Sabahın ışıkları İstanbul’un üzerine düşerken, sessiz bir vapur Haliç’in serin sularında süzüle süzüle ilerliyordu. Bir Pazar günüydü, vapur normalde olduğundan daha kalabalıktı. İnsanlar simit ve çay eşliğinde kahvaltısını yapıyor, bir yandan da güzelim şehri seyrediyordu. İşlerinden nihayet fırsat bulabilen aileler çocuklarıyla birlikte tatlı bir Pazar gezintisine çıkmıştı anlaşılan. Nereden baksan iç ısıtan bir manzaraya ev sahipliği yapıyordu bu vapur. Lakin biraz dikkatlice inceleyince adamın biri çarpıyordu göze. Güvertede bir köşeye çökmüş, başındaki sargıyı sıkıca tutan ve yabancı gözlerle etrafını inceleyen bir adam… Neden orada olduğunu kendisi de bilmiyordu. Gözlerini karanlık bir kâbus yüzünden aralamıştı bu sabah. Geçirdiği kazadan beri sık sık görüyordu bu tarz rüyalar. Anıları hızlandırılmış bir film gibi etrafında dolanıyor, en sonunda bu girdabın içinde deliriyor, kayboluyor ve kan ter içinde uyanıyordu. Doktoru zihninin ona bir şeyler hatırlatmaya çalıştığını söylüyordu. Neredeyse üzerinden 2 ay geçen o kazada hafızasını kaybetmişti. Zihni adeta bomboş bir levhaya dönmüştü, silik silik birkaç yazı vardı sadece ancak okuyabilmek ne mümkün! İşte yine kâbusların esiri olduğu bir sabah kimselere duyurmadan kapıyı aralayıp çıkmıştı evden. Biraz deniz havasının iyi geleceğini düşünüp iskeleye doğru yürümeye başlamıştı. Şimdiyse ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeden denizi seyrediyordu.

            Vapur Eyüp İskelesi’ne yanaşırken adam ayaklanıvermişti. Ne ayaklarına ne de kalbine söz geçirebilecek gücü yoktu, sadece yolunu kaybetmiş bir kayık gibi dolanmak istiyordu şehrin içinde. Vapurdan inip iskeleden ayrılmıştı. Aslında hiç bilmediği ama içten içe çok tanıdıkmış gibi gelen caddeyi boş bakışlarla inceledi bir süre. Kırmızı ışığın yanmasıyla caddenin karşısına geçti. Henüz sabahın erken saatleri olmasına rağmen azımsanamayacak bir kalabalık vardı. İnsanların çoğu aynı tarafa yürüyordu. O da adımlarını insanlarla aynı tarafa yönlendirdi. Önce bir parkın içinden geçti, ardından dar bir sokağa düştü yolu. Güneş eski ahşap binaların üzerine düşüyor, onlarca insandan çıkan ayrı ayrı sesler ahenkli bir uğultuya dönüyordu. Adamın attığı her bir adım sanki geçmişinde yolculuk ediyormuş hissi uyandırıyordu. Kafasının içinde bir yerlerde kapkara bir girdap dönüp duruyor, beyninin her bir hücresinin uyuşmasına neden oluyordu. Ayakları ondan bağımsız ve kararlı adımlar atıyordu. Çevresinde onlarca insan o anın değerini bilmeden yürüyordu belki de. İnsanlar hep böyle değil miydi zaten, bir anın kıymeti anca o an sararmış fotoğraflarda gizlenen bir hatıraya dönünce anlarlardı. Ailecek yapılan klasik bir Pazar kahvaltısının yahut baba kız yapılan bir gezintinin kıymetinin anlaşılması için otuz-kırk yıl geçmeliydi. Bazense öylesine umursanmazdı ki yaşamak, bir insanı son kez görme ihtimalinin farkında olmadan ve belki yüzüne dahi bakmadan gerçekleşirdi ayrılıklar. Ve günün birinde o insanı kaybettiğinde kalbinin en içinden gelen pişmanlığın verdiği buruk hisle “Keşke o anı iyice zihnime kazısaydım.” deriz. Ellerimi son kez tutuşunu, belki son kez bana gülümseyişini iyice zihnime kazısaydım da ah keşke unutmasaydım diye söylenir dururuz. Şimdi o daha iyi anlıyordu hatıralarının kıymetini. Zira aklında en ufak bir fotoğraf dahi yoktu. Eğer iyice işleseydi her bir ayrıntıyı beynine, bir trafik kazası yeterli olmazdı tüm yaşamını silip atmaya.

            Amaçsız ama bir o kadar da kararlı adımları bir meydana getirmişti onu. Sabah ezanının sesi kulaklarında çınlarken insanların camiye doğru attığı hızlı adımlara takılmıştı gözleri. Güneş caminin üzerine vuruyor, eşsiz bir manzaraya sebep oluyordu. Hemen sağımda sarı saçları omuzlarına dökülen, pembe tüllü bir elbise giyen bir kız çocuğu, elindeki kuş yemini martılara fırlatıyordu. Martılar paytak adımlarla yemlere doğru ilerliyor, bazıları direklerin üzerine konup boş bakışlarla bana bakıyordu. Meydanın ortasındaki havuzun fıskiyeleri birkaç küçük çocuğun ilgisini çekmiş olmalı ki etrafında koşuşturuyorlardı. Orada ne yaptığını bilmeyen adam ise delirmişçesine etrafında dönüp duruyordu. Uyuşmuş gibiydi, çevresindeki onlarca insanın gürültüsü ve hemen yanı başında okunan ezanın yüksek ancak huzur veren sesi birbirine karışıyor, yüreğinin ta içine işliyor, bir ışık topu tepeden tırnağa vücudunu dolaşıp her bir noktasının uyuşarak huzura kavuşmasına yardım ediyordu. Dengesiz adımları ve bir filmin en duygusal sahnesinde yaşıyormuş gibi çevresinde yavaşlayan ve buğulanan dünya hâlâ uyanmamış ve tatlı bir rüyanın ortasındaymış gibi bir hisse kapılmasına neden oluyordu. Sonra nedense bir koku, sadece burnuna gelen bir koku bir anda bu rüyadan uyanmasına sebep olmuştu. Sadece bir koku zihninde birbiriyle savaşan iki küçük savaşçıya dönüşmüş, kesik kesik ve bozulmuş bir film şeridinin hızlandırılmış bir şekilde gözünün önünde akmasına ve karanlık bir girdabın vücudundaki tüm enerjiyi çekmesine sebep olmuştu. Bir yandan kafasının içinde dönen savaşın verdiği acıya katlanmaya çalışırken bir yandan kazada aldığı darbeden dolayı oluşan yaranın dayanılmaz acısı baş göstermişti yine. Kafasına sardığı bandajı sıkı sıkı tutarken eliyle dayanacak bir yer arıyordu. Göz kapakları hızla kapanıp açılırken dünya git gide bulanıklaşıyordu. Nihayet elleriyle bir duvardan destek alırken kendini boş bir banka atmayı başarmıştı. Başını iki elinin arasına almış, kendine gelmeye çalışıyordu. Nereye baksa canı yanıyor, zihninde dönüp dolaşan görüntüleri durduramıyordu.

 

*************

                                                                                                                     

            Bir pazar sabahıydı. Eyüp Sultan her zaman olduğu gibi kalabalıktı. İnsanlar bir yere yetişmeye çalışıyor gibi hızlı adımlarla sokaklardan geçip gidiyordu. Bu telaşlı kalabalığın arasında sokaklarda yavaş yavaş yürüyen bir baba ve oğul çarpıyordu göze. İri yapılı, orta yaşlarda bir adam sevecen ve koruyucu bir tavırla en fazla 6-7 yaşlarındaki oğlunun minik ellerini tutmuş, belli ki onu bir pazar gezintisine çıkarmıştı. Annesine kalsa sabah sabah daha kahvaltı etmeden çıkmasına izin vermezdi ya, baba oğul gizliden plan yapıp öyle çıkmışlardı evden. Küçük çocuğun kahverengi gözleri mutluluktan ışıl ışıldı. Çevresini meraklı gözlerle inceliyor her fırsatta babasına çeşitli sorular yönlendiriyordu. Babası ise her sorusuna aynı güler yüzle bıkmadan cevap veriyordu.

            Baba oğul köşedeki bir dükkana uğramışlardı. Baba bir paket hurma şekeri satın aldıktan sonra sakin adımlarla yürümeye devam etmişlerdi. Meydana geldiklerinde küçük çocuk bir sevinç çığlığıyla martıların dolaşıp durduğu alana doğru koşmuştu. Daha sonra babasına dönüp, kelimeleri uzata uzata “Baba martılara yem atalım mı?” diye sorunca babası şefkat dolu bir tebessümle bir bardak yem alıp oğluna uzatmıştı. Heyecan ve mutlulukla yemleri bir çırpıda fırlatan çocuk ellerini birbirine çırparak sevinçle martılara doğru bakıyordu. Bir müddet sonra meydanı iyice gören bir banka oturmuşlardı. Çocuk bu eşsiz manzarayla büyülenmişti. Büyüyünce ben de çocuğumu buraya getirmeliyim diye düşünüp çocuk aklıyla unutmamak için her bir ayrıntıyı zihnine kazımaya çalışıyordu. Babası elindeki hurma şekeri paketini açınca enfes bir koku yayılmıştı etrafa. Küçücük bir el paketi kavrayıp içinden aldığı şekeri ağzına atmıştı. O sırada okunmaya başlayan sabah ezanıyla çocuğun bakışları camiye yönelmişti. Bu muhteşem yapıyı iyice incelerken babasının ayağa kalkmasıyla o da doğruldu. Sabah namazını birlikte kılmak için camiye doğru ilerlediler.

            O gün öğlen vaktine, güneş tam tepeden kavurucu sıcağıyla onları rahatsız edene kadar, sokak sokak dolaştılar baba oğul. Eyüp’ün tarihi havasını da, Haliç’in tuzlu kokusunu da soludular. Kedilerin başlarını okşayıp, martılarla yarıştılar. Sonunda eve dönüp ailecek geç kalmış bir kahvaltının keyfini sürdüler. Ve o günden sonra ne zaman babası işten dönerken hurma şekeri getirse eve, küçük çocuk her zaman o günü hatırlayıp tekrar gitmeyi diledi babasından. Belki fırsat olmadı tekrar gitmek, belki babası biraz erken göçtü bu dünyadan… Ancak küçük çocuk ne kadar büyüse de hurma şekerinin kokusu da o pazar sabahı Eyüp Camii’nin güzelliği de aklından çıkmadı.

 

**************

 

            Adam kafasını kaldırıp etrafına baktı. Yanakları gözyaşlarıyla ıslanmış, kafasındaki bandaj gevşemişti. Gözü önce martılara takıldı. Hafif bir tebessüm kapladı yüzünü. Hüzün dolu, buruk lakin huzurlu bir tebessüm… Caminin kubbelerini inceledi ilk defa görmüşçesine. Yine hayran oldu bu görkemli yapıya. Yürüyen, koşan yahut oturan insanları inceledi tek tek. Özelliklere küçük çocukların oyunlarını izledi özlem dolu bakışlarla. Zihnindeki yapbozun parçaları tek tek yerine oturuyor, renkler canlanmaya başlıyordu. Demek insan öyle kolay unutmuyormuş dedi kendi kendine. Bir koku, bir tat veya bir manzara yetiyormuş zamanda yolculuk yapmaya. Oturduğu banktan destek alarak ayağa kalktı. O gün hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yavaş adımlarla tekrar tekrar dolaştı bu güzelim semti. Yine içine çekti kendine has kokusunu. Gökyüzünde süzülen martılara selam verdi. Tüm sokaklarını karış karış içine çekti, ezberledi. En son yolu yine aynı dükkana düştü. “Bazı şeyler değişmiyormuş demek ki…” dedi. İnsanlar, zaman veya renkler değişiyordu belki. Ama mekanlar sabitti, oraya ait ruh asla kaybolmuyordu. Yüz yıl öncesine de gitse, yüz yıl sonraya da gitse o mekanın ona verdiği his sabit kalacaktı. Onun gibi yüzlerce insanın binlerce anısına tanıklık etmişti ya bu semt, ondandır belki de böylesine özel bir havaya sahip oluşu. Dükkana girip bir paket hurma şekeri aldı adam. Yine aynı banka oturup şeker paketini açtı. Saat ilerledikçe insanlar çoğalıyordu. Ağzına bir hurma şekeri atıp semti seyre koyuldu. Ve özlemini fısıldadı semtin rüzgârına, martılar alıp saklasın diye.

 

– İlayda Sokur

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: