ayıramazdık alevi komşunun uzattığı bardağın içindeki suyu Sünni ailelerin çocuğu olmamıza rağmen. Onlar da bizimle camiye gelip cüz okurdu, hiç bilmezdik camileri Alevilerin sevmediğini. Neydi ki zaten Alevilik, Sünnilik? Kürt olmak veya Türk olmak ne demekti? Laz olunca ne oluyordu, Ermeni olunca ne? İki apartman yanımızda oturan arkadaşımız Ermeniydi, ama hiç farkımız yoktu. Hepimizin iki kolu vardı işte! Hepimiz aynı dili konuşuyorduk bedenlerimizle. Çocukça konuşuyorduk, oyunca konuşuyorduk. İmkansız diye bir şey yoktu hiç birimiz için. Bulutlar pamuk tarlalarıydı ve iyi insanlar olursak onlara dokunabilecektik! Dünyayı kurtarabilecektik, kahraman olabilecektik! Dönme dolaba sonsuza kadar binsek hiç sıkılmayacağımızı düşünürdük, dondurma yerken hiç doymayacağımızı., İştahımız boyumuzdan büyüktü. Yemeye, yaşamaya, sevmeye, öğrenmeye açtık.

Temizlik pislik kavramları bile ne somutmuş o zamanlar. Çamur içinde kalınca kirlendik sayardık birbirimizi. Kalbin, yüreğin, kelimelerin ve hislerin pisliğiyle hiç karşılaşmamıştık henüz. Ne kalıpsız, ne cesur, ne özgürmüşüz meğer. Canın yanması bile zamanı tanıdıkça soyutlaşmaya başlamış aslında, oysa dizin kanaması ne büyük bir acıydı! Bisikletten düştüğümüzde bundan daha büyük bir acının olmayacağını sanırdık.  Oysa insan olmamıştık, henüz insan olmanın çaresiz acısıyla, ağrısıyla tanışmamıştık.

Çevremizdeki herkes mutluydu sanki o zamansız zamanlarımızda. Yetişkinleri bile mutlu sanmaz mıydık?

Oysa mutluluk tükenecekmiş zamanı tanıdıkça. Mekanlara bağlı kalındıkça. Çünkü zaman ve mekan bizlere öğretecekmiş bilmemiz gereken şeyleri. Hayatımız eve dönmekten ibaretmiş meğerse. Kendimizi dört duvar arasına tıkıp yaşamak zorundaymışız. Hayat bizleri saat kullanmaya mecbur bırakırmış. Yetişmemiz gereken şey hayatımız değilmiş esasen işmiş, evmiş, kalıplar ve toplumsal normlarmış. Hayat mekanların boğumlarında büyük sorumlulukları sırtlanmaktan ibaretmiş.

Tabi bilmiyorduk. Zaman bizim için engel olunmak istenecek bir olgu değildi, çünkü henüz ona mecbur bırakılmamıştık. Özgürlüğümüzü bile mekanların ve zamanların boyunduruğuna teslim edecekmişiz büyüdükçe. Nereden bilebilirdik ki? Kovaladığımız şey oyun arkadaşlarımızdı, kaçtığımızda öyle. Zamandan kaçmak isteyeceğimizi nasıl düşünebilirdik? Ve ona hep yakalanacağımızı. Arka mahallelere kaçabiliyorduk ya, sanki istediğimiz her an kaçabilecekmişiz gibi geliyordu. Hayat arka mahallelere kaçmak için olanak sağlardı, tüm imkanları önüne sunardı ve zekice yapılmış bir planla kimseye yakalanmadan o çılgınlığı yaşayabilirdin. Sonra geri döndüğünde içindeki engin coşku seni bunu yapmaya iterdi yeniden. Hep kaçabileceğimizi sanarak büyürken, daha çok bir yerlerde kalmak zorundalığımız da büyümüş bizimle. Bağımsızlığımız, kavramların ve mekanların bağlayıcılığı ile silikleşirken bizler bir koyun sürüsünün üyesi oluverecekmişiz. Sorumluluğumuz ise her ne olursa olsun sürüden ayrılmamak olacakmış. Yaptırımı bir kurt tarafından kapılmakmış ayrılmanın ve bize koyun sürüsünün daha beter olduğunu düşündürmemek için kurdu kötüleyeceklermiş. Kurda yakalanmak korkunç gelsin diye, asıl korkunç olanın koyun sürüsünün içindeki hiçlik olduğunu fark etmememiz sağlanacakmış.

Kahramanlığın kurtarmak değil öldürmek olduğunu öğütleyeceklermiş yetişkinler biz onlara yetiştikçe mesela. Karıncaları ezmenin de aslında çok büyük bir günah olmadığını söyleyip, yere bakarak yürüme eylemimize son verdireceklermiş… Zaman öyle büyük bir önem arz ediyormuş ki, arkamızdan bizi kovalıyormuş gibi hızlı yürümeli, hızlı yemeli, hızlı sevmeliymişiz ve tüketmeliymişiz her şeyi hızlıca. Tüm bu hengamenin içinde bir kedinin başını sevmeye, karıncanın ayak altındaki yerini gözetmeye zaman mı kalırmış?

 

Öğrenmek zorundaymışız, bilmek ne arsız bir hismiş böyle? Bir kere bilmeye başladı mı, sürekli öğrenmek istiyormuş insan. Dünya’nın yüz ölçümü 510.100.00 km2’ymiş. Bilmesek yüz ölçümü denilen şeyin tanımını, rakamlardan ibaret olan bu koca dünya hala küçük ve içinde bulunduğumuz yer ile sınırlı gelmez miydi?

 

Günler öylece geçip giderken bir daha hiç zamansız olamayacağını bilen ve saat takan biz yetişkinler, yenemeyeceğimiz zamana bulunduğumuz mekanlarda boyun eğmiş oluyoruz. Böylelikle mutluluk bizden 510.100.100 km2 uzakta kalıyor. Çok uzakta.

 

– Buket Eser

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: