—  Bölüm Bir —

Küçük postacı çırağı bu İstanbul’un Beylerbeyi semtindeki beyaz, taş süslemeli büyük köşkün kapısını çaldığında Ranan Hanım heyecanla araladı kapıyı. Oldukça ihtişamlı, koca koca ağaçların bahçesinde arz-ı endam ettiği heybetli bir evdi. Zarfı açıp birkaç dakikada okumaya koyuldu selamlığa geçip. Mektup aynen şöyle başlıyordu…

“2 Kasım 1915
Gelibolu

 

Sevgili Validem…

Tahmin ederim ki uzun zamandır yazmamı bekliyor olmalısınız. Lütfen sizi bu bekleyişle kedere boğduysam affedin. Cephede hayli endişeli bir hava hâkim. Savaşın zannederim ki en çetin şartları içindeyiz. Kar bastırdı. Siperlerde yarım saatten fazla kalabilmek imkânsız hâle geldi. Neferlerin sığındıkları çadırlar çok ehemmiyetsiz. Her sabah buz tutmuş bir bez parçasının altında cenke uyanıyorlar. Ama tüm bunların sizi sıhhatimle alakalı bir endişeye sürüklemesini istemem. Gayet iyiyim.

Ama sizin de, benim de bildiğimiz üzere dönmeme ihtimalim var. Bunun sizi tek oğlunuz olarak ne kadar sarsacağını tahmin ederim. Biricik kardeşim Rümeysa bu boşluğu Allah’tan dolduracak bir hediyedir hanemize. Kendisini ne kadar özlemle andığımı anlatamam.

Biricik Validem…
Size yazma sebebime gelecek olursak, bu sizin elinize geçecek bana dair tek mektup olacağını bilmemdendir. Zira Rümeysa’nın yaşında, henüz on beşini bile doldurmamış mektepli talebeler gelip duruyor cepheye. Kimi tıbbiye, kimi mühendis, kimisi ise öğretmen olacağı tahsili vatan uğrunda geride bırakmış. Anadoludan babası cephede şehit düşmüş, kocası şehadet şerbeti içmiş dul kadınlar, Rümeysa’dan küçük, on iki yaşında sabiler ölmek için akın ediyor. Onlar, ‘Vatana can vermeye geldik’ derken benim selametimin ne önemi olabilir ki? Bu sabah biri kollarımda can vermişken hele… Hâlâ kanlı bedeninden feveran eden kan üzerimde kurumamış ve parmaklarımda duruyorken… Ama elbette biz bunları göze alarak buraya geldik. Sakın size yazdıklarımı bir zayıflık olarak görmeyiniz. Benim tek endişem sizin nazarınızda zayıf addedilmek olabilir ancak. Zira vatana verecek canından başka sahibi olduğu hiçbir şey kalmayan bu insancağızların yanında oğlunuz, biliniz ki büyük servet sahibidir.

Fakat Validem, şartlar her geçen gün bizi biraz daha müşküle sokmakta. Ben aslında düzenli olarak tuttuğum günlüğümün canıma bir şey olması koşulunda size ulaştırılmasını vasiyet ettiğimden, hiç mektup yazmamaktı kararım. Lâkin bir parça kuru ekmeği yedi arkadaş bölüşen erlere yakınlarına haber etsinler diye sayfa sayfa, koparıp koparıp verdim. Bugün defterimde son kalan iki yaprağı da sizin için ayırdım. Lütfen beni bu pervasızlığımdan ötürü affedin. Cephede kâğıt bile bulmak hayli güç bir hâl aldı. Bir yaprağın önünü başka birliğe istihbarat için yolladığımızda, arka yüzüne not edilmiş cevapla geri aldığımızı gördüm. Hatta aynı sayfanın üzeri karalanarak üçten fazla kullanıldığını da… Bu şartlar altında benim tek tarafı gereksiz teferruatlarla yazılı günlüğümün bir ehemmiyeti kalmıyordu. Nihayetinde yine bir hâl çaresi bulundu. Ama açlık Anne; ona nasıl çare bulunur, bilemiyorum…

Kıymetli Validem…
Size yazma sebebimin esası ne yazık ki budur!.. Kuru ekmeğini kar suyuyla ıslatıp yanındaki arkadaşına yediren, üzüm hoşafından başka bir şey olmayan sahana on iki kişi diğerlerine ayıp olmasın diye beşten fazla kaşık götüremeyip aç kalkarken, gereksiz birkaç düşünce artığı kelâmın yasını tutmak yakışır mı bana? Buğday, mısır ambarları tükeneli aylar oldu. Herkes sıcak bir ekmeğin düşüyle uyumakta. Ocağındaki son buğday çuvalını da omuzlayıp gelen köylüler de olmasa, savaşı açlıktan zaten kaybetmiş olurduk. Biliyorum, bizim rahmetli Pederimden kalan, başımızı soktuğumuzdan gayrî bir mülkümüz yoktur. Belki bana, ‘Onu da sana göndermek için elden çıkarırsak açıkta kalırız’ diye sitem edebilirsiniz; ama ben anladım ki zaten bu harp bizler için değil, bu vatana özgürce doğacak torunlarımız içindir. Ve sizden bunu rica ederken tek oğlunuz olarak size ve kardeşime sahip çıkamamak yegâne üzüntümdür. Önce Allah, sonra yazdığım kalemden bile ar ederim bunları karalarken. Ama lütfen Validem, köşkü yalvarırım satın ve meblayı bana ulaştırın.

Benim mavi gözlü, pamuk tenli, yasemin kokulu Validem; sizden son olarak nişanlım Afife’ye olur da dönemezsem, benim yasımı tutmamasını tembihlemenizi rica ediyorum. Lütfen evlensin… Lütfen kısmetlerini tepmesin ve mesut olsun. Artık daha fazla oyalanamam. Sipere dönmem gerek. Sizi tüm içtenliğimle kucaklayıp veda etmem gerek. Rüzgâra bile küçüklüğümün geçtiği kucağınızın sefkâtini hatırlatan yasemin kokusunu burnuma getirmesi için yalvarır oldum. Sizi hasretle kucaklıyor ve ellerinizden öpüyorum Anneciğim…

Oğlunuz,
Yüzbaşı Ahmet Nedim Kumcalı”

 

— Bölüm İki —

Ranan Hanım çok değil, beş gün sonra köşkü elden çıkardı. Cepheye bir küçük kutu içine iliştirilmiş mektup ile haberini yolladı. Mektup da aynen şunlar söylenmişti…

“Evlâtcım…
Oğlum, mektubunu aldım, seni ne kadar özlediğimi yazabilmem ne yazık ki mümkün değil. Bu sebepten bu satırları kısa tutuyor ve sana köşkün altmış bin liraya sattığım meblasını tez zamanda ulaştırmasını diliyorum ulağımın. Yalnız iki yüz lirasının eksik olduğunu bilmeni isterim. Lâkin sakın bunu kendi keyfiyetim için eğlediğimi düşünmeyesin! Bu kısmını sana bunu ulaştırırken cepheye gidiş ve dönüş yolunda harçlık etsin diye, bu küçük postacı çırağına bu vazife için verdiğimden bil ki eksiktir. Yolda posta arabalarını bile eşkıya İngiliz ve Fransız birliklerinin yakıp yıkıp, talan ettiğini bildiğimden el altından, gizlice yolluyorum. Bu arada bizi sakın merak etmeyesin. Teyzelerinin Büyükada’daki evine geçtik. Artık evimiz burası. Eniştem ve ablam, kardeşin ve beni büyük bir konukseverlikle misafir ediyor.

Yasemini sana ben göndermek dileğindeydim. Fakat bu mümkün değil artık. Nişanlının elleriyle işlediği mendilin içinde bulacaksın birkaç demet. Mektuba iliştiriyorum. Allah’tan seni bana sağ salim kavuşturmasını dilerim bir an evvel. Ama olurda şehit düşmüş isen, bu kutu her kimin eline geçerse geçsin, bilinsin isterim ki, cephedeki vatan neferlerine anamın ak sütü gibi helâldir. Zinhar geri iade etmeyiniz!

Annen Ranan”

— Bölüm Üç —

Ranan Hanım’ın ikamet ettiği Büyükadadaki köşkün kapısı iki haftalık bir zamanın ardından yeniden çalındı. Aynı ulağın elinde küçük, rulo hâlinde, bir yüzü garip, mat bir dantela ile sırlanmış, mühürlü bir pusula vardı. Bu ilk defa rasgeldiği materyalin tedbir amaçlı bir şey olduğunu varsayıp, çok beklemedi. Hemen kapının önünde mührü açtı ve iç kısımdaki satırları birer birer okumaya başladı…

“15 Kasım 1915
Gelibolu

 

Ranan Hanıma hitaben;

Ben İstihbarat Bölüğü Paşası, Ferit Ali Taşlıcalı. Ranan Hanım, göndermiş olduğunuz ulak nezaretinde içinde beş yüz seksen bin liranın bulunduğu kutunun tarafımdan teslim alındığını bilmenizi isterim. Bu meblâyı cephedeki neferlerimizin selameti için, hayır duanızla tasarruf edileceğinden şüpheniz olmasın. Buna şerefim ve namusum üzerine yemin ediyorum.

Yalnız, sizin de anlayacağınız üzere, size bu satırları benim kaleme almış olmamın altındaki sebep malûmdur. Ranan Hanım, oğlunuz Yüzbaşı Ahmet Nedim Kumcalı, 2 Kasım 1915 günü, öğleden sonra şehit düşmüştür. Kendisi ileri derecede Fransızca ve İngilizce bildiğinden emrim altındaki istihbarat yazıcısıydı. Düşman mevzilinden elimize geçen telgraf ve yazışmaları okuyor ve tercüme ediyor, gerek cevaben notlar kaleme alıyordu. Ben tutmuş olduğu günlüğün sayfalarını yırtıp yırtıp gerek bir askere mektup niyetine, gerekse bu görevinde pusula niyetiyle kullandığına şahidim. Ben de bu satırları onun günlüğünün son sayfasını bulduğum, masasının gizli bir bölmesinde elime geçmesi üzerine size yazıyorum. Fakat okuyunca neden bu sayfayı bilhassa saklamış olduğunu keşfettim. Bu da beni derin bir kedere boğarak, arafta bıraktı. Sayfanın arka yüzünde oğlunuzun günlüğünden bir bölüm bulacaksınız. Tıpkı onun burada bizim için sahibi olduğu tek eşyasını koparıp koparıp vatan namına feda etmesi gibi, yine size yazacağım mektubun da kelâmı kendi günlüğünün sayfasıyla elinize ulaşacaktır. Aslında bunu size göndermekteki tereddütümü okuduktan sonra anlayacağınızı ümit ederim. Okuyunca anlayacaksınız ki, bu sayfayı size göndermek yerine pusula niyetiyle kullanmak, başka bir mektup yazılsın diye vermek, imhâ etmek, hele ki saklama cesaretini kendimde bulamadığımı bilin isterim. Ahirette dilerim bununla karşınıza gelmem. Bir annenin bizzat kendi ellerimle dağladığım yüreği şehadetime dilerim mâni olmaz. Hürmetlerimle sabır diliyor ve aynı ulakla size bu pusulayı yolluyorum. Vatan sağ olsun…

İstihbarat Kumandanı
Paşa Ferit Ali Taşlıcalı”

 

— Bölüm Dört —

Ranan Hanım hıçkırıklara boğulmuştu. Satırları kör eden bir gözyaşı ile nasıl okumayı başarmıştı, kendi bile anlayamadı. Yaklaşık üç saatin ardından kendine gelebildi bir parça. Sonra pusulanın arka yüzünü çevirip, şimdi esrarına vâkıf olduğu mat dantelayı sıyırdı ve oğlunun ona bir nevî ikinci mektubu olan satırları birer birer okumaya başladı…

“2 Kasım 1915
Gelibolu

 

Bugün sıhhiye hekiminin zoraki muayenesi üzerine öğrendim ki kırk beş kiloya düşmüşüm. Buraya gelmeden evvel hatırladığım kadarıyla yetmiş sekiz kiloydum. Tabiî bir ton azar, tonla şikayet peşi sıra… Bir gün düşüp öleceğimden tutunda, neden yemek saatlerinde kendi çorba tasımı küçük çocuklara vermemden, dağıtılan kuru ekmeği cebime gizleyip gizleyip emrimde postacım yaparak ‘belki daha geç ölürler’ düşüncesiyle ulak ettiğim on iki yaşındaki oğlanlara vermemden şikâyet etti durdu. Kim getirdiyse o sıhhiye çadırına da tahıl ölçeği kantarını bilmem? Anlaşılan birkaç ay evvel tüccarlardan buğday, arpa satın almak namına askerin kullandığı kantarın da tartacak bir şeyi kalmayıp, görevi bitince ‘bari neferler tartılsın’ diye konulmuş olmalı.

Tâbiî ben de her zamanki gibi anlatmaya başladım o küçücük çocuklardan utanmasam yiyebilmek istediğimi. Hoş, bizim tabibe açlığın artık beni endişelendirmediğini anlatmam boşuna bir çaba olur. İlk zamanlar bunun vücudumdaki isyanını görürdüm. Fakat bir zaman sonra açlığı zihnimde bir ihtiyaç olmaktan çıkardım. Ben nasıl kendi kız kardeşimden bile küçük, on iki yaşındaki oğlanların rıskına göz dikerdim? Nasıl o gün kim bilir kimi aç koyma pahasına midemde tayınla uyurdum? Artık bu bir rutin hâlini aldı, her gün bir başkası doyabilsin diye biri fedakârlık edip, aç kalmak zorunda. Hem de her gün… Bu kişi şayet ben olmazsam taş olmaz, zehir olmaz mıydı midemde? Allah’ın üzerindeki yasağı bir içki olup, kusturmaz mıydı beni?

Biliyorum… Bu gidişle ölümüm, ben artık onun isyanını öldürsem de açlıktan olacak. En son ne zaman bir ekmeğin kulpundan ısırdım hatırlamıyorum bile. Aynalara bakmak istemiyorum. Zaten yanımda getirdiğim cep aynamı şimdi adını bile hatırlamadığım başka bir çocuğa verdim.

Çocuk deyip de duruyorum işte… Ne diyeyim başka, bilemiyorum?.. Allah affeylesin, ben onları birer erkek, birer asker gözünde göremiyorum. Ama ne vakit ki şehit düşüyorlar, işte o vakit ruhumun da onlarla öldüğünü hissediyorum. Artık bu sadece kalleş bir düşman kurşunuyla da olmuyor. Açlık… Evet, açlıktan can vermeye başladık! Ben de bugün birini aşhaneye iki ekmek fazla almaya yolladım. Fakat eli olması gereken üç ekmekle bile dönmedi. Yirmi sekiz kişi için sadece iki somun!.. Yine aç kalmaya razıydım. Fakat bu sabah çocuklardan biri cephenin diğer yamacındaki aşhaneye gitmeye karar verip, yolda keskin bir nişancı tarafından şehit edildi. Az önce getirdiler sıhhiyeye. Çocuk işte… Dayanamamış daha fazla.

Morfin de yok tabiî. Kucağımda iki saat can çekişti. Bu savaşta tek isyanım bu küçük, oyun çağındaki, süt kokulu bebelerin komutanı olmak. Önce ben ‘ölmesin’ diye Rabbime yalvarırken, yavrucağın vücudundaki kan tüm üstüme boşalıp, yüzü bir melek gibi bembeyaz kesilip, ağlamaya bile fırsat bulamadığını görünce, ‘Ölsün… Yeter ki artık daha fazla kıvranmadan ölsün!’ diye dua etmeye başladım sonra.

Artık başka çarem yok. Anneme yazmaya karar verdim. Ondan tek mülkümüz olan köşkü satmasını dilemekten başka çarem kalmadı. Bir askerimi daha ekmek almaya yollarken kaybetmek istemiyorum!

Bu günlüğümün sanırım kendimle alâkalı karaladığım son sayfasıydı. İki tane daha boş var. Onları bu işte kullanabilirim. Mektubu anneme yazıp diğer yamaca ekmek almaya bu kez kendim gideceğim…”

– Türkân Gönülaçar
Kan Ayaklılar
kitabının yazarı

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Deryasahin

Hikayenize bayıldım ve devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Buse

Yazınızı çok beğendim, devamını dört gözle bekliyorum. Elinize yorumunuza sağlık ☺️☺️

%d blogcu bunu beğendi: