kristal-muhurBir kış… Efsanelere keder, masalların kötü kalpli hükümdarlarına
çatı, kimsesiz bir evsize çaresizlik ağıtı olan, o kış… Öyle bir
kıştır ki, sadece toprak ananın bereketini esirleştirmekle kalmaz.
Aynı zamanda, gönüllerini menekşe buketleriyle süsleyen ahalinin
kalbini, buzdan köklerle sarıp dondurur. Birbirine tutunan kristaller,
yavaş yavaş bütünleşirler. Bu tufandan kaçanların gergin tenine
konarlar sakince. Adına da kar tanesi derler. Kış tufanının mührünü
taşıyan, kristal kar taneleri…

Kahreden kış, örtmüştür onca rengin üzerini. Kuşatmıştır, nice
kahkahaya ortak olan mizacı. Öldürmüştür titreyeni, ufku ile ısıtan
vicdanı. Gerçekler… Senden nasıl saklanır kadim dost, zaten
görüyorsun ya… Görmezlikten mi geliyorsun? O halde, sana ben
göstereyim ne dersin.

‘Ufak bir kız çocuğu ve elinde eski bir müzik kutusu… Dokunulsa
parçalanacak, dokunulmasa içerlenecek gibi… Fakat ufak kız çocuğu
müzik kutusunu, onun varlığından daha narin tutar. Sakince ve özenle…
Önce salıncağın karların tek eliyle temizler, diğer elinde müzik
kutusunu tutarken. Aslında salıncağın donmuş zincirleri gıcırdamaya
bile mecali, tahammülü yoktur. Ancak o ufaklığın bir eline dayanak
olur.

Boşta kalan eliyle müzik kutusunu açan küçük kız, merak ufkunda
parlayan ballı gözlerini kondurur, küçük gül figürüne. Kenarındaki
kolu döndürür, döndürür… Diri bir melodi dökülür, kar denilen mamur
örtünün berisine. Yaprak olur, bomboş kalan dalların üzerinde. Kırıp
geçer, buzu çözülmekten aciz kalplerin, aciz sahiplerini. Ne de hoştur
elbet… Bir çocuk ezgisi gibi, yazı getiren ilk cemre misali…

Ayazı görmezlikten gelerek nefretin tohumunu dikenlere, yine de
yetmez. Fazlasını arzularlar. Nefreti var eden öfkeyi de dikerler.
Sonra içlerinden en bedbahtı çıkar, kavrar küçük kızın, müzik kutusunu
tutan ufak elini. Çekiştirir nazik vücudunu, toprağın buzlaştırdığı
karanlık çukura doğru. Biraz hınç, biraz öfke, birazda kapalı
gayelerin ardına gizlenmiş boş kompleksler… İter, çukurun en dibine.

Sırt üstü çukurun zeminine düşen ufak kız, tanışır… Varı yok sayan,
kabullenemezlik kaidesi ile. Kurbanıdır zira görür. Görmezlikten
gelemez senin gibi kadim dostum.

O da hissediyordur artık, kışın yakarken donduran dolu soğuğunu.
Hissettikçe, hissizleşir. Lakin eskisinden daha sıkı sarılır eski
müzik kutusuna. Üzerine buzlaşan toprak atılırken…  Önce elinde
muhafaza ettiği müzik kutusu kalır toprağın altında, sonra ayakları.
En son gözlerine varıncaya kadar… Toprağın altında nefes almaya
çalışacaktır. Toprağı üzerine atanların, bir kaç soluğu çok göreceğini
bilmeden. Ne nefes alabilir ufak kız çocuğu, nede melodisini
tamamlayabilecek heyecanını almıştır yanına. Üzerine atılan toprağının
yamacına karlar konmuştur. Kendi umudunu diri diri gömen ahalinin,
sonu ellerinden olmuştur. Farkına varabilmişler mi dersin? Ne çare
aziz dost, gördüler. Görmezlikten geldiler. Duydular, duymamayı
istediler. Hissettiler, hiç var olmamasını yeğlediler. Ahalinin kışı,
bir güzergah fırtınasına döndü. Umutlarını, şanslarını toz bulutu
içinde yitirdiler. Ne yazık… Bunu marifet sandılar.

Ya sen? Gördün, görmezlikten geldin aziz dost. Daha nicesini
göreceksin, kendi kışını yaşayıp yaşatacaksın. Göreceksin ya…
Görmezlikten gelme. Kışına cemreyi armağan edecek olanın varlığını,
kendi ayazın altında öldürme. Zira asli baharı yaşatan fikriyatlar, o
fikriyatı umuda dönüştürebilenlerin hatırına yeşerir.

– Zeynep Gülay ÖZEREN

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: