kıyamet

 

Şirince’nin dar ve ıssız dağ yoluna sapan eski bir araba, altında dalgalanan toz bulutuyla yavaş yavaş ilerliyordu. Görenlerde sanki, bu araba daha kalktığı ilk andan itibaren aynı toz bulutunu taşıyormuş, bu toz bulutu arabanın alt yolcusuymuş izlenimi uyandırıyordu. Yol bitince duran arabanın altından bu tozun aceleyle bir yere yetişecekmişçesine bir anda dağılıverişi bu izlenimi onaylıyordu. Toz, aceleciliğinden doğan sakarlığıyla yolun kenarında bulunan Kaan’a da çarpıp geçmişti. Kaan’nın sigarasının tıkayıcılığına bu yeni taarruz da eklenince ciğerleri baş edememiş bir süreliğine kilitlenip kalmıştı. Biraz sonra normalleşince arabadan inen diğer yolcuları, esas yolcuları gördü, bulanık gözlerle. Yolculardan birine diğerlerine göre daha büyük bir dikkatle bakmıştı. Kaan’ın bakışını arabadan inen kız da yakaladı ve göz göze geldiler. Kaan o an ne yapacağını bilemedi, hemen bir iş uydurup onunla ilgileniyormuş izlenimi yaratmaya çalıştı. Başaramadı. Utancı o kadar artmıştı ki bir saniye daha duramadı orada ve aceleyle arkadaşlarının yanına döndü.

 

Kıyamet söylentilerinin yayıldığı yılda, inanmasa bile eğlence olur diye arkadaşlarıyla gelmişti buraya. Galiba sadece o değil gelenlerin çoğu da inanmıyordu kıyametin kopacağına. Dört arkadaş gelmişlerdi. Hepsi de İzmir’de üniversiteden arkadaşlardı, sadece Kaan İzmirliydi aralarında. Teklifi ona arkadaşları getirmişti o da daha ilk anda kabul etmişti. İki araba yan yana geçmek zorunda olduğunda nefeslerin tutulduğu, kalplerin adeta durduğu dar dağ yolundan tırmanırlarken bile bir an olsun şüphe etmedi bu kararından. Bu dahi bir tür eğlence, bir tür anıydı. Vardıklarında ise karşılaştıkları, bu kararı doğrularcasına, eğlenen bir kalabalık ve meyveli şarabın davetkar kokusuydu. İlk girişte insanı kuşatan bu meyveli şarap kokuları zamanla gücünü yitiriyor adeta diğer kokuların tanınmasına müsaade edercesine yerini onlara devrediyordu. Bu sonradan keşfedilen kokular da ilki kadar cazibeliydi. Bu kokular ve çeşitli insanların eğlenen görüntüleri arasında bir pansiyona yerleşmişlerdi. Heyecanla kalabalığa karışmak, yeni kimselerle tanışmak, macera dolu bir gün geçirmek istiyorlardı.

 

Kaan arkadaşlarının arasına dönünce onların da artık bu kalabalığın doğal bir uzantısı olduklarını görmüş bundan mutluluk duymuştu. Çünkü o da kolaylıkla arkadaşları vasıtasıyla karışabilirdi bu ortama. Tahmin ettiği gibi de oldu. Gün boyu gülücükler arasında renkli hikayeler ve anılar anlatıldı, yemekler yendi, çeşitli sohbetler edildi. Herkes kıyamet gibi tümüyle olumsuz çağrışımları barındıran bir gerekçeyle buraya gelmelerine tezat oluşturacak bir mutluluk içindeydi. Çok ilginçti bu ve kimse bunu düşünmemişti bile. Gecenin ilerleyen saatlerine dek herkes dışarıdaydı. Çok geç saatlerde gruplar halinde pansiyonlara dönüldü. Yavaş yavaş sokaklar boşalıyordu. Kaan ve arkadaşları da uyumak üzere geri döndüler.

 

Kaan uyuyamadı. Tarifsiz bir sıkıntı saplandı içine. Hava almak için dışarıya çıktı. Bu da rahatlanmayınca onu biraz dolaşma kararı aldı ve Arnavut kaldırımlarla döşeli dar ve dik eğilimli sokaklardan süzüldü. İleride bir ağacın altında oturan birini fark etti. Ayakları onu bilinçsizce sanki ona sürüklemişti. Sonradan tanıdı. “Eyvah bu o! Şimdi belli etmeden nasıl kaçmalıyım?” diye düşünürken beklemediği bir şey oldu, kız oturduğu yerden kalkarak ona seslendi: “Merhaba.” Kaan da selamına karşılık verdi. Kız da onu hatırlamıştı. Sabahki bakışmadan eski bir hatırayı anar gibi söz edip üzerine gülüyorlardı. Adını da öğrenmişti, Sıla’ydı. Birlikte sohbet ederek yürümeye başladılar. Birbirlerini uzun zamandır tanıyormuşçasına bir yakınlık hissi kuşatıyordu onları ve bunu birbirlerine itiraf ettiler. Uzun yürüyüşün ardından ağaca geri döndüler. Sıla toprağa uzanarak ılık bedenine doğru çekti Kaan’ı. Dudaklarındaki ıslaklık güneş doğuncaya dek hiç kurumadı. Buluşmak üzere vedalaştılar.

 

21 Aralık gecesi İzmir’de eski bir apartman dairesinin dördüncü katında Enver Bey’in uykusunun en tatlı evresi, yatak odasını sarmaya başlayan ve dışarıdan gelen ne olduğu tam anlaşılmayan seslerle ve hafif tuhaf kokularla bozuldu. Doğruldu, karısına baktı hâlâ uyuyordu. Onu uyandırmadan ne olduğunu çözmek daha doğru olacaktı. Sesin geldiği yöne yöneldi ve dairenin kapısını açtı. Açar açmaz kara bir duman üzerinden geçerek tüm eve hücum etti. Anlamsız sesler artık kelimelere dönüştü, belki bu kara dumanın çağrışımıyla belki de kapı engelinin ortadan kalkışıyla. “Yangın!” diye feryat ediyorlardı komşuları. Hemen taarruzu kesmek ve evdekilere dönmek için kapıyı kapattı. Çılgına dönmüş, ne yapacağını bilmez bir halde çaresizlikle odadan odaya giderek haykırıyordu: “Kalkın! Kalkın!” Evde karısından hariç bir küçük kızı ve bir de kedileri vardı. Önce kızını kucaklayıp aldı yatağından, sonra karısına koştu. Hangisini kurtaracağını şaşırmıştı. Kucağındaki kızı ağlamaya başlamış, karısı da bağrışmalardan ürkmüş olan kediyi kucaklamaya çalışıyordu. Artık çok geçti. Kapıyı açtıklarında ne kadar solumak istemeseler de ciğerlerine dolmaya başlamıştı bu kirli duman. Göz gözü görmüyordu. Nereye gideceklerini bilmeden koridorda ilerledikçe yangının sıcaklığı da kuşatmıştı onları. Artık kadının kucağındaki kedi hareket etmiyordu. Bunu o an fark etmemişlerdi. Adamın kucağındaki kızın tüm vücudu aralıksız öksürüklerle titriyor, acılar içinde kıvranıyordu. Yavaş yavaş öksürük sesi duyulmaz oldu. Gözlerini kapandığını tüm karanlığa rağmen gördüler, daha doğrusu bunu hissettiler. Artık kedinin de hareketsizliği fark edilmişti. Kucaklarındaki hüzünlerle birbirlerine sokuldular, gözyaşları isli yüzlerine aktı.  Çok geçmeden deminki yok oluşa tanık olan  bu birer çift göz de yumuldu.

 

Kaan, Şirince’den taşıyıp yanında getirdiği umutlarla evine doğru gidiyordu. Artık hayatına Sıla da eklenmişti, içi içine sığmıyordu. Mahallenin yoluna girdiği anda karşısındaki görüntünün ağırlığı, taşıdığı hayalleri ve dışarıdaki tüm sesleri birden durdurdu. Zaman donmuştu, birkaç dakikalığına. Geride bıraktığı evi karalar içindeydi. Evin renginden daha da kara haberler ise pusuda bekliyordu onu. Teselli için gelen tanıdıklarla bilgi almaya gelen yetkililer etrafını kuşatmıştı, onun dizleri yerde gözleri ise dördüncü kattaydı. Duymadı, aldırmadı. Öylece takılı kaldı. Tüm her şeyi, ailesi, hayatı, geleceği her şey yok olup gitmişti. Uzunca bir süre ağlayamadı bile. Bir türlü kabul edemiyordu olanları. Şimdi şu perişan evin kapısından dışarı çıkacaklar, ona koşacaklardı, uzun uzun sarılacaklardı birbirlerine ancak öyle ağlayacaktı. Çıkan olmadı…

 

Her şeyini kaybettiğini düşünüp, çaresizce pes etti. Yenilgiyi kabullenişiyle de arkadaşlarından, akrabalarından, okulundan ve hiçbir aramasını yanıtlamadığı Sıla’dan uzaklaştı, ikinci buluşmaları hiç gerçekleşmedi, yalnızlığına sarıldı.

 

Üç yıl sonra yağmura şiddetli bir fırtınanın eşlik ettiği bir akşam, işten çıkan Kaan, yakınlardaki bir kahvehaneye sığındı. Dışarıda uzun süre kalmamasına rağmen üstü tamamen ıslanmıştı. Daha ısmarlamamasına rağmen kahveci halden anladığını sezdiren bir bakışla Kaan’ın önüne bir bardak çay bıraktı. Çayından içerken yağmurdan kaçan başka kimseler tıklım tıklım doldurmuşlardı kahveyi. İki kişi de onun masasına oturdu. Kahvenin ortasında bir televizyon yüksek sesle haberleri veriyordu. Yanına oturan adamlardan biri her habere tek tek yorum yapıyor ve hem Kaan’ın yüzüne hem de yanındakine bakarak onay bekliyordu. Çayından höpürdeterek bir kuvvetli yudum çektikten sonra bir başka habere alayla “Bir zaman da kıyamet kopacak dediler, Şirince’ye kaçtılar. Kıyamet falan kopmadı.” diyerek kendi aklını kanıtlamış olmanın verdiği üstünlükle etrafa baktı muzaffer bir gülücükle. Oysa o gün kıyamet kopmuştu ama söyleyemedi Kaan. Gözünden süzülen bir damla yaşı kimseye fark ettirmeden sildi ve bu kez kahveden ayrılıp yağmura sığındı.

 

– Emre ÇOBAN

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: