Dünyaya hoş geldin çocuk. Programlandığın ve yazılımının geliştirildiği dünyaya.. Dünyaya geldiğimiz ilk 7 yıl beyne bazı programlar indiriliyor. İşin ilginci bu dünyada yapılacak işlerin %90’ını, hayatın o ilk %10’unda indirilen bu programlar belirliyor. Bu ilk yedi yılda adeta hipnoz olmuş gibi “Yüksek bir etkilenebilirlik” durumu var. O yüzden hızlı öğreniliyor. O yüzden çocuklar oyun oynamayı seviyor. Hayaller o kadar güçlü ki çocuk elindeki bir sopanın at olduğuna da inanıyor, ışın kılıcı olduğuna da. Sonra o yüksek etkilenebilirlik durumunda çocuğu başkaları hipnoz etmeye başlıyor. Hipnoz olmak takdir edersiniz ki sallanan bir cep saatinden ibaret değil. Aile üyeleri, çevre, medya, yanlış öğretiler ve arkadaşlar çocuk doğduktan sonra o çocuğu hipnoza başlıyor. Ve bu sayede çocuğu en alt bilinç seviyesi olan dünyevi sisteme uydurmak için eğittiğini zannedip „eğ“erken, fark etmeden çocuğun güzelleşmesine değil kalıplara sokup çirkinleşmesine sebep oluyor. İnsanın evladı için çabası elbette samimi; fakat „cehaletimiz“ ve „unutkanlığımız“ yüzünden onun bilincini -buradan götüreceği yegane varlığını- Hakikat ilmi ile inşa etmek yerine; geçici bir köprü bir hayal\simülasyon olan dünyanın ilmi ile inşa ediyoruz ve farkında olmadan onun varoluş serüvenine hasar veriyoruz.

Çocuğu daha önce belirlenmiş kalıpların içine sokmaya çalışırken onun seçimlerinin değil, gücü elinde bulunduran bizlerin seçimlerinin önemli olduğunu ona dayatıp duruyoruz. Ve neticesinde nur topu gibi bir „Öğrenilmiş Çaresizlik“ şartlandırması veriyoruz ellerine. Bu şartlandırma hayat boyu onların kulaklarına şunu fısıldıyor: „Yapamazsın, başaramazsın, sevgini herkese açmamalısın“ vs… İşte tam da o anda çocuğun verimli toğrağına değersizlik ve sevginin koşullu olduğu  inancının tohumunu atıveriyoruz. Çocuk korkarak otoriteye karşı itaat etmeyi, söyleneni sorgusuz sualsiz yapmanın meziyet olduğunu öğrenirken; bir tohum daha fırlatıyoruz toprağına, bu tohum, ancak başkasında olana sahip olduğunda değer bulacağını fısıldıyor çocuğa.

Şimdi gelin başarı üstüne düşünelim hep birlikte. Çocuğa „başarı“ kavramını öğretirken, çoğu zaman bu kavramı; rakamlarla belirlenen, kaç kişiyi hırsla yerinden ettiğinle ölçülen bir olgu olarak algılattığımız için, çocuğu canavarlaştıran bizler değil miyiz? Allah’ın başarı anlatımıysa çok farklı! Allah’ın başarı kavramı güzel ahlak, tevazu, duygularına hakim olma; takva, Allah’la doğru iletişim, Hakk’ın Halk’ına fayda ve yardımla ilintili! Farka bakar mısınız! Peygamberimiz (s.a.v) ev denemeyecek küçücük bir hücrede yaşamış. Ama hala peşinden milyonlarca insanı sürüklüyor… Öte yanda dillere destan sarayları olmuş Firavun ise adı her geçtiğinde lanetle anılıyor. Şimdi buradaki başarı hangisinin? Çok malı olanın mı, toplumları inşa etmiş, ölü kalpleri diriltmeye elçi olmuş olanın mı? Ateiste de sor, Yahudi’ye de Hristiyan’a da, Müslüman’a da… Senin için kim başarılı de. Çok parası olan, der değil mi! İşte karşımızda kaybolmuş beşer eğitiminde yetişen, kaybolma eğilimli beşer! Bu çocuk büyüyüp de adam olunca tabiki kolay kolay mutlu olmaz, olamaz! Tabiki insanlığına ve diğer kardeşlerine zarar verme meyline girebilir çünkü her zaman önce ben demeyi öğrenmiştir. Çünkü bilinci Allah’ın ilmiyle inşa edilmemiştir. Eninde sonunda mahvolur gider, kendi eliyle kendini mahveder. Büyüdüğünü sanar, oysa ruhen olması gereken tohum fidanına varamadan ağaç gibi katılaşmıştır. Bu yüzden kırılır, bu yüzden içi başkadır dışı başkadır. Bu yüzden kayıptır. Bizler çocuklarımıza inanmadıkları, hissetmedikleri şeyleri sadece daha çok para kazandırıyor diye yaptırıyoruz. Onların potansiyellerini öldürüp, içlerindeki dehanın açığa çıkmasına engel olduğumuz için, bastırılmış öfkelerinin ve mutsuzluklarının dünyaya ve çevrelerine yansımasına vesile oluyoruz. Bu sebeple de kendi mutsuzluklarından dolayı bizleri sorumlu tutabiliyorlar. Çünkü sorumluluk almayı da doğru dürüst öğretemiyoruz ki onlara. Başkaları ne der kaygısında patinaj yapıp durmaktan, bu kaygıdan dolayı çocukları kısıtlayıcı bir gözetim altında tutup ve o çocukların içine, bütün yaşamında kendi gibi olmak yerine, başkalarına göre şekil alan bir iç ses yerleştirmekten başka ne yapıyoruz!.. Hangi sorumluluktan bahsedebiliriz ki?!

Peygamberimiz (s.a.v.) evlatları şefkat, sevgi ve sorumluluk öğrensin diye evinde birçok hayvana yer verirmiş. Çünkü bir çocuk hayvana sevgi vermeyi, ona şefkat duymayı, bakımı için sorumluluk hissetmeyi öğrenirse onun insanlara da sevgi, şefkat ve sorumluluk gibi  hisleri duyması artık kaçınılmaz olurmuş. Sorumluluk bilincini, çocuğun dehasını doğru şekilde yapılandırmazsak, bu olguları değişken ve zalim dünyevi şartlara göre oluşturursak, her şey altüst oluyor görmüyor muyuz!?

Mesela çocuğunuza bir arkadaşı vurduğunda, ”Ee o sana vururken sen ne yapıyordun? Armut mu topluyordun? Sen de ona daha hızlı vursaydın!” diyebilen anne, baba ya da yakınlar.. Kendine vuran arkadaşları karşısında, onlara daha sert karşılık veremediği için sünepe ilan edilen evlatlarımız bile var. Kibirliyiz ve aslolanı anlayamıyoruz. Arkadaşı çocuğunuza vurduğu zaman bunun, aslında ona vuran çocuğun psikolojisinde bir deformasyon olabileceğinin işareti olduğunu görüp, çocuğumuza ona yardım etmeye çalışması gerektiğini anlatmaya çalışan kaç kişiyiz? Çocuklarımız hayvanlara zarar verdiğinde ”Aman çocuk canım yapar ne olacak?” derken pek çok potansiyel sapkın ya da seri katilin hayvana işkenceyle işe başladığını, her insanoğlunda var olan öfke ya da saldırganlık meylinin daha küçük yaşlarda dizginlenmesi gerektiğini bilen kaç kişiyiz? Çocuklarımızı ‘hep bana hep bana canavarı’ olarak yetiştirmektense, elindekini ihtiyaç sahipleriyle paylaşmanın, topluma duyarlı olmanın insanın kazanabileceği en güzel özelliklerden biri olduğunu ona öğretmeye çalışan kaç ebeveyniz? Bizler, hep bana demeye alıştırdımız, ben her zaman haklıyım, ben en iyiyim demeye yönlendirdiğimiz çocuklarımızı ilah edinip, ahir zamanda Peygamberimizin (s.a.v) işaret ettiği, çocuklarına tapan anne baba tipi olmaktan öteye gidebiliyor muyuz ki?

Yaradan bize evlat verdiğinde her şekle sokulabilen çok güzel bir tohum veriyor, çocuklarımıza oynamaları için verdiğimiz oyuncak hamuru gibi… O halde bizim görevimiz: Evlatlarımızı -Yaradan’ın kuralları doğrultusunda- varoluşunu gerçekleştirmek üzere yetiştirmek, ondaki esma (isim) tohumunu yani Hakk’ı açığa çıkartmaya vesile olmak.. Ona bu yönde eşlik etmek üzere seçilip gönderildiğimizin bilincine varıp, o tohumu doğru toprakta doğru bir bakım ve terbiyeyle Hakk’ın halkına meyve veren güzel bir ağaç haline getirmek değil de ne! Yoksa onu mahvetmek, kesmek ve kurutmak  mı amacımız!..

 

 

– Melda ÇÜÇEN

 

 

 

KAYNAKÇA

 

Doğan CÜCELOĞLU, Korku Kültürü Niçin ‘Mış Gibi Yaşıyoruz’, Remzi Kitapevi

Deniz ERTEN, İşaret 1-2, Mona Yayınevi

Deniz ERTEN, Misafir-im İşaret4, Mona Yayınevi

http://barisozcan.com/2019a-girmeden-once-en-son-bu-videoyu-izleyin/

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Sevcan

Bu nasil guzel bir yazi 👏 sizi alkisliyorum. Bu yaziya nasil denk geldim inanin hatirlamiyorum sadece ilk cumleler ilgimi cektigi icin sonra okumak icin kaydetmistim ve simdi okuma firsati buldum. Cok hosuma gitti ve umarim insanlara dusunmeleri icin bir isik olur.

%d blogcu bunu beğendi: