çay çöpü

 

Kapıdan içeri girdiğinde gözüme çarpan ilk şey, şiş göz kapakları oldu. Belli ki yine uyumamıştı.

– Hayırdır, dedim.

Gözlerini benimkilerden uzak her noktada gezdirdi, sonra gömleğinin en alt düğmesine ilikledi. Sözlüye kalkan çocukların aklına gelmeyen, yanıtından emin olamadıkları soruların karşısında, pabuçlarının ucuna bakışları gibi eğilmişti başı.

-Yazacağım öykünün konusuna dün akşam karar verdim, dedi.

Uykusuzluğu ondan diye düşündüm. Gereksiz telâşlı yüreğime su serperek.

-Senin adına sevindim.

-Bir kadın var. Orta yaşlarda. Güzel sayılır. Aynaya baktığında kendini sevenlerden.

Durdu. Burnunu çekti. Tedirgin, ‘paylaşmak istemiyor,’ dedim içimden.

-İstersen sonra anlatırsın. Önce bir çay içelim.

Küçük adımlarla yürürdü. ‘Yürüyüşü nazlı’ diye takılırdım, gülerdi. Bu sefer nazını bırakmış bir halde pencerenin yanındaki masaya vardı. Sandalyenin arkalığına iki elini koyup, omuzlarını yükseltti. Bir şeyler arar gibi baktı uzaklara, damların arasından görünen bir parça gökyüzüne ve önünü kapatmış, yükü; yağmur, dolu, kar, boş, düş mü olduğu bilinmeyen bulutlara.

Onu izlemekten vazgeçip ocağa yöneldim, alevi kıstım.  Çaydanlıkla beraber demlik de sesini kesti. Artık evin içinde nefes dışında bir şey duyulmaz olmuştu.

Rafta bardakları aynı çizgide sıralamak gibi bir huyum vardı. Önce onları art arda diziyor sonra biraz geri çekilip uzaktan bakıyordum, bir bozukluk var mı diye. İnce belliler, tabanı kalın olanlar, kahveci, kesmeler, kristaller… Kim neyle içmek istiyorsa çayı onunla ikram ediyordum. Aynı demlikten döküyordum, farklı tatları… Sır onda değil kişinin dokunuşundaydı. Elinin altında, dudağının değdiği noktadaydı. Dile ulaşmadan önce başlıyordu keyfi. Dokunarak, görerek. Herkes hoşuna giden bardağı seçiyordu o nedenle. ‘Düğüne giderken elbise seçer gibi,’ dedim içimden, sonra iyi benzetme olmadı bu diye de güldüm.

O, çocukluk alışkanlıklarını severdi. Klasik eski zaman bardağından içerdi çayını. Bisküvi isterdi çoğunlukla yanında. İçine batırır, yumuşayan bölüm yere dökülmesin diye ağzına varana kadar hızlı davranır, dudaklarının arasında o yumuşaklık ve sertlik sınırından koparırdı. Elinde; başparmağı ile işaret parmağı arasında görünmeyecek küçüklükte parça kalana kadar bu işlemi sürdürürdü. Bazı zamanlar sıcak sıvı ondan önce davranırdı. O zaman da dipte kalın bir kalıntı oluşur, rengi bulanıklaşırdı. Son yudumlara geldiğinde tortuların içindeki yaprak parçacıkları da dâhil olmak üzere hepsini birden yutar, bulaşık bardağın kenarlarına yapışanları incecik parmakları ile temizler sonra onları tek tek yalardı. Yüzündeki ifade; çocukluğuna dönmüş de yaptığı yaramazlıktan doruklara yükselmiş izlenimi verirdi.

Çayın bardakla buluşan ilk sesini sever; “Dökülüşüne hayran olduğum,” derdi. Demedi. Onun yerine:

-Öykümün adı; Bir Ömürlüksün Sevdiğim olacak dedi. Elim titredi masaya çayları koyarken.

Birini aldı. Avuç içlerini ısıtacak gibi iki elinin arasına hapsetti. Yalnız kalan tabağa dönüp bakmadı.

– Öykümün kadını, yüzüksüz parmakları ile erkeğinin gömleğini iliklemeye son düğmeden başlayacak. Her şey yerli yerini doğru olarak bulsun istiyor. Yakasına vardığında görünen açıklıktan tüylerine dokunacak. Boynunu okşayıp, yüzünü ellerinin arasına alıp gülümseyecek. Akide şekeri tadında öpecek.

Söylemedim bir şey. Yazma hevesi kırılmasın diye. Oysa akide şekeri tadını bir yerlerde okumuştum.

O benim yüzümden bir şeyler anlayacak durumda değildi. Başka zaman olsa konuşurken gözlerime bakar, beynimden geçen düşüncelerin gözlerimdeki yansımasını hemen fark ederdi.

Devam etti:

-Sonra sorusunu soracak Adam’a. O da  “Bir ömürlüksün sevdiğim” diyecek. Kadın ne zaman sorsa hep bu cevabı alacak. Sustu.

-Yazmışsın gibi anlatıyorsun. Oysa… dedim gözlerinin elası devamını getirmemi engelledi.

Uzun zamandan beri istediği bir şeydi bu. Hiç yazılmamış öyküler derdi adına. Sonra da bunca yaşam içinde birbirine benzemeyen ne var ki, deyip, vazgeçer gibi olurdu. Bir keresinde; “Ben kendimi yazmadım henüz,” demişti. Gülerken göz kenarları çok kırışacak düşüncesiyle de kaşlarını kaldırarak eklemişti,

-Her sevdanın kendine has ve kelimelere dökülmeyen bir yanı vardır elbet.

Şimdi karşımda susuyordu. Kaşlarını çattığı için alnının ortasından aşağıya yüzünü ikiye ayırmak istermiş gibi bir çizgi oluşmuştu. İlk kez yaşını düşündüm. Başka günler olmasa bile bugün yaşıttık. Balon olmuş gözkapakları, çevresindeki kaz ayakları, umurunda değildi. Gözlerinin içine acı bir görme bilgisi yerleşmişti.

-En son ne zaman sordu sorusunu, dedim, duyacaklarımdan korkarak.

– Adamın karısı öldükten sonra. Ha bir de, bir de uzaktan akrabaları olan o genç kızı istemeye gittiklerini öğrendiğinde.

Duymuştu. Kimden, nasıl bilmiyordum. Ama duymuştu.

Elimi uzattım. Tutmadı. Yerinden doğruldu. Gidiyordu. Kal desem boşuna olacağını biliyordum. Konuşmanın yersizliği dönemiydi.

O hiç yazılmamış öyküsünü yazmıştı artık.

Yine de.

-Kadın hangi soruyu soruyordu Adam’a? , demekten kendimi alamadım.

Gövdesini döndürmeden başını bana doğru çevirdi. Düşü boşalmış gözlerle öylece baktı.

– İnandın mı kadının soru sorduğuna?  Yanıtın değişeceğinden korkan kadınlar asla soru sormazlar, dedi.

Üzerine çöktüğüm koltuk annemin çeyiziydi. Yüksek sırtlı. İçi yaylı ve araları saman dolu. Goblen kumaşının menekşeleri zamanla rengini kaybetmiş, ayrılmak istemediği dalından yaprağından, insanların bedenlerinin sürtünmesi ile aşınarak ayrılmıştı. Bugün yarın yüzünü değiştiririm diye düşünmüş günbegün de ertelemiştim. Kol yeri ve ayakları ceviz ağacındandı. Elimin hemen altında verniği soyulmuş yerinden, sanki inceden inceye nefes alıyordu. Başından geçenlerin deneyimiyle “korkma geçecek” der gibi. Ayrık otu gibi uzanan saman parçasını tutup dışarı çekmedim. Birini çeksem ardından diğerleri sıraya girecekti. Tıpkı gözümden damlayacak ilk yaş gibi. Parmağımın ucuyla içeriye tıkıverdim.

Çayımdan bir yudum aldım. Soğumuştu. Yumuşak bisküvi parçaları arasında kendine yer bulup dilime yapışan çay çöpünü iki dişimin arasından hışımla üfledim.

Dilek Bilge

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: