Ekrandaki son paragrafa baktı ve imlâ hataları için tekrar okumaya koyuldu…

“…Bu yüzden, bana göre olay şöyle akseder:

Çok eski bir tarihtir ve Türkiye’ye bir İngiliz romanı gelir. Tercümanlar başına oturur ve işe başlarlar ardından. ‘Gurur ve Önyargı’dır kitabın adı. Ama bilirler ki kitap Edebiyat Tarihinde önemli bir yere sahiptir ve bu isim doğrusu hiç de münasip kaçmaz. Hem üstüne üstlük de bir aşk romanıdır.

Düşünürler…

Neticede en doğru hareket, ‘Aşk ve Gurur’da fikir kılmaktır. Aşk ve Gurur olacaktır kitabın adı. Ama sonra zaman geçer, ağacın dalındaki yaprakların suyunu merhametsiz gövdesi bünyesine toplar, yapraklar dökülür, kitap çok popüler olur. Hatta o kadar ki, bu işin ilk tercümanları kitaba duyduğu saygıdan, sonraki akillerde tercümanlarına duydukları saygıdan ismine hiç ilişmezler. Çünkü artık bu kitap bazılarına göre ‘şehir efsanesi’ dedirtse de kendi lügatını kendi icat etmiş bir başyapıttır. Bu kitabın okurları tarafından söylendiği bilinmese de, ‘Aşkta gurur olmaz’ lafı alır başını gider. Tartışmaları, tartışılamayanları olur.

Amma velâkin  bir sorun vardır. Kitabı okuduğunuzda üvey ismi sizi bozguna uğratır. Çünkü okuduğunuzda anlarsınız ki aşkta gurur olur. Hatta o kadar olmalıdır ki kitabın yazılma amacı, alt metinde vermeye çalıştığı mesaj budur. Öyle bir öykü anlatılır ki hikâyede ne zaman ki karakterler önyargılarını bir kıyıya bırakıp gururla aşklarının arkasında dururlar; işte o zaman mutlu olurlar.

Fakat…

Eyvahlar olsun ki kitabın adı, (Gurur ve Önyargı) değildir! Yukarıda bahsettiğim tartışma konusu hâlinde bir soru kalıbı içine girmesi de bundandır. İsmiyle çelişir. Orjinalinde, Gurur kelimesinin İngilizce karşılığı, (Pride)’dir. Önyargı ise, (Prejudice)’dır. Yani, (Pride and Prejudice).

Yani işin İngilizcesinde bu kelime seçimi de aslında kitapta başka bir mânâyı sırtlandığı bir temele dayalıdır. Bu işin ilk tercümanları birçok Yazarın yaptığı bu iki benzeş seslerin oluşturduğu kelime dizilim kronolojisini de bozarlar esasen. Bu (korunmakla korunaklı) demek kadar bilinçli bir kelime oyunu gibidir baktığınızda. ..ve işin piri size (korunmakla – korunaklı) diye aynı sesdeş yapının sâdece ve sâdece ağızdan böyle çıktığını, kalemin aynı harfleri karaladığı kadar aynı olupta anlamda ne kadar değişebileceğini anlatmak istiyordur. Yalnız, ‘Gurur’ kelimesinin olması gerektiği yerde, (Aşk), ‘Önyargı’ kelimesinin olması gerektiği yere, (Gurur) kaydırılmıştır. Siz de, ‘Aşkta önyargı olmaz’ diyeceğiniz yerde, yeri kaydırılmış gayet namuslu bir kelimeyi mahkûm edip, hedef alıp, ‘Aşkta gurur olmaz’ dersiniz.

Yani demem o ki; bilinen adıyla ‘Aşk ve Gurur’ kitabı Türk Edebiyat Tarihinde bir tercüman dikkatsizliği yüzünden yanlış lügatlendirilmiş eserlerin başı.. “

Tak! Tak! Tak!!!

..masasına vurulan bu sesle kendini bilgisayardan aldı.

–Gülnihal Hanım, ne yapıyorsunuz böyle?

Eli hâlâ masasına dayalı duran, tepesi açık, seyrek beyaz saçları arkada lastikle toplanmış, sarkmış çizgileri arasındaki çenesinin etrafında dolanan sakalıyla, solukkahve gözleri kısılmış adama kaldırdı başını.

–Makalemi edit ediyorum Raci Bey, dedi.

–Edit mi ediyorsun?.. Hâlâ bu şeyin başında mısın?

–Öyleyim…

–Senden istediğim şeyi araştırdın mı?

–Araştırmadım.

–Senden istediğim şeyi araştırmadın!? Oturdun bilgisayarın başına makale edisyonu yapıyorsun?!

–İşim bu!

–Savsaklamayı meslek edindiğinizi bilmiyordum Gülnihal Hanım.

–Ne istediğinizi imâ etmeden, direkt söyleseniz Raci Bey. Görüyorsunuz ki üçtür işe yaramıyor.

–Neden?.. İmâların arkasını göremiyor musun artık? Senin meşhur lafın!

–Evet, genelde gören taraf benimdir. Ya siz?

–Karşılıksız bir beklenti içindesiniz. Beni şey etmeye çalışma.. Şey etmeye… Neydi o kelimenin adı?

–Ben, sizi manipüle etmeye çalışmıyorum.

–Hahh, manipülasyon, evet! Şimdi konumuza gelelim… Ercüment Çapanoğlu hakkında yeni çıkan haberleri duydun mu?

–Takip etmedim.

–Bi’sefer de insanlarla konuşurken karşılığı olan direkt yanıtlar ver. ‘Duydun mu’ deyince ‘duymadım’ denir. ‘Biliyor musun’ deyince ‘bilmiyorum’ denir. ‘Anladın mı’ deyince bunun karşılığı ‘anlamadım’dır. İllâ farklı bir lâf edeceksin! İllâ kulağını tepeden tutacaksın!

–Duyacağımı masama gelmenizden hesap edebildiğim için kelime seçimimin mazereti vardı.

–Özür de dileyebiliyor mu senin bu kelime seçimi? Hıı?

–(……..)

–Sen iyice aramızdan ayrıldın. Ama ben, seni gerçek hayata ışınlayacağım hiç merak etme. Hatta hemen yapıyorum..! Şimdi, Ercüment Çapanoğlu hakkında yeni haberler çıktı. Adam, organ bağışı konusunda, ‘Vallahi diyorum; taraftar değilim. Elin dangalağına verip, onu yaşatmanın anlamı yok. Ama araştırma yapılacaksa istedikleri gibi kullansınlar. Araştırma çok mühim. Duyuyorum; asteoloji dersi için iskelet bulamıyorlar’ dedi. Herkes ayağa kalkıp haber düzmeye başladı. Televizyonlar böbrek bekleyen diyaliz hastalarına, ‘Ama ben, ona verirdim’ dedirtti, dergiler havaya uçtu, gazeteler aleyhinde çarşaf çarşaf manşet yazdılar. Ben de bu adamla aynı şeyi düşünüyorum. Organlarım bir cahil cühelaya hayat olacağına çürüsün daha iyi. Sanki bu değerli bilim adamı lâf edinceye kadar organ bağışında bir numaraydık!?

–(…………)

–Bir soru sordum, öyle miydik?

–Olmadığımız için edilmemeliydi belki de.

–Herkesin aynı düşündüğünü, ters köşe yapan sen değil misin? Senden herkes Ercüment Çapanoğlu’nun aleyhinde yazarken, ne kadar doğru bir lâf ettiğini savunmanı istiyorum. Tüm bu insanlar, tüm bu Türkiye Ercüment Çapanoğlu’nu tefe koyarken bir yolunu bulmanı ve bu adamı kahraman yapmanı istiyorum senden.

–Ben sipariş üstüne yazı kaleme almıyorum.

–Yani önce insan, sonra mı habercisiniz?

–Daha çok karakterini işe gelirken evde bırakmayanlardanım!

–Yukarıda geçtiğim özet bilgiydi! Adam lâfını düzeltti: ‘Hâlâ lâfımın arkasındayım… Bir dangalağa gidecekse benim organım, onun yerine ben, tüm insanlığa faydalı olacak bir işe gitmesini tercih ederim’ dedi. ‘…Siz Stalin’e verir misiniz organınızı?.. 21 milyon adam öldürmüş! Ben bütün vücudumu bağışlıyorum! Bütün vücudum, iskelet dâhil olmak üzere… Hatta çok istiyorum ki; iskeletim mümkünse bir sınıfta falan kullanılsın’ dedi. Sence bu yabana atılacak şey mi?

–Hayır, sâdece bir düzeltme olduğunu söylediniz!

–Hıh! Söyleyin bana Gülnihal Hanım, sizin bu üç dil konuşan, beş dilde okuyabilen, kıta keşfetmiş, uluslararası ödüller almış, Avrupa, Rusya, Amerika Bilimleri Akademisi üyesi olmayı başarmış profesör hakkında ağzınızdan bir yorum alabilmek için ne yapmam gerekiyor?

–O hâlde, Ercüment Çapanoğlu’nun sâdece aykırı bir şey söylemiş olmak için bir şey söyleyenlerden olduğunu söyleyebilirim.

–Nasıl yani?

–Yorum yaptım…

–Çıldırtma insanı, devam et!

–Yani bu biraz din gibidir. Sırf ailesini bir sınıfa tâbi görmeyi öğretildiği için sağcı ilân eden seksenler gençliği gibi… Yeşil parka giyer, saçını uzatır, top sakal bırakır, solcu olur. Bilmem nerenin köyünün bağrından çıkıp okurlar, köyün ilk mektep bitireni olurlar, entelektüelliğin beşiğinde sallanır, profesör bile olur… Sonra bulduğu ilk fırsatta uğruna yıllarını verdiği bu çarpık evrimini taçlandırmak isterler. Eğer kültüründe evlenmek varsa evlenmeyeceğini, dünyaya nikâhsız bir çocuk getirmek hakirse sperm bağışını, gömülmek varsa yakılmak istediğini söyler, yakılmak varsa gömülmek istediğini… İnsanların yakılmasının aptalca olup, kendisinin tüm çevreciliğiyle sâdece bir bez parçasıyla, doğayı kirletmeden, tek odunun yanmasının dahi onu çıldırtacak kadar gaddarca bulduğuyla çürümek için toprağa gömülmek istediğini söyler… Hatta hücrelerinin etini yiyen sürüngenlerin bedeninde yaşayacağını, üstünde biten bitkinin özünün varlığından besleneceğini, özümsendiği çiçeğe konan arıyla tozlaşıp dünyada ebedî varlığının dağıtılacağını, din adamlarının yakılmaya dair tüm açıklamalarını gerici görüp, bir Tanrı bilimci gibi buna o an kimsenin üstüne düşünmediği bir felsefe bile icat eder. Ast olan, o barbar Türklere ne kadar aykırı olduğunu göstermektedir. Sonradan görmüş, dininden dönmüş gibidir..! Genelde sümüklü köy çocuklarında görülen sosyal bir rahatsızlıktır!

–(…….!..)

–Mecaz anlamda…

–Hani bilmiyordun?

–Neyi?

–Ercüment Çapanoğlu’nun annesinin mezarına bile gitmeyip, ateist olduğunu?

–Benimkisi sâdece bir tahmin.

–Adamı araştırmadığından emin misin?

–Benimkisi sâdece bir tahmin!

–Ama yanlışsın bak. Yanlış bildin… Adam solcu değil, ateist!

–Neden, solculuk bir din midir ki ateist olunca olunulamasın?

–Asrın sorusu! Şimdi senin buna da bir cevabın vardır kesin?

–Yok.

–Yani sen, şimdi içinde cevap veremeyeceğin bir soruyu bana mı sordun?

–Yanıtı beklediğimden değil…

–Tanrı aşkına Gülnihal, söylesene, köylü kızlarına dair de bir Evrim Teorin var mı? Diyelim ki; kız okumak istiyor ama cahil ailesi okutmuyor. Bak, hatta, ‘ailesi’ demeyelim de, ‘annesi’ diyelim! Kendi ‘hemcinsi annesi… ‘ Koskoca adamı iki dakikada yerden yere vurdun. Çok merak ediyorum, kara cahil ananın okutmak istemediği, ama evden kaçıp okuyan bir kız düşünelim. Kız okuyup köyüne meselâ doktor olur ama yine de kızın anası hâlâ örümcek kafalıdır. Bir yorumlasana engin hayal methiyelerinle? Senin kafanda nasıl bir tasviri var doğrusu çok merak ettim?

–Bir kadının okumak isteyen kızına, ‘Başımıza taş yağacak, haramdır’ demesi, kızın okuyup kendi köyüne doktor olacağı kadar sonuç verir. Kimse okuduğunun diyetini verip de, Orta Çağ Hıristiyanlığından başlayıp, bu anlayışın o mezhebin misyonu olup, oradan empoze olduğunu, annesinin inandığını sandığı dinin böyle bir şeyi asla kabul edemez olduğunu açıklamakla uğraşmaz. ‘Kara cahil’ der, geçer kıyıya. Muhtemelen okuma yazması bile olmayan zavallı anasına inandığı dinin sandığı şey olmadığını bile söyleyemeyecek kadar doktor olmuştur artık. Kadın cahil kalmaya devam eder.

–Vay be! Eski sağcılardan kim kaldı?

–Ben sağcı değilim Raci Bey!

–Solcusun o hâlde?

–Ben solcu da değilim Raci Bey!

–Öyle mi, necisin o hâlde?

–Bir taraftan olmam hiç gerekmedi!

–Vay be! Ercüment Çapanoğlu’nu eleştirene de bak sen hele! Şimdi senin yaptığın da aykırılığını ilân etmek değil mi?

–Ben aykırı da değilim Raci Bey.

–Basbayağı öylesin!

–Size öyle gelenlerdenim!

–Ama dur!.. Ha, bi’de Osmanlıcılık vardı değil mi? Yeni bir akım?.. Şu Avrupanın ilerlemesini, ilerlediğini görmezden gelmelik?

–’Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun, gözümden kaçmasına izin vermiyorum.’

–Ne dedin?

–Ben değil… Ercüment Çapanoğlu’nun düzeltmesinde adı geçen Stalin’e organını vermeyen bir adam, Aliya İzzetbegoviç dedi! 11 Aralık 1997, Tahran, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü) konuşmasında…

–O da senin gibi Osmanlıcıydı yani? İzzetbegoviç’in şimdi bu konumuzla ne ilgisi var?

–Devamında söylediklerinin var… ‘İslâm en iyisi -bu hakikat- ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz.’

–Ha, yani diyorsun ki -kulağını tepeden tutarak- bunu söyleyen İzzetbegoviç bile Osmanlıcı değil ki ben de olayım?

–Ben, Stalin gibilere organlarını vermeyecek olan adamların genellikle söylediklerinin böyle cümlelerle yapıldığını ifade etmeye çalışıyorum sâdece.

–Devamında düzelttiklerinin mi, söylediklerinin mi Gülnihal?  Bana sanki çok farkı yokmuş gibi geldi. Yakalandın!

–Doğru… Bu düzeltmeleri kendi içinde önceden yazılmış tam metni içeren bir konuşma!

–O hâlde olur bu iş. Buradan gir işte. Stalin’den ve İzzetbegoviç’i araya katarsın, -yine kulağını tepeden tutarsın ki, seni en sevdiğin şeyden mahrum etmeyelim- bu iki adamı, Ercüment Çapanoğlu’nu İzzetbegoviç’leştirirsin ve bingo! Ne güzel lâf ettim değil mi? Hatta makalenin adı bu olsun mu? İzzetbegoviç’leşmek…

–’Bildiğiniz gibi, bazen ya cesaret ya da irade, bazen de her ikisi de olmaz.’

–Türkçe konuş Gülnihal!

–Sanmam… Türkçe değildi! BM (Birleşmiş Milletler) Genel Kurulu’daki konuşmasında, 24 Ekim 1994, New York’ta söyledi bunları. İKÖ konuşmasından 3 yıl önceydi! Siz daha iyi bilirsiniz aslında, ne de olsa oradaydınız!

–(……..!!!)

–(……….)

–Merak etmeyin Gülnihal Hanım, o konuşmanın ne dilde olduğunu çok net hatırlıyorum.

–Belki de hatırlamadığınız gerçeğini görmenize rağmen, kahramanı diğerinden ayıramamaktır!

–Ya sen.. Peki o hâlde. Şöyle diyelim… Yoksa sen, Ercüment Çapanoğlu’nu bir kahraman olarak gösteremeyecek kadar vasat bir Yazar mısın?

–Ben gaza gelenlerden de değilim Raci Bey!

–Sen, Yazar değil misin?

–Yazarım, ama Tasarımcı değilim. Yazarlık çok şişman birine elbise tasarlayamayacağını söylemesi yeteneksizlik diye yaftalanacak bir çizerinkine benzemez. Karakter terziliği çok farklı bir iştir!

–’Karakter terziliği’ demek!? Tam senlik lâf! İnsanın böyle lâfları olunca her şeye itiraz edebileceği bir özgüveni de oluyordur otomatik?

–Bu bir ölçü değil ki… Ben bunları söylemek için Yazarlığımdan dayanak almıyorum ki..

–Evet, senin yaptığın gibi Jane Austen’a methiye düzmektir Yazarlık! Ayrıca söylesene, bu küçük yerde kaç tane kitap okuyan vardır?

–Biz varız ya Raci Bey!

–Bu ilçede daha hikâye kitabı okunmuyor, sen İngiliz Edebiyatı parçalıyorsun! Evde sarma saran kadın sence, senin dediklerini anlar mı? Daha bi’okuma kültürü yok.

–Daha iyi ya… Öyle bir kültür olduğunu öğretiriz onlara.

–’Burası küçük yer’ diyorum! ‘Evde sarma saran kadın senin dediklerini anlar mı’ diyorum! ‘Daha bi’okuma kültürü yok’ diyorum! Sen hâlâ ne diyorsun?

–’Burası küçük yer’ diyorsunuz… ‘Evde sarma saran kadın senin dediklerini anlar mı’ diyorsunuz… ‘Daha bi’okuma kültürü yok’ diyorsunuz… Ama Ercüment Çapanoğlu’nu anlayacağını düşünüyorsunuz. Kendinizle çelişiyorsunuz!

–Ha, sen, çelişmiyorsun yani? Bu güncel bir haber. Herkes televizyonda görüyor, kahvede konuşuyor, gazete okumasa bile dedikodusunu ediyor… Bu yerden taşmak, ulusal gazetelerde manşet olmak için bulunmaz bir fırsat. Sen yazınca.. Tüm sosyal ağları hazırladım.. Bunun dağılmasını ve dikkat çekmemizi sağlayacağım. Bir ilçede otobüs dudakları klimalı yapıldı diye, tüm Türkiye’ye malzeme olmuş şehirler var. Kimse senin ‘Aşk ve Gurur’ makalende yazdıklarını umursamayacak! Tekrar ediyorum; ‘burası küçük bir yer!’

–Edebiyat evrensel bir şeydir! İlçe, şehir, mahalle, cadde tanımaz. Herkes için, her yerde aynıdır, Ercüment Çapanoğlu’nun aksine…

–Aksine?

–Küçük yerler zaten büyük şehrin haberi olacağını bildiği şeyi almaz. Onların haberinin olamayacağı yerelin haberinin dikkat çekmesini sağlamaya çalışır.

–Yani yerel bir gazetede İngiliz Edebiyatını bile yapabilir, ama kendi ülkesindeki bir haber hakkında görüş bildirmez? Sen, açıp sözlükten ‘çelişmek’ kelimesinin anlamına bi’bakıp gelsene.

–Olur, bakarım…

–Ukalalık etme!

–Etmiyorum.

–Niye bana öyle gelmiyor?

–İnsanların düşünce yapısı bir zaman sonra karşısındakileri hâkimiyeti altına alır. Önyargı…

–Sen de yazındaki ‘gurur’un mu yerinde duruyorsun yani?

–O da ikinci önyargınız!

–Senin sorunun ne biliyor musun?

–(…………)

–Sen, şeytanın yumuşak yüzüne alışmışsın yalnızca. Ben alıştırdım seni. Sana rica etmiyorum… Patronun olarak emrediyorum! O yazıyı yarın sabaha kadar yazmış ol ve masama bırak! Anlaşıldı mı!?

Klavyenin üstünde diğeriyle uzanmış duran sağ elini çekip masanın altındaki bacağına indirdi. Sonra çenesini damağıyla birleştirip tebessüme çalan bir ifadeyi soludu çehresi.

–Emredersiniz.

* *   *

İşten çıkıp ağır adımlarla çok da uzak olmayan evinin yolunu tuttu. Çok geçmeden apartmana varıp merdivenleri tırmandı ve çelik kapıdan içeri girdi. Önce mutfağa yönelip ocağın altını yaktı. Ardından oturma odasına yönelip, yemek masasına kurulup bilgisayarın başına geçti. Parmakları rutin bir ahenkle melodi ederken, neden sonra kapı ziliyle kendini bir uykudan çekermiş gibi aldı ve doğruldu. Kapıyı eşikteki adama aralayıp tebessüm etti.

–Hoş geldin.

–Hoş buldum. N’aber?

O ayakkabılarından kurtulurken geri çekildi.

–İyilik…

–İşler nasıl?

–Bildiğin gibi.

Kapıyı örttü genç adam, sonra tam önünde durup anlık bir göz temasıyla,

–Ben üstümü değiştirip geliyorum. Yemek hazır mı, dedi?

–Şimdi hazırlarım, diyerek kocası banyonun yolunu tutarken o da yemek masasının üstündeki dağınıklığı toparlamaya başlayarak işe koyuldu.

–GÜLNİHAALLLL!!!

İrkildi birden. Sesin geldiği mutfağa hızla giderken daha genzini yakan yanık kokusuyla yüzünü ekşitti. Kocası aygazın başında kararmış çehresiyle bakışlarını karşıladı.

–Gülnihal bu ne, deyip, arkasını bağırtısıyla dönüp camı aralamasıyla ânında tekrar ona çevirdi yönünü.

–Sen, aklını mı kaçırdın, demliği nasıl ocakta unutursun?

Nasıl da unutmuştu? Mutfağı saran gri duman tüm ağırlığıyla havaya çökmüş, metal renk çaydanlık kahverengi bir isin karalığıyla kızarmış ve alt tabanından bölünüp ayrılmıştı. Gözleri bile yandı bir anda. Elleri yarı aciz bir refleksle dudaklarını buldu. Kısık bir sesle,

–Behh..nn… nasıl unuttuğumu bilmiyorum, dedi.

–Nasıl unuttuğunu bilmiyor musun? Gülnihal, kaç saat oldu sen işten geleli?

–Ben..

–Geldiğinden buyana bu demlik burada değil mi?

–Ben unutmuşum. İnsanlık hâli…

–Hadi ocağa koyduğunu unuttun, kokuyuda mı almadın?

–Kapı..

–NEDEN KAPALIYDI?

Olduğu yerde küçüldü âdeta. Genç adam alnına dökülen donuk tutamlar, kahveden dönen siyahlaşmış gözleri, bıçak gibi keskin ses tonuyla dağılmaya başlayan duman bulutunun içinde hayli korkutucu gözüküyordu. Öfkesi nüksedince sakin ve orta hâlli mizacı bu adamı bir anda agresif, tehlikeli, ürkütücü yapıyordu. Onu bu hâlde görmeye çok da alışık değildi. Hoş, olsa bile bu adamın o karşısındakinin hafızasına kazınmasını sağlayan o erkek elektriği karşısında insan bozguna uğruyordu. Omuzlarını çekip ellerini çenesine kadar indirmeyi güçlükle başardı. Tek saniye evi inleten sesinin yankısıyla durmuş olan adamın elini kolunu savurarak tekrar ağzını açmasıyla ona odaklandı.

–EVİ HAVAYA UÇURABİLİRDİN!!! Ocağa bir şey koyuyorsun, kapıyı neden kapatıyorsun? Ya ateş alıp patlasaydı?  Ya ben biraz daha gecikmiş olsaydım? Ya üstümü değiştirmekten vazgeçmeseydim? GAZIN HAVAYLA SIKIŞIP ELEKTRİK KONTAĞINI PATLATABİLECEĞİNE AKLIN SARIYOR MU?

–Behh..nn… Gerçekten, çok özür dilerim.

–ÖZÜR MÜ DİLERSİN!? Kafan nerede senin Gülnihal? Ne yapmaya çalışıyorsun? İşten geldin, mutfağa girdin, çay suyu koydun, kapıyı nedense örttün.. (Dünyadaki diğer herkes mutfakta bir şeyi pişmeye bırakırken açık bırakır, bizimkisi kapalı nedense!) ..içeri geçtin, bilgisayarın başına oturdun.. (Aynen böyle yaptın değil mi?) ..sonra ben geldim, -mutfak uçmaya ramak kala- seni çağırdım ve ocakta zaman ayarlı bomba bıraktığına uyandın! İki saat Gülnihal, iki saat önce geliyorsun  bu eve benden!

–Hakan…

–KESSS..!

Sırtını döndü bir anda.

–Gülnihal… (Kendini zoraki sakinleştirmek için birkaç nefes soludu peşi sıra.) “Durma gözümün önünde.. durma! Çelik demlik de rezil olmuş!”

Onun aksine kaskatı parmaklarını öfkesine siper etmek için dudaklarına kaldıran, pencereyi kesen yan gövdesiyle diğeri onu uzağında tutmak istercesine tehditvarî bir şekilde havada asılı kalmışken, “Ben.. yenisini alırım” deyip kapıya yöneldi ve portmantoda asılı eşyalarını üzerine geçirmeden kendini dışarı attı.

* * *

Hakan yalnız kalmıştı. Neden sonra kendini bir nebze de olsa toparlamayı başardı. Sarsak adımlarla oturma odasına geçip masanın önünde durdu. Bilgisayar ekranı sâdece yarım ağız örtülmüş, uyku modunda hâlâ ışığı yanıp sönüyordu. Acaba karısını bu denli meşgul eden şey neydi, bir anda merak duydu ve ekranı doğrultup enter tuşuna bastı. Önünde birden parlayan beyaz ekrana odaklandı ve eğildi uzun boyuyla. En üstte, ‘Boğuluyorum’ yazıyordu. Sonra üç nokta… Bir müddet bu tek kelimeyle göz göze kaldı. Bu tek kelime bile onu duraksatmaya yetti ve karısının biraz evvel kalktığı sandalyeyi çekip oturdu. Okumaya başladı:

Boğuluyorum…

Sığamıyorum buralara. Bu yer bana dar, küçük, ensiz, nüfussuz geliyor. Hep aynı yüzlerin sizi hafızasına kazımadığı, kafa dağıtmak isteseniz kalabalığından kimsenin kimseye bakmayıumursamadığı, tanımsanmadığınız, çocukluğumun geçtiği şehir hayatını özledim. Evimi özledim. Herkesin tanıyormuş gibi baktığı, bilhassa kalabalıksızlığından farklı bir yüz bulmak için her geçene yüz kaldırdığı suret olmaktansa evimdeki yalnızlıktan zihnimde insanlar inşa etmeyi özledim. ‘Ben yalnızken de yeterince kalabalığım’ demeyi özledim. Dediğim bir şeyi, ‘özlemek’ diye tanımlayacak kadar zayıf düştüğümle yüzleşmek incitiyor beni. Boğuluyorum sonra…

Küçüklüğümdeki her öfke patlamasında  yaptığım gibi saatlerce, ayaklarım demirdenmiş gibi bacaklarımı zerre duyumsamadan; kas ağrısı ne menem şeydir bilmeden; aynı tempo, aynı hız, aynı disiplin adımları, aynı adım sıklığı, aynı öfke, aynı gözü karalıkla koca şehri bir uçtan bir uca tavaf ettiğim uzun yürüyüşlerim iniyor hayal perdeme. Kardeşlerimin kiminde başıma bir şey gelecek korkusuyla ardıma takılışları, ama cesaret edip asla yanıma yaklaşamamaları… Ama benim bir zaman sonra duygularımı gizleyebilme sınırlarımı daha çok genişletip kimseler duymadan, gece ya da gündüz fark etmeksizin evden kaçışlarım… Denize taş atmak için yola vurabiceğim ıssız, herkesin girmekten ürkeceği tenhalar yok burada. Ya da gençliğimin geçtiği, köyümdeki gibi, sâdece birkaç kez anca tesadüf edebileceğiniz, ‘ender’ diye tanımlanacak kadar insana rastladığınız yürüyüş yolları… O yolların sonunun aslında akan bir derenin sonsuzluğuyla son bulmaları… Sonra bunu düşünmenin bana verdiği huzur…

Kafamı eğmekten, insanların yüzlerine bakmaya kaçınmaktan usandım. Kalabalıklar içindeki yalnızlığımı da, yalnızlığımın içindeki kalabalığı da çok özledim.

Daraldığımda, öz annemden bile kaçabileceğim dağ evine giden yokuşu tırmanmayı… Ormanın derinliklerinin beni bir zaman sonra içine alıp tüm dünyadan gizlemesini… Anîden buna istek duyuyorum diye, ‘Yine kafası attı, ilişmeyin’ gibi laflar duymayı, ama sanki hiç duymamışım gibi istikrarlı sinir bozgunlarımı… Dik kafalı oluşumu… Başkasının tek günde tüketebileceği kadarcık erzakla sızlanmadan hayatta kalacak kadar asi oluşumu… Öfkem deninceye dek günlerce köye inmeyişlerimi… Ne silah, ne köpek olmadan güvenliksiz birkaç günü inatla sürdürebildiğimi… Aynı zamanda bana güçlü hissettiren bu durumdan beslenecek kadar inat olduğumu… Böyle yapışlarımı gölgelemek adına ailemin hakkımda, ‘O asla yanında azgın bir it, kurşunu namluda bekleyen, emniyeti kapalı bir silah olmadan durmaz oralarda’ diye imaj etmelerini…

Boğulduğumu hissetmek sıkıyor beni. Bir şeylerin ardını getirmek için, devam etmesini sürekli kılmak için tahammül etmeye çalışmak bana göre değil. İnsanlara sabır hele hiç değil… Hayatta öğrendiğim, daha doğrusu karakterimde, doğamda olmayıp da sonradan olması için yıllarımı verdiğim (gülüp geçme)’yi hâlâ yapabiliyor kalmak adına dişlerimi, parmaklarımı kimsenin görmediği, görüş aralığının uzağında sıkmaktan yoruldum. Kendimi hasta edebileceğim bir sinir krizi ensemde olmak için zaman sayıyor gibi.

Hâlbuki ben bunu edinmek, kazanmak için çok çaba gösterdim. Gerçekten!.. Bazı insanlar sırf güzel konuşabilmek için kitap okurlar, bazıları sırf iletişim becerileri artsın diye kişisel gelişim kurdu olur, kimisi sırf insanları daha iyi tahlil etmekten aciz olduğu için akademik ne kadar psikoloji zırvalığı varsa hatim eder.

Doğrudur…

Kimi insanların zaaflarını, korkularını, zayıflıklarını, acılarını, geçmişini, geçmişinde baş ettiklerini-edemediklerini, bugünü kurtarmak isteyişlerini kurtarabilir bu kitaplar. Misal, sırf çocukluk travmalarıyla baş etmek için bu durum iyi bir hikâye etme becerisi ile, sâdece o anıların bardağın dolu tarafını yansıtacak şekilde kırpılıp anlatılmasını sağlayabilir. Ama benim gibi karakterine anasından babasından, kardeşlerinden, evinden barkından, yaşamdan, değer yargılarından, dinden, hatta belki bazen Tanrıdan bile daha bağlı olan ben için zor. Çok zor oldu gülüp geçmeyi öğrenmek benim için. Ben yüzlerce kitabı sâdece bu basit, yalın, tekdüze, sıradan, basmakalıp, fuzuli, küçük, bu küçücük eylemi yapabilmek için okudum. Sanki Tanrı beni tüm olağanlığıyla mayasına kati surette su katılamaz yaratmışta, ben dünyadaki en büyük imtihanımmışçasına bunu başaragelmek için hayatımı ortaya koydum.

Kim bilir; belki de gerçekten imtihanım (hiç yapmam) dediklerimi yapabilmek içindi. Tanrıya da yazık doğrusu… Bu yaşa kadar yalnızca bir tane yapabilmiş bir insan için fazla merhametli. Yaşamımın hatrı sayılır bir kısmını zaten arkamda bıraktım. Öğrenmemi istediği şey buysa şayet; karşıdan karşıya geçerken bile bana bir araba çarpmayacak demektir, çünkü sınavım hayli uzun  süreceğe benziyor.

…Ve ben şimdi, onun benden istediği şeyi de kaybetmeye çok yakın bir çizgide duruyorum. İçimde fırtınalar kopuyor. Alışığım insanlara en mutsuz olduğum esnada bile sesimin dahi titremeyip, ,normalimden dahi normal olup da, tüm çalkantılarımı yalnızlığımda halletmeye. Güçlü görünmeye, sağlam durmaya… Ama bu benim sonradan edindiğim bir şey değil ki… Kitaplar da öğretmediği gibi.. Zaten vardı! Ben bunun içine doğdum. Beni asıl zorlayan, bu küçük karakter meziyeti bile bundan üstünken, benim bir alt seviye bir şeyi artık başaramamaktan korkuyor olmam. Tüm o üstün  vasıflarımla, bilgesi olduğum her şeyle, uzmanlığımın su götürmez tam kabiliyetiyle o bende olmayıp da, basit insanların üstüne mesele bile etmediği o şeyi istiyorum. Yoksa kendi zehrimde  boğulacağım. Bir akrep dönencesinin içinde gibiyim. Çıkışı bulamadıkça kendi zehrimi, kendi damarıma sokacağım. O yüzden, benlik bilincimi ayakta tutmak için o kaygıdan uzak, basit insan  meziyetini istiyorum tüm şuurumla. Çağırıyorum ve diliyorum…

Beni bulsun!

Kaşları girintilenmiş, ağzı belirsiz bir hayret ifadesini soluyan çehresiyle dururken gözlerini sıktı ve önce dişlerini, sonra dudaklarını kapadı. Uzanıp bilgisayar ekranını indirdi.

Demek öyleydi…

Demek, karısını evi yakmalara kadar getirecek olan şeyin sebebi buydu…

Eli alnını buldu. Kimse bilmiyordu, bilemezdi ama o bunların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Karısı bu yerde mutsuzdu. Burayı sevmiyordu. Sâdece onun için katlanıyordu. Bundan bir yıl kadar önce İstanbul’da tanışmışlar ve onun mühendislik kariyeri için karısı Türkiye’nin en büyük gazetelerinden birinde çalışma fırsatını tepip onunla olmayı seçmişti. Karakterinden bile ödün verecek kadar aşıktı ona.

İşte karısının iki saat boyunca ocağı açık unutmasını sağlayan şey buydu. Başını avuçları arasına indirdi. Sonra gelen anahtar sesiyle olduğu yerde doğruldu. Gülnihal elinde bir mağaza poşetiyle masanın yandaki köşesine usulca ilişti. Suçlu, azarlanmış, kırgın bir çocuk kadar saflıkla dururken, ellerini çekingenlikle önünde, gözlerini de parmaklarının üstüne sabitledi. Bir süre sessizlik mekânı doldurdu. Ardından bunu bozan genç adam oldu.

–Hoş geldin.

Gözlerini hiç ayırmadan baktığı suretin dudakları kararsız bir kıpırdanmayla gecikmeli hareket etti.

–Hoş bulduk.

–Geciktin, dedi naif bir vurguyla.

Sessizlik…

–Seni merak ettim.

Parmaklarıyla oynayarak yanıtladı, “Açık mağaza aradım.”

Güldü, “Senin gece yarısı demlik almaya gidebilecek kadar gözü kara olduğunu unutuyorum bazen Hanım.”

Sessizlik…

Onun o bakışlarını kaldırmadığı parmaklarına uzanıp kavradı kafasını kendine baktırasıya göz çizgisine yaklaştırıp.

–Evin yanması umurumda bile değil! Ben bir anda sana bir şey olacağı fikrinden korktum. Mutfağı birden öyle görünce.. bir anda geç kalmış olup, bu evle birlikte sana bir şey olacağından…

Sessizlik…

–Bakmayacak mısın yüzüme?

Birkaç saniye sürdü bu bekleyiş. Sonra hayatı boyunca hiç kimseden korkmayan bu insan, onun karşısında tüm zarafet ve inceliğiyle, bir tek onun için olmaya karar vermiş gibi duran kadınsanmışlıkla bakışlarını çevirdi.

Hakan tebessüm etti, “Kırgın mısın bana?”

–Değilim, deyip gözlerini yeniden kaçırdı.

–Küs müsün peki?

–Değilim.

–Hâlâ dost muyuz?

–Hı.. hıı…

–Hı.. hıı, ne?

–Dostuz…

Güldü, “Vallaha mı ya?.. Ben olsam altı aydan önce barışmazdım. Demliği de kafama geçirirdim.”

Bu karşısındaki kadını güldürmeye yetmese de dudaklarında ve kirpiklerinde senkronize bir seğirme geçti.

–Gerek yok.

–Neye gerek yok? Altı aydan önce barışmamana mı, demliği kafama geçirmemene mi?

–İkisine de…

Daha fazla bekleyemedi. Başını kavrayıp uzanıp dudaklarını buldu. Sonra nefesinde konuşmaya başladı.

–Demek kocasıyla bozuşunca babasının evine gidenlerden değilsin!?

–Evim çok uzak, diye fısıldadı.

–Hıımm, uzak demek! Yakın olsa gider miydin?

–Gitmem.

–Ben gitsem peki… Gelir miydin peşimden?

–İzin alamazsın ki.

–Mühendisim ben… Sevdiğim kadın için gerekirse dağları bile delerim!

–(………..)

–Ha, ‘gerek yok’ diyorsan, delmeyedebilirim? Öyle olsun… O zaman sen gidersin. Hatta beni de yanında götürürsün. Birkaç hafta uzaklaşır, senin memlekette biraz kafa dinleriz?

–İzin alamazsın ki…

–Alırım, sen yeter ki sipaliden haber ver?

–Sipali de ne?

–Ciddi misin? Gazetecisin ama sipalinin ne demek olduğunu bilmiyor musun?

–Hayır…

–Sen ciddisin?

–Evet!

Sessizlik…

Bir anda sandalyesini öteleyip doğruldu. Sonra karısının da aynı hızla eline tekrar yapışıp kalkmasını sağladı.

–Hadi gel! Ben sana yatak odasında sipalinin ne demek olduğunu uzun uzun anlatacağım…

 

– Türkan Gönülaçar

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Derya

«Hiçbir taraftan olmam gerekmedi.»

50’lerde yazılan öyküleri hatırlattı bana. Zamanın en büyük yazarları olacak adamların, zamane gazetelerine verdiği, (devamı yarın) diye biten öyküleri gibi. Onlar zamanın en büyük kalemleri haline geldi. Ben sizin de o ışığınız olduğuna inanıyorum. Bir kez daha kaleminize sağlık.

%d blogcu bunu beğendi: