Selma AblaAnnemin serzenişleriyle güne başlamak adet olmuştu bizim evde, ben kendimi bildim bileli. Aslında babam, annemi, beni ve kardeşimi bırakıp gittiğinden beri… Küçüktüm, ilkokula yeni başlamıştım. Hayal meyal hatırımda kalmış, babamın gülünce güneş gibi parlayan yüzü. Tahtaları gevşemiş zemini gıcırdatan, kendinden emin ayak seslerinden tanırdım onun geldiğini. Kalkmaz, yatağımda beklerdim alnımdan öpüp şefkatle uyandırmasını. Demir başlıklı beyaz karyolamdan ok gibi fırlar babamla okula gitmek için hazırlanırdım. Elimden tutar okula götürürdü beni. Okulun kapısının önünde tekrar anlımdan öperdi. Bende babam ufukta kayboluncaya kadar arkasından bakar, el sallardım. Bir gün yine o kayboluncaya kadar arkasından baktım uzun uzun… Son kez olduğunu bile bilmeden. O gün canına kıymış. Nasıl bir yüktü ki omuzlarında, başını bile kaldırmaya müsaade etmeyen? Hiçbir zaman bilemedik.

 

Annem ağzını mühürlemiş gibi tek söz etmedi babamdan. Kızgındı ona, hayata, her şeye. Var gücüyle çalıştı, ne iş bulsa yaptı bizim için. Yalnızlığına ortak, çaresizliğine çare, derdine derman aramadı, küllerinden yeniden doğamadı annem. Bütün hırsını, bedenini bitap düşürene kadar çalışmaktan çıkardı.

 

Güneşin sıcaklığını yüzümde hissederken uzaktan annemin bağırışını duyuyordum. Okula yine geç kaldım. Pencerenin dibindeki demir karyolamda miskin kediler gibi gerinirken perdeye takıldı gözüm. Selma abla uyanmış mıydı acaba? Kocasını işe uğurlamak için pencereden mi bakıyordu ? Hemen araladım perdeyi, kimse yoktu camda. O zaman epeyce geç kalmıştım, hay Allah! Apar topar fırladım yataktan, annemin sesi şimdi daha net geliyordu kulağıma.

 

“- Sen gece yarılarına kadar o Selma yosmasıyla otur diye mi ben didinip duruyorum hıı! Allah bilir ne üflüyor kulağına. Onun yolu yol değil akılsız kızım benim. Senin okul okumaya da niyetin yok zaten! Şu liseyi bitir hemen bizim atölyede çalışmaya başlayacaksın haberin olsun.”

Annemi öptüğüm gibi fırladım evden.

 

“-A eşşek anırıyor burada! Bi de öpüyor haspam!”

 

Hiçbir zaman görmesem de, bunları söyledikten sonra, gökyüzünde hızlıca kayıp giden yıldızlar gibi bir gülümsemenin gelip geçtiğine eminim annemin yüzünde.

 

Mayıs ayı, gökkuşağının renkleri gibi cıvıl cıvıl olur bizim buralarda. Sabah tazeliğine karışmış deniz kokusuna eklenir ağaç dallarındaki tomurcuklar. Yokuşu inerken fırından mis gibi ekmek ve simit kokusu gelir. Az ilerde hemen kahveci Hasan’ın tavşan kanı çaylarını dağıtmaya çıkar avare çırak ağır ağır. Yokuşun sonunda da Selma ablanın dükkanı vardır. Uzun boyu, incecik beli, biçimli suratı ve bakıra çalan kızıl saçlarıyla dükkânının önünü süpürür her sabah. Mahallede herkes hayrandır ama kimse yan gözle bile bakamaz. Çünkü kocasının ne iş yaptığını doğru düzgün bilen yoktur mahallede. Onun için karanlık işler deyip kimse bulaşmaz, korkarlar. İnsanoğlu bilmediği kapıları kolay kolay çalamaz.

 

Üzerindeki sarı çiçekli elbisesini imrenerek incelerken o çakır gözleriyle beni fark etti.

 

”- Gel kız buraya, yine mi geç kaldın? Bak Valla ananla papaz edicen beni! Koş çabuk okula! Haa dur bak ne diyeceğim okuldan çıkınca dükkana gel. Sana önemli bir şey anlatmam lazım. Hadi iyi dersler.”

 

Anladım. Ya yeni bir roman okumuştu ya da yeni bir dizi seyretmişti. Bugün makyajı bile her zamankinden başkaydı. O hoyrat güzelliğinin altında naif bir kişiliği vardı Selma ablanın. Sıcak bir gülüşün, sevecen bir bakışın kadınıydı aslında. Bulamamıştı bir türlü aradığını.

 

O yüzden de incecik bir çizgi üzerinde yürümeyi seçmişti kendine, ya en dibe ya en tepeye doğru. Hep başka hayatlar yaşamak isterdi. Bir gün Madame Bovary olup yasak aşkı hayal eder, bir gün Nana olup bedbaht bir çöküşü özlemle bekler. Hayatındaki tek düze zinciri kırılsın yeter. Sonra bir dizi izleyerek kendini olayın içine dahil eder. Güçlü edebi eserleri okuyup özümseyebilecek kalemdedir. Bir keresinde okuduğu kitaptan esinlenip yazar olmaya kalktı. “Kendine Ait Bir Oda” adında bir kitap okumuş ve evin hemen bir odasını palas pandaras boşalttığı gibi kendine ait bir yazma odası yapmış. Tabii kocası akşam eve gelince kavga kıyamet. Yazarlık macerası da bir iki ay kadar sürdü.

 

“Tıkanıyorum güzelim. Tam bir konu buluyorum yazmaya başlıyorum hop kapı çalıyor. Aman yemek yanıyor, yok dükkân bekliyor. Kendimi veremiyorum ki!”

Her büründüğü karakter ondan birer parça koparıp götürüyordu giderken, yerine bolca ait olamama bırakarak. Gözümün önünde mum gibi eriyormuş aslında. Ben o zaman başka gözle bakıyordum Selma ablaya, bütün bunları fark edemeyerek. Hem güzelliğine hem zekâsına hayrandım. Bir taraftan da bir deney gibiydi benim için karakteri.

Annem her ne kadar üniversite okuyabilmemi bir hayal olarak görse de derslerim çok da fena değildi. Felsefe ya da psikoloji okumak istiyordum. Edebiyat hocamı kendime yakın hissederdim. Düşüncemi paylaştığımda ise üniversitede psikoloji anabilim dalı başkanı olan profesör arkadaşı ile tanıştırdı beni. Kafamın içinde, yüzlerce oradan oraya koşuşturan, konuşan, bağıran insanların hepsi büyük bir kapıdan içeri girerek kayboldular. Yalnızca bir tanesi kaldı ve “Evet, işte buldun.” dedi gülümseyerek. Artık tek gayem psikoloji okumaktı. Anneme, kardeşime belki Selma ablaya bile rahat bir hayat sunabilecektim, hayatın da kendi hesapları olduğundan bihaber.

Okuldan sonra büyük bir merakla doğru Selma ablanın dükkânına gittim. Raflardaki renkli yünler, masallardaki gibi sanki renkli bir diyar oluşturmuş ana karakterin etrafında dönüyorlardı. Selma abla kapının açıldığını duyunca başını kitabından kaldırdı, sanki benim geldiğimi tahmin etmişçesine kocaman bir gülümsemeyle karşıladı.

 

“-Hoşgeldin. Kahve yapalım da karşılıklı içelim, hıı?”

“-Olur. Noldu Selma abla, Bir şey anlatmam lazım demiştin?”

“-Sıkışıp kaldım şu hap kadar dükkânın içinde. İyiden iyiye ruhum daraldı. Alıp bavulumu düştüm mü yollara artık kimse tutamaz beni. Belki ünlü bir yazar olurum kız ne dersin? Belki de şarkı söylerim gazinolarda. Boy boy afişlerim asılır duvarlara. Belki de tiyatroya girerim. Anadolu turnesine çıkarım gülüş cümbüş, ne eğlencelidir kim bilir…”

“-Abla sen ne diyorsun, gerçekten gidecek misin?”

“-Tabi kız. Selma’nın ne marifetleri varmış cümle âlem görsün. Hemen değil canım sen de, biraz daha var zamanı.”

 

Bu seferki hali beni biraz ürkütmüştü. Neyse ki daha sonra eski haline dönmüştü. Yine her gün başka bir karaktere bürünme oyunu oynamaya.

 

Sonbaharın gelmesi benim ilkbaharımın başlangıcı olmuştu. Üniversiteyi kazanmıştım. Psikoloji bölümü. Annem feryat figan ağlıyordu, kızımı gurbete bi başına nasıl yollarım diye. Sonra toparlanıp oku kendini kurtar kızım diyordu. Ayrılık vakti geldi çattı.

 

Elimde eski bir bavul, annemin boynuma doladığı ipek eşarbı, yüreği ürkek kuş kanadı gibi titreyen ben… Bir otobüs dolusu hikâyeyle çıktım yola. Okula geldiğimde tüm heybetiyle kapılarını açarak içine çekti beni, yıllar akıp giderken bir daha bırakmamacasına.

 

Annem ve kardeşim, ben okulu bitirdikten sonra çalışmaya başlayınca yanıma taşındılar. Ne kadar uğraşsam da Selma abladan bir daha haber alamadım.

 

Yıllar sonra mahalleye döndüğümde ilk işim Selma ablanın dükkânına uğramak oldu. Selma ablanın cıvıl cıvıl dükkânının yerinde ruhunu teslim etmek üzere gibi eğreti duran bir bakkal dükkânı vardı. Hemen içeri daldım.

 

“-İyi günler. Ben Selma hanımı aramıştım. Eskiden burada…”

“-Evet, evet demişlerdi. Üç dört sene oldu ben burayı alalı. Hanımı tanımam, kocasından aldım dükkânı. Zaten sonra kocası da gitti buralardan.”

“-Peki, teşekkürler.”

 

Hemen kahveci Hasan amcaya koştum. Selma abla sessiz sedasız bir gün çekip gitmiş. Kocası ortalığı ayağa kaldırmış. Her yerde aramış. Zavallı bitap düşmüş aramaktan. Arkasında sadece bir mektup bırakmış giderken.

 

“-Adamcağız bana verdi. Selma hanımın mektubu sanaymış. Belki bir gün yolun düşer de eski mahallene gelirsin diye sakladıydım. Bekle getireyim.”

“-Kocasına değil de neden bana bırakmış mektubu?”

“-Orasını bilemem kızım. Zaten sağ olsun biraz değişikti Selma hanım. Al bakalım.”

“-Teşekkürler Hasan amca. İyi günler.”

 

Kahveden çıkıp biraz uzaklaştıktan sonra deniz kenarına doğru götürdü beni ayaklarım.

Kendime uygun bir yer bulup hemen açıp okumaya başladım mektubu.

 

Zeliha’m,

Sana demiştim bir gün gideceğim buralardan diye. İşte vakit tam da bu vakittir. Beni en iyi anlayıp hak verecek olan sensin. O yüzden sadece sana açıklama gereği duyuyorum bu yersiz görünen terk edişimin sebebini.

‘Kuşa kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor. Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür. Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel güzel hikayeler söylerler. Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görür de ne iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı. O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da.’

Sevgiler…

Selma”

 

Genzimi yakan, keskin iyot kokusunu hissetmesem kendimi düşler aleminden çıkaramayacaktım.  Kim Mevlana’nın Mesnevi’sinden ezbere bir kesitle mektup yazar ki? Kimdi bu Selma? Kaf dağının ardındaki bilinmezler ülkesine ulaşmaya çalışan bir masal kahramanı mı, yoksa hayatın terazisini dengelemeye çalışan bir deli mi? Belki de bana hangi yolu seçmem gerektiğini göstermek için gönderilmiş bir kılavuzdu, kim bilir?

 

Selma ablaya ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Bazen deniz kenarında otururken gözlerimi kapatırım ve bir kuş sesi gelir kulağıma. Kafesinden çıkmış özgürce dolaşır. O beni görür, ben onu duyarım…

 

Elif Biçel

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: