Kahvehanenin kapısının önünde belirdi uzun, ince bir adam. Tereddüt ile bakındı birini arar gibi, çekingen bir adım attı içeri. Dışarıdaki parlak güneşten gözleri kamaşmış olacaktı, beni fark etmeyerek bu defa bahçeye çevirdi bakışlarını. Yerimden kalkıp kapıya doğru yaklaştım. Evet, bu oydu. Aradan yıllar geçse bile gölgesinden tanıyabilirdim onu. Yanına varıp omzuna hafifçe dokundum, dönüp baktı. Bir anlık şaşkınlığın ardından yüzüne her zamanki koca gülümsemesi yayıldı. Gülümsemesiyle ağzının iki yanındaki gamzeler çukurlaştı, ela gözleri kısıldı, yanakları çocukluğunda olduğu gibi kızardı. Biraz mahcup, boynuma atılıp kollarıyla sıkı sıkı sarıldı bana. Ben de ona sarıldım. Omuzlarından tutup ona şöyle bir baktım, filinta gibiydi hâlâ. Sonra bahçeye, asmanın altındaki masaya oturduk birlikte. İkimiz için de birer sade kahve geldi. Sabah rüzgârı denizden karaya doğru esiyordu.
Dedim, “uzun zaman oldu, hoş gelmişsin. Şu kahve fincanını kenarından tutuşun bile hâlâ aynı, hiç değişmemişsin. Kalmaya mı döndün, söyle bakalım, uğramadın hiç buralara kaç seneden beri… ”
Dedi ki, “yabancısı oldum artık buraların, bunca yıl ayrı geçti. Tanımam kimi kimseyi, ne nerededir bilmem artık. Çekinir oldum yabancılaştığım sokaklardan. Yılları devirdikten sonra ırak bir diyarda, başka bir insan oluverdim.”
Dedim, “öyle, yılları geçirdik. Zaman herkesi başka türlü yoğurdu, hepimiz başka türlü değiştik. Ama yabancılaştım desen bile, herhalde eski günleri de unutup gitmedin?”
Dedi, “hayır, unutmadım elbet, ama gel gör ki silikleşti zihnimde. Sanki şu köşede top oynayan çocuk ben değildim, bu sokaklarda düşüp az kanatmadım dizlerimi. Okula giderken önünden geçtiğim bakkal da orada, otobüse bindiğim durak da. Ama bir şeyler aynı değil işte, içindekiler değişti. Her geçişimde dostlara selam verdiğim bu semtte tanıdık olmayan yüzler var artık etrafımda sadece. Evimin odaları gibi emin yürüdüğüm bu sokaklarda, bir ürkeklik var şimdi üstümde, dolaştığımda.”
Dedim, “doğru, yeni yüzler hâsıl oldu her yerde. Çok şey değişti burada, her gelen geldi kendi âdetiyle. Bizim de eskiye özlemimiz baki; mazi dediğin içimizde sakladığımız küçük, oyuncak dolu bir oda sanki. Ama yine de, alışılagelenler değişse de, uğramamazlık etmedik bu kürkçü dükkanına. Söyle, yeni yüzler mi saldı üstüne bu ürkekliği sadece?”
Durakladı bir an için, daldı gitti gözleri. “Yok” dedi sonra, toparlandı, “yeni yüzlerden başka, değişmiş kentin en güzel köşeleri. Şu sokakta ortancalar vardı, az ötede de yolun tam ortasında büyük bir ağaç. Kesivermişler, nasıl kıydılarsa, küsüverdi içim. Bakamam artık ağacın eskiden olduğu yere. Aşağı sokakta ufak bir ev vardı ya, yıkıp yerine upuzun bir apartman dikmişler, karşısında oturduğumuz kahvenin güneşi kesiliveriyor daha öğlen üçte. Bizim eski evin önünden dahi geçtim görünmeden kimseye. Hani tanıdık birine rastlayacağımdan da değil ama, görünmek istemedim yine de, mahallenin eski sakinlerine.”
Telaşlı telaşlı anlattı, ikimizin de bildiği bir şeyleri saklamak istercesine. Belki de kendi kendini inandırmak istiyordu bu küçük bahanelerine. Uzakta olmak öyledir, bilirim, bir parçası kalır insanın geride. Olduğu yerde devran döner de sılada düşecek bir yaprakta kalır insanın aklı.
Dedim ki “bu kadarının ben bile farkında değilim, bir de diyorlar ki senin için “uğramıyor artık buralara”. Her şeyden haberin var, demek ki takip edersin. Ya kimden sakınırsın kendini o zaman, neden görünmek istemezsin?”
Buğulandı bakışı, rahatsızca bir iki kıpırdandı. “Yolum düştü, uğradım” dedi sonra. “Sakınmam kimselerden kendimi. Zaten görse de kim tanıyacak ki beni? O zamanlar genç delikanlıydım, şimdi ise yok aynı canlılık yürüyüşümde. Görünüşüm değişti, sesimin tonu keza öyle. Söyle, böylesine yabancı bu şehirde, kim hatırlayacak ki bir zamanlar olduğum kişiyi?”
Duymuştum sesindeki masum merakı derinlerde bir yerde, oysa ki o farkında değildi içinde kopan fırtına nasıl da vuruyordu dışarı. Eskiden de böyleydi o, hislerini saklayamazdı. Aklından geçen olduğu gibi yüzüne yansır, gönlündeki denizden dilinin kıyılarına vururdu dalgaları. O yüzden diyemezdim “unutulmayı kabul ettin de gittin o kadar uzaklara. Hem unutulmak hem de unutmaya.”
Onun yerine dedim ki “oralarda olmakta bir özgürlük var belli ki, bir hafiflik. Buralarda kalsan olamazdın şimdi olduğun kişi. O zaman da hayat başka şeyler alır başka şeyler verirdi belki ama, sen tercih eder miydin şimdi, oralarda ola geldiğin kişiden vaz geçmeyi?”
Sesimde bir meydan okuma mı sezdi yoksa şefkat mi, yere diktiği gözlerini kaldırıp yüzüme baktı bir an, sonra geri indirdi. Dedi ki, “gitmemiş olsam kime dönüşürdü bir zamanlar olduğum delikanlı bilmem, ya da kalsaydım bu şehirde neler başka türlü ola gelirdi. Ancak yol gözükmüşse bir defa gitmeli, zaten kalmamıştır artık o zaman başka ihtimali.”
Bu her şeyi kabullenişine kızıyordum, kalıp da karşıma geçmediğine. Üzülüyordum bir yandan da ona, baktıkça yalnız geçirdiği yıllar boyunca alnında oluşan çizgilere. Hem bir abi şefkati duyuyordum onun kendi kendini sürgün etmesine, hem de suçluluk duyuyordum, bu sürgüne biraz da ben sebebim diye. İtiraf etmeli, kıskanırdım onu hep biraz, hele de bu kararlılığını. Belki suçluluk hissimde bunun da biraz payı vardı.
“Doğru” dedim, düşüncelerimden sıyrılarak, “yol göründüyse gitmeli.” Ancak bilmediği, gitmesiyle kalmış olduğuydu iyice. Kalsaydı belki aklımızdan daha çabuk olurdu çıkıp gitmesi, ya da efsaneleşmezdi gidişinin nedeni. Ah… bir deli akla uyup gitmek ve dönmemek ısrarla o günden beri. Bu havadan sudan sohbeti sürdürüp, oyun oynamaya devam etmek gerekirdi belki ama, “Kaçmak mı daha zor yoksa yüzleşmek mi” deyiverdim birden, “kalmak mı yoksa o yerden gitmek mi?”
Bu ani soruyla şaşkın bir halde yüzüme baktı, neden bahsettiğimi anlamadığı belliydi. Sabah saatleri öğleye dönerken güneşin yükselmesiyle denizden esen rüzgâr dinmişti. Göz bebekleri, üstümüzdeki asmanın yaprakları kadar kıpırtısız, gözlerime kenetlenmiş, zihnimin derinliklerinde sorduğum sorunun manasını arıyordu adeta. Onun bu uzun yokluğunun sorumluluğunu üstümde hissediyordum ama, sonuçta giden de oydu, dönmeyen de o. Ben bir şey dememiştim ki! Sorsan, kimilerine göre de sorun buydu, bir şey demediğim. İnsan söyledikleri kadar söylemediklerinden de mesuldür diyordu arkadaşlar. Palavra! Nihayet ben gözlerimi kaçırdım, onun da yumuşadı bakışları. Gülümsemeye çalışarak şöyle dedi;
“Biliyorum, sanıyorsunuz ki oralarda olmak çok rahat, çok kolay. Memleketin dertlerinden uzak, eh, tabii, biraz da özgürlük var. Hep özlem çekmedim tabii bunca yıl, alıştım, yola, yolcu olmaya. Yolculuktan yorulunca kalmaya, ve kaldıkça üstlendiğim yeni hayata. Ne var ki, ben orada olsam da köklerim buradaydı, hâlâ. İşin sonunda ne oraya, ne buraya ait oldum. Gel zaman git zaman, arafta bir cambaz oldum, ince bir ip üstünde.”
“Peki neden gittin öyleyse” deyiverdim üstüne basa basa, cevabı biliyordum. Sormaya korktuğum neden döndüğüydü, nedenini tahmin edemiyordum. Sorduğum soru bir gölge gibi alçaldı üstümüze. Rüzgârla birlikte deniz de susmuştu şimdi, martılar konuşmamıza kulak kesilmiş, etraftaki tüm ses dinmişti. Bir sırrı açmasını bekliyordum ondan, gidişinin sebebini onun ağzından duymayı. Uzakta olduğu yıllar boyunca hangi duyguya karşı koydu da durdu, bunu öğrenmeyi.
Kararlı bir sesle “gitmem gerekti” dedi tekrar, usulca, bu sefer ezberden söylemedi. Ela gözlerinden geçiveren bir pırıltı “daha fazlasını sorma” der gibiydi. Alt dudağını ısırdı, yanağındaki gamzeler çukurlaştı yine. Yanaklarına bir kızarıklık yayılmadı bu defa, keskin bir bakış yerleşti yüzüne.
Cam gibi donmuştu an, uçan kuşlar, bulutlar, havada asılı gibi. Herşey yavaşlayarak durulmuş, bizim dışımızda kalan zaman susmuştu sanki. Heyecanlı bir filmin en can alıcı noktasındaki ana karakter gibi hissediyordum, tüm sessizlik ne diyeceğime kulak kesilmiş. Temkinli bir nefes aldım. Ardından “biliyorum” dedim, “neden gittiğini”. Kelimelerim donup kalmış havadan usulca sıyrılarak yol aldı aramızda, sakince. Bir itirafta bulunuyor gibi çıkmıştı sesim, sessiz ve dikkatli. Gözlerimizin birbirine kilitlendiği bana sonsuzluk gibi gelen süre boyunca, oysa belki de sadece üç saniye geçmişti.
Bunun üzerine dünya sessizliğini fark ettiğimizi anlamış gibi bir telaşla yeniden hareketlendi. Martılar garip kahkahalar atarak uçmaya, rüzgâr dalgaları coşturmaya, kahvenin müşterileri çatal bıçaklarını çarpıştıra çarpıştıra yemeklerini yemeye koyuldular. Çevremizdeki herşey ikimiz arasında uzayıp giden sessizliği doldurmaya çalışıyor gibiydi tüm çabasıyla- çaylarını karıştıran kadınlar, yoldan geçen motosiklet, birbirine havlayan sokak köpekleri, dalgalarla çalkalanan deniz… Bir şamata başlamış bizden rol çalmaya uğraşıyordu, biraz da beceriyordu sanki. Çevredeki hareket dikkatimizi dağıtıp oyalıyordu aklımızı. Dünya’nın merkezi ikimizden dışarı kayıyor, dakikalar ilerlerken aramızdaki gergin suskunluk yerini rahat bir sessizliğe bırakıyordu ağır ağır.
Derin bir nefes alarak ela gözlerini parlak denize çevirdi. Işıktan gözleri kısılmış, gözlerinin kenarındaki çizgiler şakağına kadar uzayıp gitmişti. Başını denizden tarafa çevirmesini fırsat bilmiş, ilgiyle inceliyordum çehresini, onu son gördüğümden beri yüzünde değişen en küçük ayrıntıyı, çizgiyi. Çok olmasa bile gözlerinin kenarına eklenen biraz kırışıklık, gamzelerine yerleşmiş bir derinlik çarpıyordu gözüme. Bir yandan da kafasındaki düşüncelerin gelgitiyle yüzünde belirip kaybolan ufak ifadelerden anlamlar çıkarmaya çalışıyordum, kendimce. Aklımdan türlü sorular geçiyordu, mesela, acaba benim haberim olmadan bu şehre gelip gitmiş miydi daha önce? Geldiyse, kimselerle görüşmüş müydü? Görüştüyse, neden kimse bana söylememişti?
Kafamdaki sorulara dalıp gitmişken boş kahve fincanlarını toplamaya gelen genç etraftaki orantısız hareketliliğe ayak uyduran bir canlılıkla sordu, “nasıldı kahveler abi, var mı başka bir isteğin?” Bu neşesine biraz tersler gibi bakıp “iki çay getir bize” dedim, ve ekledim, “biri açık olsun”. Çünkü çayı açık içerdi benim kardeşim, deyim yerindeyse paşa çayı. Bunu duyunca bana dönüp şaşırmış gibi baktı, sonra hafifçe tebessüm etti. Şaşıracak bir şey yoktu, tabii ki de kardeşimin çayı açık içtiğini unutacak değildim, aradan kaç sene geçerse geçsindi. Evet, öyle, iki kardeştik biz, ama birbirimizden oldukça farklı. O ince, ben topluca, o kumral, ben esmer, o kararlı, ben rahatına düşkün, o baş koyduğu şeyi zamanın sonuna kadar sürdüren, bense değişken…
Ela’nın ismini ağzımdan ilk duyduğundan sonraydı, buraları bırakıp gitmişti kardeşim. Anlatılana göre “abimin sevdiği kadına âşık olamam ben” diyerek ülkeyi terk etmiş, ardından da on dört sene gelmemişti. Herkes gibi benim de iş dolayısıyla zannettiğim bu seyahatin asıl sebebini ağzında bakla ıslanmazın biri bana gerçeği çıtlatınca öğrenmiş, öğrenmeme rağmen de kardeşimle bildiğimi konuşmamış, yıllar bir bir geride kalırken zamanı sadece seyre dalmış ve evet, onu terk ettiği şehre geri getirecek hiçbir şey yapmamıştım. Gitti gideli uzaklaşmıştık, sevgisini ifade edemeyen insanlar gibi. Ben gururuma yenik düşmüştüm, o da bana olan sevgisine. Eskiden de böyleydi o, beni çok severdi. Öyle ki, kendini dağlara denizlere, uzak diyarlarda sürgünlere vursa dahi unutamadığı kadının yanında olmaktansa, beni tercih etmişti. Ben ise ser vermiş, sır vermemiş, işin aslını öğrensem de istifimi bozmamış ve Ela’nın bana aslında hiçbir zaman bir his beslemediği gerçeğini de, aklımdan çıkıvermiş gibi, söylememiştim ona. O ise bir kez olsun sormamıştı Ela’yı, adı bile geçmemişti seyrekleşen konuşmalarımızda. Ela yeşil gözleri ve bal rengi saçlarıyla bütün bu hikâyeden habersizken, kardeşim ile hayatlarımız uzaktan uzağa kendi akışında seyrededururken ve gençliğin asiliği artık yerini tevazua bırakırken mevsimler birbiri ardına kovalanıp durmuştu… gündüzleri parlak güneşin, geceleri denizden doğan ayın aydınlattığı bu ufak şehrimizde, ya da ben öyle sanıyordum.
Üstünde tüten buharıyla biri paşa çayı biri tavşan kanı çaylarımız geldi. Yudumlamaya başladığımızdan beri ikimiz de sessizliği bozacak bir şey söylememiştik henüz. Çeyrek saatlik suskunluğumuz esnasında dış dünya yavaşça eski ritmine dönmüş, çatal bıçaklarını çarpıştıranlar, çaylarını karıştıranlar, iskeleden atlayanlarla kumsalda koşuşturanlar sakinliğe kavuşmuşlardı nihayet. Rüzgâr ferahlık verecek bir hafiflikte esiyor, dalgaların sahilde yuvarladığı çakıl taşlarının sesi insanın içini rahatlatıyordu şimdi. Birbirimizin yakın varlığına tekrardan alışıyorduk yavaş yavaş, bunca yıl sonra. Konuşmaya ihtiyaç duymadan, birbirimizin eşliğinde bu ânı paylaşıyorduk sadece, bahçedeki asmanın gölgesinde. Dünya kendi ritminde dönüp giderken, sessizce anlıyorduk birbirimizi, sözlere gereksinmeden. Gelmişti, kalmaya. Dönmüştü, gittiği yerden.
Çayımdan aldığım son yudumun ardından rüzgârın bir parçası gibi konuştum, bambaşka bir ses tonuyla. “Biliyordum” dedim, “neden gittiğini”. Bu defa şefkat ve bir özür dileyiş vardı sesimde. Bilmediğim ise sesimin nasıl olup da böyle çıktığıydı… ve onun neden döndüğü.
***
– Ceren Türkmenoğlu