melodram“Gel gidelim, ev sıcak”
“Yok ben böyle iyiyim birazdan geçer.”

O gün anladım; insan sevdiği birisinin “nasılsın” sorusuna”iyiyim” diyebiliyorsa inanmamak daha tutarlı bir karar oluyor. Zaten “nasılsın”a verilen yanıtla kimse ilgilenmez. Hayır, “kötü” desen ne olacak ki ilk soru mezar taşı gibi dikiliyor önüme “Neden kötüsün?”… İnsanlar sorularla ilgilenir, cevaplarla değil. “Nasılsın?”, “Beni seviyor musun?”, “Hep yanımda olur musun?”, “Baban böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?”… Galiba ben de onun gibi olmaya başladım.

“İyi olduğuna emin misin?”
“İyiyim.”
“Hadi ozaman, gezelim.’
“Peşimi bırakmayacak mısın?”
“Yoo. Zaten bu gece beni gördün gördün yarın kaybolurum ben.”
“İyi gezelim”
“Gir koluma.’

Koluna girdim. Alaycı tavrının altında benden daha büyük bir yıkıntı vardı, hissediyordum. Fazla gülen insanların birçoğu geceleri uyuyamaz. Ağlamak için herkesin uyumasını beklerler ve işte o an… Kafalarındaki tüm yük gözlerinden dışarı fırlar. Şu an koluna girdiğim insan da böyle işte. Onarılmaya ihtiyacı var ama benim onu onaracak kişi olmadığımı adı gibi biliyor. Sahi, adı ne? Neyse sormayayım şimdi.

“Sen uçabilir misin? Yok, bakma bana öyle. Uçabilir misin, uçamaz mısın?”
“Uçamam. Kanadım yok.”
“Ee, yaralısın ama?”
“Yani?”

“Ben çocukken evden kaçardım. Ama bayağı bayağı kaçardım. Kapıyı kilitlerlerdi, pencereden kaçardım. Bıkmışlardı benden biliyor musun? Ama arkadaşlarım bekliyor yani beni. Dışarı çıkmazsam çok önemli şeyler kaçıracakmışım gibi düşünüyordum. Kaçıracaklarım da birkaç oyun, kavga falan yani o kadar hayati önem taşıyan şeyler değil. Tabii bunu sonradan öğrendim. Bu pencereden kaçma olayını çok denedim. Pencereden düştüm bir keresinde. Annem çok korktu, babam tabii her zamanki gibi soğukkanlı. Kolum kırıldı, annem çok üzüldü. Babam da çok kızdı. Annem o  gün yaralı bir kuşa bakar gibi baktı bana. Ben de uçtuğumu düşünmüştüm. O günden sonra da denemedim zaten. Kimse yaralı kanatlarını çırparak uçamaz. Melekler bile.”

“Baban neden kızdı?”
“Bilmem, beceriksizmişim.”
“Bana neden anlatıyorsun?”
“Yaralısın çünkü. Ben de yaralıyım. Belki bunu gösterirsem sen de konuşursun bir şeyler..”

“Benden sana fayda gelmez.”
“Fayda bekleyen kim?”
“Gel bak sana ne göstereceğim.”

Bu çocuk zor birisi, belli. Heyecanla göstereceği şeyi beklerken telefonu çaldı. Annesi aramıştı. Annesiyle benimle konuşur gibi konuşmuyordu, sanki farklı bir karaktere bürünmüştü. 15 Dakika sadece “Hayır, bu ay gelemem. Önümüzdeki ay uğrarım” sözünü tekrarladı. Annesiyle yaşamıyordu, belli. Titrek eller, özgüven patlaması gibi gözükse de aşırı utanç, güzel giyim, güzel saç kesimi. Telefon kılıfı yok, cüzdan taşımaz… Büyük ihtimalle hiçbir şeye önem vermiyor. Nasıl bir insan bu?

“Benimle bira içer misin? Ama evde.”
“Olur..”

Afalladım. Neden kabul ettiğimi anlamadım. Ona güvendim galiba. Biraz yürüdükten sonra 9 katlı bir apartmanın önüne geldik. 3. katta yaşıyordu. Büyük ihtimal ev ailesinden kalmıştı. Asansörle çıkarken kol saatini yavaş yavaş çıkarmaya başlamıştı. Evde saat takmadığını söylüyordu. En güvenli mekanındayken zaman kavramını yok etmek, etraftan soyutlanmak istiyordu.

“Korkma, kimseye bir zararım dokunmaz.”
“Korkmuyorum zaten.”

Gerçekten her zamankinden daha güvende hissediyordum. Kapıyı açtıktan sonra eve ilk kendisi girdi. Odaları önceden kontrol ettikten sonra beni davet etti. Kapıdan içeri girer girmez kapının sağındaki dolabın raflarında birkaç kitap gördüm. Sonradan odaları dolaştıkça tüm dolapların kitaplarla dolu olduğunu öğrendim. Farklı bir tarz. Ya da tarz mı? Bilmiyorum. Evde televizyon yok, ama çok modern bir ev. Soğutucudan dört şişe bira getirdi. İkisini yere koydu. Bana ve kendine bir tane aldıktan sonra yanıma oturdu.

“Ee, anlat bakalım, ne oldu sana?”
“Bana ne olmadı ki. Kendime sıkılıyorum, kaçıyorum. Şu anda hiç tanımadığım biriyle, hiç tanımadığım bir evde bira içiyorum.”
“Büyütme o kadar. Buraya çok insan gelir. Sadece seni merak ediyorum o kadar.”
”Sen hiç gökkuşağının bittiği yeri değil de, yağmurun bittiği yeri sorguladın mı?”
”Ben insanların gittiği yeri sorguladım.”
”Ailemle aram kötü. Bi’ gün çıktım evden, aylardır sokaklardayım. Karnımı doyurmak için saatlik işler yaparım. Kendi halinde bir hayat yaşıyorum anlayacağın.”
”Eee o ne yapıyor?”
”O?”
”İşte, böyle hikayelerde hep bir tane giden erkek olmaz mı? Bir de arkada kalan kırık kalpli kadın.”
”Boş ver”

Bu adam herkese ağır gelebilecek bir adam. Bu kadar çok şeyi anlaması onu deli eder. Ama hoşuma gitti. Onunla hiç tanımadığım bir evde sabaha kadar birlikte olabilirdim. Ama olmadım. Kendisi de istemezdi büyük ihtimalle. Sadece insan arıyordu. Birkaç dakika sessiz oturduktan sonra ayağa kalktı, yerdeki kitaplardan bir tanesine gözü çarptı. Kitabı almak için eğildiğinde ilk kez ellerine bu kadar dikkatle baktım. Bilekleri, parmakları çok inceydi… Kitabı aldı ama bu sefer yanıma gelmedi. Yerde oturarak kitabın içinden bir resim çıkardı. Küçük bir çocuk fotoğrafıydı. Büyük ihtimalle 1995-1998 yılları arasında çekilmiş bir fotoğraf.

”Tanıyor musun bu insanı?”
”Yoo, sen misin?”
”Evet. Bak piyanoyu görüyor musun?”

Görüyordum. Ama daha iyi hissetsin diye ben de yanına geldim. Diz dize oturmuş, fotoğrafı inceliyorduk.

”O piyano ben 11 yaşımdayken satıldı. Evde çok yer kaplıyormuş. Birçok kitap da aynı şekilde. Annem pek sevmedi anlaşılan. O piyano benim hayalimdi. Hala hayalim. Alacak param hiçbir zaman olmadı, olduysa da alamadım. Tüm umudum o piyanoyla birlikte satılmıştı hem de adına ”para” denilen saçma kağıt parçalarına. Sen tabii bilemezsin bunun ne demek olduğunu. Biraz çocukça bir şey. Piyano hayatımdaki tek gerçekti.”

Hayatındaki tek gerçekti ama hayatı gerçek değildi. Bu insanların arasında böyle birisi nasıl hayatta kalıyordu çok şaşırdım. Aşık olmuş olabilirdim ama hiçbir şey söylemedim. Biraları içmeye devam ediyorduk. Uzun bir süre diz dize oturup kitapları inceledik. Ahmed Arif, Cemal Süreya, Asaf, Atay, Camus, Sartre, Kafka, Nobakov… Bu adam ya dahiydi, ya da deli. Bir o kadar da yaralı. Evdeki tüm kitapları piyanonun eksikliğini doldurmak için aldığı belliydi. Ama bunu yaparken de okuyarak kaybolmuştu. Bu çok tehlikeli bir işti çünkü. Onun gibi birisi için…

O gece hakkındaki her şeyi öğrendim. O da benim hakkımdaki her şeyi öğrendi. Ailesiyle kavga etmiş, o gideceğine ailesi gitmiş. Daha doğrusu ailesi onu hiçbir zaman sevmemiş ki. Yani öyle diyor. Kız kardeşi varmış, ölmüş. Bundan hep ailesini suçlu bulur, her zaman bir boşluk hissedermiş. Duvarda kız kardeşi dışında kimsenin fotoğrafı yok. Tüm hayalleri, hayatı, senaryoları onunla ilişkili. Bu ev bile. Kız kardeşinin öldüğü bu evde yaşamak ona iyi hissettiriyor. Belki ailesi gitmeseydi kötü hissederdi ama bu sefer iyi hissettiğini söyledi. ”En azından ben onu yalnız bırakmadım.” sözünü birkaç defa tekrarladı.

”Demek o adam da gitti ha?”
”Evet”
”Onlar hep giderler zaten. Kimseyi sevme kızım, bak sana nur topu gibi tavsiye. Elbet birisi gider. Tüm ilişkiler bunun üzerine kuruludur.”
”Sen de mi?”

Saatler uzadıkça içilen biralar onu sarhoş etmemişti anlaşılan. Biraz afalladı, sonra gülümsedi. Ona aşık olduğumu gizleyemiyordum. O da anlıyordu zaten. Bazen saç kesimimi inceliyor, bazen parmaklarımı. Telefon kullanırken değil de kitap sayfalarını karıştırdığımda parmaklarıma dikkatle bakıyordu. Onun da işi bu herhalde.

”Bana aşık olma. Ol ya da sen bilirsin. Bu durumlarda her zaman her iki taraf da zararlı çıkar.”
”Hiç mi ihtimal yok? Bak çalışır piyano da alırız sana.”
”Yok.”

Duygulandığı belliydi. Üstüne gitmemek en iyisiydi. Kendinden bile korkan insanlar başkalarına zarar vermekten çekinirler. Bu insanlar ne kadar güzel görünse bile doğada bu insanlar için yer yok. Her zaman güçlü zayıfı ezer. Gerçi doğayla arasında olan bu rekabeti kaldırmak için evde birçok çiçek büyütüyor, kedi besliyordu ama bunun bile yetmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden en güvendiği yerde ölüm saatini bile bilmemek için saatini uzak tutardı kendinden. Dışarıya çıktığında kimliğini bile almazdı yanına. Toplum onun gibi bir insanı görmezdi, o toplumu görerek acı çekerdi. Bundan da şikayet etmiyordu.

“Bu gece benimle, burada uyur musun?”
“Olur.”

Gerçekten onunla birlikte uyumak, saçlarıma dokunmasını, sarılmasını hissetmek istiyordum. Bu sefer kendisi yakınlaştı bana. İlk kez bu kadar yakınlık gösterdi. Bana güveniyordu. Bunu beni kendi odasına götürmekle gösteriyordu. Odada birkaç metal grupun afişleri, biraz da Barış Manço, Cem Karaca.. Biraz odada dolaştıktan sonra onun çoktan uzandığını farkettim.

”Biliyor musun, insan korkularına alışan bir varlık…”
”Bilmez miyim. Yoksa bu evde yaşamazdın.”

Yanına gittim. Saçlarımı okşadı tüm gece. O kadar biraya rağmen gözüne uyku girmiyordu, acı çekiyordu. Bazen sarılıyordu, bazen de bir şeyler mırıldanıyordu ama duyamıyordum. O an tek düşündüğüm dokunarak sevmenin ne kadar güzel bir şey olmasıydı. İlk kez hissediyordum bunu. Bazen avuç içlerimi öpüyordu, bazen parmaklarımı… Uyumadığımı farkedip utandı. Kolyesini çıkardı, gösterdi.

”Al bu senin olsun.” dedi.
”Neden ki?”
”Bilmem, altın bak. Para falan lazım olur, satarsın. Bende kalmasın.”

Kabul ettim niyeyse. O an ne istese kabul edecek durumdaydım. Kolyeyi kendi eliyle taktıktan sonra sıkıca sarıldı. Uyudu…

Sabah 11:20

Uyandım. Yanımda kimse yoktu. Böyle uyanmaktan korkuyordum. Üzerime bir şeyler giymeye kalmadan evi dolaştım, aradım. Yoktu. Daha gece kalp atışlarını üzerimde hissettiğim adam yoktu. Pencereden baktım, yok. Evi dolaştım, yok. Aradım, telefonu evde. Salona girdim, dün oturduğumuz yerde oturdum. Kokusu hala gitmemişti. Bir not vardı dün geceden arta kalan bira şişelerinin altında.

”kendine susmak varken, başkasına susmak

anlamların altında eziliyorken. Bir şeyler yolunda gitmiyor… Kendimizi yükseltmek varken başkalarını yükseltmek, ne kadar doğru acaba? Çok düşünüyoruz. Düşünmenin bizi filozof yapmayacağını bilmemize rağmen çok düşünüyoruz. Hele ben. Oysa tüm düşündüklerimi bir hediye kutusuna koyup kızıl saçlı kıza verebilirdim. O zaman hafifler miydi yüküm? İnsan celladına bile bağlanabilen bir varlık. Korkularına, başarısızlıklarına, ölümüne bile bağlanan, ona anlamlar vermeye çalışan bir varlık. Korku yoktur, gerçek korku diye bir şey yoktur. Başarısızlık başarının olmadığı yerde vardır. Ölüm ise daimidir. Yol gibi. Engeller var, kaçamayacağımız engeller. Bazen devam etmenin imkansız gibi göründüğü engeller. Aslında yok. Çünkü insan sadece kendine yakalanır ve hiç durmadan şu soruyu sorar ”Bu yolun sonu nereye çıkıyor?”

kendini sevmek varken, başkasını sevmek

ne kadar doğru acaba? Birisine ihtiyaç duymak, onu aramak… hiç durmadan, yılmadan. Her köşe başında onu aramak, sokaklar üzerine doğru gelirken yanında olduğunu düşünmek. Yüzlerce şarkıdan oluşan oluşan listeyi dinlerken bir yere ait olma zorunluluğundan kurtulmak ve sana koşmak. İşte böyle birtakım hevesler içinde yazmak, durmadan yazmak bir kaçış yolu gibi gözüküyor. Ama biliyorum, zaman gibi yol da ilerlemez, devam etmez, geri gitmez, bitmez… Yol yoldur, zaman zamandır. Ne ilerisi var, ne gerisi… Bize düşen bu yolda farklı bedenlerde farklı anlamların taşıyıcıları olarak kaybolmamak. Kaybolmayalım derken biri birimize tutunmak… Ben istemeden sana tutundum galiba.

insanın kendisine küsmesi

çok doğru bir eylem. Tartışmaya bile kapalıdır. Kimse yoktur çünkü. Küsecek kimsesi kalmayan insanlar, kendisine küsmede ve istediği zaman kendi gönlünü almada özgürdür. Hiçbir anayasada yeri yoktur ama insan kendisine ceza verebilir. Tüm başına buyruk davranışlarına bir son veremese de, kendini altın, çiçeklerle dolu bir kafese hapsedebilir. Ben kendimi altın bir kafese hapsettim. Demir parmaklıkları yok belki ama, saçların bir duvar gibi vurabilir insanı. Şimdi duvarlar vursun bana…
Keşke çocuk olsaydım, kendime küsmezdim hiçbir zaman. Hep bir suçlu vardır çocuklukta. Ama bir mahalle oyunu karşılaştırırdı bizi, farketmeden barışabilirdik. Mahalle oyunları hayat oyunlarından daha eğlenceli sanırım. Gözlerin kapalı, hiçbir şey görmüyorsun. Senin şu anki halin yani.  Ve seni gözlerin kapalıyken bile incitecek kimse yok… Evcilik mesela, insanı gittiği her yerin yerlisi olma durumuna alıştıran bir oyundu. Şimdi yersiz, mülksüz, aitsizlik kronik hal aldı… Bir trajediden farksızız.

En başa dönelim, bu kadar karmaşanın içinde sanırım bu yol da sana çıkıyormuş. Artık kendim hariç bir başkasına da susabileceğim, küsebileceğim… Tüm bu trajedilere rağmen buna direneceğim. Bu tiyatronun içinde bu trajedilere direnmek… Aslında bu Tanrılar tarafından affedilebilir bir başkaldırı… Ben korkularla yaşarım, ama bir o kadar da korkmam. Neyse…

Dolapta her şey var, erken uyanıp aldım. Bir iş buldum galiba, telefonumu evde bırakacağım iş yerinin numarası da son arananlarda kayıtlı. Yedek anahtarı bıraktım pencere önündeki vazonun altına. Dışarı çıkarsan kapıyı kapatırsın. Çok güzelsin, seni seviyorum. Erken dönerim”

 

– İsmayil YUSİBOV

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: