Şanlıurfa’nın Karaköprü ilçesinin ‘’Çevrili’’ adında bir köyü olduğunu öğreneli üç ay, bu köyün yıkık dökük vaziyetteki okulunda öğretmenlik yapmaya başlayalı 5 hafta olmuştu. Ensemden tutulup derin bir kuyuya atılmış gibi hissettiğim günleri geride bırakmış; küçük burunların üstündeki donmuş sümüklere, soğuktan morarmış yalın ayaklara alışmaya başlamıştım. Alışamadığım (ve alışamayacağım) tek şey susuzluktu. Köy sakinleri, su ihtiyaçlarını evlerinin önündeki kuyulardan sağlıyordu. Okulumuzun müstakil su kuyusu ise köyün neredeyse dışında bir yerdeydi ve anlattıklarına göre kuyunun dinamosu yaklaşık bir senedir arızalıydı. İçme suyu sorununu evden getirdiğimiz şişe sularla bir şekilde halledebiliyorduk ancak tuvalet ihtiyacımızı ben camiye giderek; çocuklar ise kimi zaman evlerinde kimi zaman da rahatlarını hiç bozmadan okulumuzun sıralarında hallediyorlardı.

 

Su konusunda muhtar, milli eğitim, belediye derken gitmediğimiz, yardım istemediğimiz yer kalmadı. En sonunda belediyenin su işlerinden birkaç görevli sorunu gidermek için iki-üç gün art arda gelip kuyuya baktılar. Hem görevlilere yardım etmek istediğim, hem de her insan gibi belediye çalışanlarının başında kalabalık yapmayı sevdiğim için ben de ders aralarında kuyuya gidip geldim peşime takılan öğrencilerimle. Kuyu, okula 10 dakika yürüme mesafesinde, köyün biraz dışında ‘’köy mezarlığı’’ diyebileceğimiz yerin hemen yanındaydı.

 

Belediye işçilerinin geleceğini öğrendiğim bir sabah, yanımda üç öğrencimle yine kuyuya doğru yola çıktım. Mezarlığın yanından daha önce de gelip geçmeme rağmen gözüme sanki ilk kez çarpan çocuk mezarlarını gördüm. Daha önce farketmediğime şaşacağım kadar çoklardı. Ölüm ile ilgili pek de sakin düşünemeyen ben, minicik mezarları parmağımla sayarken buldum kendimi. Neredeyse köydeki hane sayısı kadardı.  Peşimden gelen öğrenciler o sırada bir keçinin peşinden koşmakla meşguldü. Dayanamayıp sordum kızlara:

 

  -Niye bu kadar küçük mezar var burada?

 

İlk önce Berfin duydu beni. Üçü de yanıma yanaştılar.

 

  -Şu taşı büyük olan mezar Sabri’nin öğretmenim, benim kardeşimdi o, dedi Berfin. Bunu söyledikten sonra peşinden koştuğu keçiyi yakaladı gülerek. Merve’yle Dilan da Sabri’yi hatırlamış olacaklardı ki yüzlerinde sevecen bir ifade belirdi. Merve utanarak:

 

  -Saçları öyle güzeldi öğretmenim, sarı sarıydı.

 

Gözümde Sabri’yi canlandırmaya çalışırken soruverdim:

 

  -Ne oldu… Yani niye öldü?

  -Kuyuya düştü, dedi Dilan. Hiç durmazdı öğretmenim yerinde, öyle yaramazdı.

  -Şuradaki de Eyüp’ün kardeşi öğretmenim, diye atıldı Merve.  Yusuf’tu adı. Şu ağacın altındaki işte. Amcamların kuyusuna düştü  ta eskiden.

 

Onlar sakin sakin anlatırken acaba şu an kanımın çekildiğinin farkındalar mı diye düşündüm bir an. Daha fazla konuşamadım. Bu minik çukurlarda yatan çocukların hangisinin hangi kuyuya düştüğüyle ilgili daha fazla konuşmaya cesaretim yoktu.

 

Günler geçti. Suyumuz geldi, gelmedi. Aktı, akmadı derken yine susuz kaldık tam sıcakların bastırdığı zamanlarda. Susuzluk, suyun gelmesine uğraşmaktan daha katlanılabilir olduğundan susuzluğa alıştık biz de.

 

Su gelmedi ama kötü bir haber geldi.  Haberi daha önce verebilmek için yarışarak odama dalan çocuklar birbirlerinin seslerini bastırmak için bağırarak ‘’Furkan’’ dediler.  Öldü dediler. Düştü dediler. Kuyu mu dedim. Kuyu dediler. Sonra boğuşarak, gülüşerek çıkıp gittiler; duyduğum şeyi nasıl kaldıracağımdan, bundan sonra uyumakta nasıl zorlanacağımdan habersiz.

 

Furkan, öğrencilerimden Abdullah’ın küçük kardeşiydi, önümüzdeki sene başlayacaktı okula. Ara sıra okul bahçesinde görürdüm abisinin peşinde koştururken. Birkaç kez konuşmaya çalışmıştım ama Türkçe bilmiyordu. Utangaç ve korkmuş bir ifadeyle abisine ‘’bu herif şimdi neden benimle konuşmaya çalışıyor ki’’ der gibi bakıyordu. Furkan o günden sonra bir daha beni hatırladı mı bilmiyorum. Ancak ben onun upuzun kirpiklerini, kocaman gözlerindeki ürkek bakışlarını asla unutamadım.

 

Ertesi gün taziye evine gittim. Eve gider gitmez Abdullah’ı aradı gözlerim. Küçük bir çocuk kardeşini nasıl uğurlar? Hayatının bundan sonrasında nasıl bir yarayla yaşamak zorunda kalır? Kuyudan çektiği suyu içerken, kursağından kardeşini nasıl geçirir? Bunları düşünürken daha fazla içerde duramayıp kendimi evin kapısının önüne attım. Küçük bir erkek kalabalığı sigara içip konuşuyordu. Cenaze işleriyle ilgili çocuğun babasına bir şeyler söylüyordu köylüler. Başka bir köyden geldiğini düşündüğüm bir tanesi babaya dönüp:

 

  -Ölüm kağıdını falan götür geciktirmeden.

  -Nereye… Niye?

  -Belediyeye galiba. Götürmen lazım.

 

Baba sigarasından bir nefes çekip donuk bir bakış attı karşısındakine. Sonra konuşmaya başladı:

 

  -Az kaldı. 3 ay olmadan doğum yapacak Aynur. Erkek olursa Furkan’ın kimliğini veririz. Öyle olur.

 

Diğerlerinin ne cevap verdiğini tam duyamadım. Ama babanın anlattığı şeyin ilk defa yapılmayacağını anlayabileceğim kadar normal karşıladıkları belliydi. Bu köyde gerçek anlamda reenkarnasyon hadisesi alışılmış bir şey olmalıydı. Oradan nasıl ayrıldım bilmiyorum. Sadece o gün okula dönerken evlerin önündeki kuyuları görünce kafamı çevirdiğimi hatırlıyorum. Zihnimde tılsımlı bir kuyunun içinden geçip reenkarne olan çocuklar canlanmaya başladı. Küçük bedenler, havada süzülerek bir kuyunun içine dalıp, oksijenle buluşan ciğerlerinin acısını haykırıp ağlayan yenidoğanlar olarak çıkıyorlardı kuyudan. Bütün bu karmaşık görüntüler kafamda gezinirken köy mezarlığında buldum kendimi. Okulun kuyusuna baktım, mezarlara baktım. Buraya geldiğim 5 hafta içinde ne değişti diye düşündüm. Kuyumuz yerinde. Suyumuz yok. Neyimiz var?

 

Fazladan bir küçük mezarımız.

 

– Tunahan ÜNAL

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: