Hayatınızın en mutlu anının hangisi olduğunu hiç düşündünüz mü? Geri kalan hayatınızda bir daha o kadar mutlu bir an yaşamayacağınızı öğrenseniz nasıl yaşamaya devam ederdiniz? İnsanlara böyle afili sorular soracak kadar bilge bir kişilik değilimdir aslında. Öyle bir izlenim bıraktıysam özür dilerim. Sizden değil, kendimi bu duruma soktuğum için, kendimden özür dilerim. Ben hayatımın en mutlu anını henüz altı yaşındayken yaşadım. Bir prensesi kurtardım. Tabii ki bunu gerçekte değil, bir oyunda yapmıştım ve kurtaran kişi de aslında tam olarak ben değildim, Mario’ydu. Ben Mario olmuştum ve Mario olmayı çok sevmiştim.

En mutlu anı ömrünün henüz başında yaşamak gerçekten çok büyük bir talihsizlik. Bu tıpkı dizi izlemeye karar verip önce Breaking Bad’i izlemek gibi bir şey. En iyisini ilk başta izliyorsunuz ve sonra öbür diziler hep eksik kalıyor. İşin tuhafı, hayatımın en büyük şaşkınlığını da aynı yaşta yaşadım. Prensesi kurtardıktan sonra iyice gaza geldim ve bu müthiş kahramanlık yeteneklerimi başka oyunlarda da sergilemek istedim. Bir kasetin üstünde “99 in 1” yazıyordu. Bunun, bir kaset içerisinde 99 oyun olduğu anlamına geldiğini öğrendiğimde ise şüpheci kişiliğim kendini gösterdi. Mario oynamak için sadece bir kaseti takıyordum ve içinde Mario dışında bir tane bile oyun olmuyordu. Elimdeki bu bulgulardan yola çıkarak 99 in 1 durumunun saçmalıktan ibaret olduğuna kanaat getirdim. Bunun, geri zekalı küçük çocukları -tanıdığım bütün yaşıtlarım- kandırmak için ortaya atılmış bir palavra olduğunu sezecek kadar üstün bir çocuk olduğum için kendimle gurur duydum. Ne var ki kaseti taktığım zaman gerçekten de içinde tam 99 (doksan dokuz) oyun olduğunu gördüm. Tam 36 (otuz altı) kez saydıktan sonra emin olmak için anneme de saydırdım ve sonunda doksan dokuz oyun olduğuna kesin bir şekilde ikna oldum. Oyunların hepsini tek tek oynadım ve hiçbiri Mario’nun verdiği zevki veremedi. En çok Circus’u beğendim. Sirk gösterisi izlemekten müthiş zevk alan birisi olarak, bu sefer o gösterileri benim yapıyor olmam beni mest etti. Gerçek hayatta yapamayacağımı bildiğim şeyleri oyunlarda yapıyor olmaktan büyük zevk alırım. Mesela gerçek hayatta asla bir prensesi kurtaramam. Çünkü uğruna kahramanlık yapmaya değer bir prenses bile yok. Tabii bu o zamanlar kendimi kandırmak için söylediğim ve gayet de başarılı olan bir sözdü. Prenses, kimsenin olmadığı bir odada, basit bir düğümle bağlanmış olsa ben o düğümü bile açamam. Elim ayağıma dolanır. Yanlışlıkla boğarak öldürürüm. Ya da binlerce seyircinin önünde alevli bir çemberin içinden atlamam gerekirse, bilin ki o işin sonunda çığlık ve itfaiye sesleri duyulur. Hayatım boyunca hep böyle şanssız birisi olmuşumdur. Yaşım ilerledikçe, çok az daha -gerçekten çok az- olgunlaşmaya başladım ve bunun şanssızlık değil, beceriksizlik olduğunu kabul ettim.

Yine de hiçbir zaman tam olarak beceriksiz bir insan olduğumu düşünmedim. Genellikle beceriksizliğin sınırlarını zorlasam da bazen aksine dünyanın en becerikli insanı olabiliyorum. Bu değişim nasıl ve ne zaman oluyor bilmiyorum. Tek bildiğim içimde birbirinden farklı insanlar var. Bazen bir olay karşısında çok olgun bir tepki verip herkesi şaşırtabiliyorum. Bazen bir konu hakkında çok zekice yorumlar yapabiliyorum. Bazen Mario’yu tek canla bitirebiliyorum. Fakat bu saydığım olumlu kişilere çok az rastlıyorum. İçimde sanki başıboş bir sınıf var. Bu sınıfta sürüsüyle öğrenci var ve o gün tahtaya kim kalkarsa ben o kişi oluyorum. Aynı 99 in 1 kaseti gibiyim. İçimde 99 kişi var, fakat hepsini toplasanız bir Mario etmez.

 

– Alper Salih

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: