Kazalar genelde istemsizce meydana gelirler ancak bazı kazalar vardır ki bilerek meydana gelirler.
Buna kontrollü, mükemmel kaza deniyor.
Mesela seyahate çıkıp kendi evini yakan insanları düşünün, kendisini bir arabanın önüne atıp polise çarpıp kaçma ihbarı veren insanları düşünün. İnsanlar bunları çaresizlikten yapıyorlar.
Eğer HIV pozitif olmamı buna bağlıyorsanız yanılıyorsunuzdur. Asıl çaresizlik, elmacık kemiğimden alt dudağıma kadar olan kesiktir. Her konuşmamla ya da yemek yememle beraber kan sızdıran şu kesiktir. Ve kafamdakilerle beraber boynumdaki ve kollarımdaki yaralardır.
Bu kesikler, özellikle de yüzümdeki, birçok işe yarıyor. İnsanlar bana daha fazla ilgi gösteriyorlar, bana acıyorlar ve nedenini merak ediyorlar. Ancak ben yeni kabuk bağlamış yaramı kocaman bir gülümseme ile çatlatıp kanatmaya başladığımda ise bana hiçbir şey sormamaya karar veriyorlar.
Böylece dırdırcılardan kurtuluyorum.
İnsanlar benimle muhattap olmak istemiyorlar.
Peynir de ve yanağındaki şu büyük yara sonsuza dek kapanmasın. Ya da her kusmaya gittiğinde ya da her yemek yediğinde. Tıpkı açık tutmaya çalıştığın bir lavabo gibi.
Bugün cumartesi, yani bugün Rita’yı göreceğim demek. Bağışıklık sistemi günden güne zayıflayan Rita’yı.
Geçende bana ne kadar neşeli olduğunu söylemişti. İkimizde salonun ortasında otururken bana söylemişti bunu.
“Artık vaktim yaklaşıyor.” demişti. “Ama sorun yok.”
Tıpkı kurban edilmeyi bekleyen bir koyun gibiydi.
Tavukların hareket bile edemediği bir tavuk çiftliğinde ki şişirilmiş ve ölmeyi bekleyen bir tavuk gibiydi Rita.
Dayanışma grubunda herkes asık suratlıdır. Yüzleri hiçbir şekilde gülmez.
Oradaki herkes ölmeyi bekleyen şişirilmiş bir tavuk gibidir.
Ve Rita bana bunu söylediğinde sarılmıştık, bende onun sırtını okşayıp ona destek vermeye çabalarken Rita bana, “Her şey iyi olacak.” diyordu.
Sonra hıçkırarak ağlamaya devam etmişti. O an Rita’nın dağınık, kısa saçları bana yastık gibi gelmişti. Rita ile iyi anlaşıyorduk.
Ve bende kafamı onun omzuna koymuş, kendimi teslim etmiştim. Rita’yı ve ağlamasını dinlemiştim. Ve o an anladım ki sevdiğimiz herkes bir gün ölmüş olacak.
***
Otobüs, topluluk merkezi, üst katlar, floresan lambalı salon ve Rita. İşte ona doğru yürüyorum: Tek dostum ve kurtarıcım. Birçok ortak yönümüz var.
Rita, “Yanağına ne oldu?” diye soruyor.
Önce hafifçe gülümsüyorum. Kabuk çatlıyor.
“Önemli bir şey değil canım.” diyorum.
“Çok kötü duruyor.” diyor ve yüzümdeki yarayı incelemeye başlıyor.
Peynir de.
Diyorum ki: “Bir şey değil.”
“Bunu sana kim yaptı? Nasıl oldu bu?”
Peynir de ve yaran sonsuza dek kapanmasın.
“Elinde çakısı olan bir herifin teki yaptı. Cüzdanımı çalmaya çalışıyordu.”
İşte kanıyor. Haddinden fazla konuştum.
“Tanrım, şuna bak.” diyor. “Vah, vah, vah.”
Sonra Rita ufak, siyah çantasından bir mendil çıkarıp yanağıma bastırıyor.
O kadar hafif bastırıyor ki mendili sanırım yarayı daha kötü edeceğini sanıyor.
“Bunu tut.” diyor.
“Sağ ol.”
“Konuşma,” diyor. “Daha kötü edersin.”
Ben yanağımda mendil yapışık bir halde otururken danışman konuşmaya başlıyor.
Ve konuşuyor.
Konuşuyor.
Konuşuyor.
Sonra top bende denen bir oyun oynuyoruz, belki biliyorsunuzdur. Ortada bir top oluyor ve sırayla topu birbirimize veriyoruz. Ve top her kimde ise o kendinden biraz bahsediyor ve konuşması bitince topu yanındakine veriyor.
Joe.
Tricia.
Scarlett.
Owen.
Ve top Rita’ya geliyor. Rita bize yakında aramızdan ayrılacağını ama her şeyin daha iyi olacağını söyleyip bize iyi şanslar diliyor. Ona teşekkür ediyoruz.
Seans bittikten sonra ise Rita ile topluluk merkezi binasının önünde durduğumuzda Rita’ya eğer kullanmadığı bir oje falan varsa alabilir miyim diye soruyorum.
***
Rita’dan ödünç aldığım ojeler ile boyadığım küçük cam kaplara sıvı haldeki parafin mumunu döküyorum.
Evet, mum. Hemde bir sürü mum.
Mum yapabilmek için ince noktaları bilmeniz gerekir. Önce mutfakta bulabileceğiniz en boktan kabı bulun. Eğer parafinle çalışıyorsanız en önce stearini eklemeniz gerekir. Ve eğer stearin kullanmazsanız mumunuz sertleşmez.
Stearini ekledikten sonra katı haldeki parafini eklemelisiniz ve parafin eriyene kadar kabı ısıtıp karıştırmaya devam etmelisiniz.
Parafin eridikten sonra ise mumu oda sıcaklığındaki bir kaba almanız gerekir. Oda sıcaklığında diyorum çünkü mumu dökeceğiniz kalıp soğuksa mum her noktada eşit olarak donmayacaktır.
Ayrıca mumu kalıba dökerken kalıbı eğik tutmanız gerekir yoksa hava kabarcıkları oluşturarak yaptığınız şeyi mahvedebilirsiniz.
Ancak bu da yetmez, dolayısıyla hava kabarcıklarından tamamen kurtulabilmek için mumu dar bir kürdanla karıştırırsınız. Sonra mumu dışarıda bir süre beklettikten sonra donması için buzdolabına gönderirsiniz.
Paige bana buzdolabındaki mumları gösterip bunlarla ne yapacağımı soruyor.
Sonra, “Bunları s-s-sa-satacak m-mı-mısın?” diye soruyor.
Başımı evet anlamında sallıyorum.
“B-b-birini yakabilir miyim anne?” diye soruyor.
Hayır, tatlım, hayır. Onlar daha donmadı.
Başımı hayır anlamında sallıyorum ve buzdolabının kapağını kapatıyorum.
“B-b-biliyor musun,” diyor Paige. “Konuşamadığın zaman d-d-daha iyi oluyorsun.”
Ve Paige içeri gidiyor. Ben de mumu kalıplara dökmeye devam ediyorum.
Kocam Mallory artık ne yapıyor umrumda bile değil. Bir insanla uzun süre yakın durduktan sonra onlardan ayrı kalmak istersiniz. Hele bu insanlar boş insanlar iseler onlardan ayrı durup kafanızı dinlemek size iyi gelir. Tıpkı bir ilaç gibi. Evet, öyle, ilaç gibidir.
İlaç.
Tabii ya, HIV için aldığım ilaçlar, artık diğer yan etkileri de göstermeye başladı: Baş ağrısı, yorgunluk, mide bulantısı ve kilo kaybı.
Yavaş yavaş bir iskelete dönüşüyorum. Ya da siz buna hamamböceği de diyebilirsiniz ya da bir örümcekte diyebilirsiniz.
Dış dünyaya, insanlara, reklamlara, trafiğe, şehre, her şeye ve herkese yabancıyım artık. Kendime bile. Artık aynada kendimi tanıyamıyorum.
Yakında aynanın öbür tarafındakini bir başkası sanıp korkudan polisi aramaktan çekiniyorum. Böyle insanlar var, gerçekten.
Ve dediğim gibi, bu yaralar çok işe yarıyor. Hele yanağımdaki şu büyük olanı. Huzura ermeme yarıyor. Paige artık bana devamlı sorular yöneltmekten çekiniyor. Mallory muhattap bile olmak istemiyor. Rita bana şefkatle bakıyor. İnsanlar benden uzak durmak istiyor. Sizinle para karşılığında yatmak isteyen heriflerden, konuşmaya can atan insanlardan, sorunlulardan direkt birkaç adım ötede duruyorsunuz. Bir ağaç kadar sakinim.
Ben bir tepeden aşağı yuvarlanan sürrealist dünyaya ait bir kukla değilim. Ben bir turistim. Bir uzaylıyım.
Yalnızca Tommy Hilfiger kazak giyenleri alıyoruz.
***
Yürüyüşe çıkmıştım, zaman akıp geçmiş, kendi iç dünyama dalmışım ve şimdi de hiçbir yerdeyim. Hiçbir yerin hiçbir yeri. Şehrin içindeki başka bir şehir. Buraya daha önce gelmemiştim.
Otobüse atlıyorum. Mumları satmam gerek, elimde birkaç tepsi mum var. Eve vardığımda ise mumları karavana yükleyip Cumartesi Pazarına gidiyorum.
İşte burası, Cumartesi Pazarı.
İşte burası, kendi tezgâhım.
Bir müşterinin buradan geçmesini diliyorum.
Cumartesi Pazarında yer almanız çok kolaydır. Sizden istedikleri tek şart yapıcının satıcı olmasıdır. Ya da yaptığınız şeyleri satacak kişi bir yakınınızda olabilir.
En iyi müşteriler genelde annelerdir. Sizinle ilgilenmekten hoşlanırlar, eğer sizi es geçerlerse bu içlerinde kalır. Bu yüzden en karlıları onlardır.
Tezgahının başında bekleyen, şu yara bere içindeki zayıf, orta yaşlı kadına bakın.
Bir müşteri yaklaşıyor.
“Mumlar ne kadar?” diye soruyor.
Bazıları önündeki koca fiyat etiketini okuyamazlar. Birisinin onlara göstermesi gerekir.
“Beş dolar hanımefendi.” diyorum.
Ve bir tane almak istediğini söylüyor.
Yanımda, boş zamanlarında oyduğu tahta heykelcikleri satan emekli bir adam var. Büyük ihtimalle birkaç sene önce çalıştığı devlet dairesinden emekli olmuş ve karısıyla beraber banliyödeki orta halli evlerden birinde oturuyor.
Adam bana dönüyor, elleri şortunun cebinde ve polo bir gömlek giyiyor.
“Bu hafta işler biraz daha iyi yürüyor.” diyor.
Sonra, “Sence?” diye soruyor.
Kafamı kaldırıyorum, gülümsüyorum. Şu pis sırıtışıma bakın. Sizde demir tadını alabiliyor musunuz?
“Evet, işler iyi gidiyor.” diyorum.
Gülümsüyorum. Ben gülümsedikçe adamın yüzü buruşuyor. Ama bir müşteri yan tezgahtaki adamı oyalamaya başlıyor ve tabii ki yüzündeki tiksinç ifade müşteriye döndüğü anda gülücüğe dönüşüyor.
Bir ağaç kadar sakinim.
Bu mumların içinde durduğu kavanozları elde edebilmek için canım çıktı.
Yüzümde ufak bir ıslaklık hissediyorum.
Cam kavanozlar… Onları tabii ki de satın almadım. Onları çaldım, geri dönüşüm merkezinden. Evet, geçen gece oradaydım ve tel örgüleri tırmanıp bir sürü cam atığın arasında kavanoz arıyordum. Büyük ya da küçük, fark etmezdi. Ve etrafta bir sürü cam şişe vardı, binlerce. Hatta bu şişeler o kadar fazlaydılar ki küçük tepeler oluşturuyorlardı.
İşte bu koca cam atık toplama alanındaydım. Bastığım zemin sadece cam kırıklarından ve camlardan oluşmaktaydı. Ama genellikle bunlar cam kırıkları idi.
Ne var ne yok diye etrafta gezinip bulduğum sağlam kavanozları elimde ki büyük siyah çantaya atıyordum ki karşıma bir kamyon çıkıverdi. Bende bu kamyonun arkasındaki atıkları incelemek istedim ve kamyonun yanına gittim. Kamyon eski model damperli bir Mack kamyonuydu.
Tırmanmak istedim ancak karanlıkta bastığım yeri görmekte zorlanıyordum. Ve tam son basamağı tırmanacağım derken ayağım kaydı ve bir cam yığınının üstüne düşüverdim.
Javais vu. İşte acı böyle bir şey. Bir cam kırığının bıçaktan farkı yoktur. Sizi deşer ve en kötü tarafı da bu ufak cam kırıkları derinize batar. Daha sonra her birini tek tek çıkarmanız gerekir.
Her yerim kesik içindeydi ve bende oradan ayrılmaya karar verdim. Canım FENA halde yanıyordu. Çantayla beraber tel örgüleri tırmandım, otobüs durağında bekledim ve eve giden ilk otobüse bindim. Bir elimde kavanozlarla dolu bir çanta vardı, diğer elimle ise otobüsün tutunma direklerine tutunuyordum ve arkaya doğru ilerliyordum. Otobüsteki birkaç kişi bana dehşetle bakıyordu, hiçbir şey demiyorlardı. Ve ben ancak oturduğumda ne kadar berbat bir halde olduğumu fark edebilmiştim.
Sıyrılmış dirseklerimden kan damlıyor, yüzüm kanıyor, kan yutuyor ve cam kırıkları derimin üstünde parıldıyordu. Tutunduğum yerlerde ise kanlı el izlerim vardı. Tıpkı eski çağlarda yaşamış insanların zamanında mağara duvarlarına ellerinin izini bastıkları gibi.
İşte işime gelen kaza böyle oldu.
– Onur Güner
Tebrik ediyorum çok güzel kurgu ve ilgi uyandırıcı anlatım.