İstanbul çoktan ölmüştü... Deniz de doğmamıştı henüz...Sabah evden çıkarken neredeyse burnu karnına değen eşi onu “Saat üçte hazır olacağım, sakın unutup da geç kalma” diyerek uğurlamıştı. “Sen de kendini çok yorma o zaman Prenses Fiona” dedi karısına kapıyı kapatmadan önce. Hiç unutur muydu? Yıllardır bugünü beklemiyorlar mıydı? Evliliklerinin üzerinden on beş yıl geçmesine rağmen çocukları olmayınca çok üzülmüşlerdi. Özellikle de eşi kendini kahrediyordu. Gitmedik hastane, muayene olmadık doktor bırakmamışlardı. Allah’tan ikisinin de doktor olması birçok işi kolaylaştırmış da birçok tedaviyi kısa sürede deneme imkânına sahip olmuşlardı. Ancak olmuyordu işte, ne yaparlarsa yapsınlar olmuyordu.

Tüp bebek mi denememişlerdi, Amerika’dan ilaç mı getirtmemişlerdi, kayınvalidesinin bulduğu Kütahyalı hocaya gitmedikleri mi kalmıştı ancak bir türlü olmamıştı işte. Hiç istemediği halde eşinin zorlamasıyla gittikleri Kütahyalı hocanın eşine sorduğu “Beyiniz muhterem ne iş yapıyor bacım?” sorusuna eşi gülüp gülmeme arasında kalıp cevap veremeyince, adamın dik dik kendisine bakması üzerine bir türlü “Doktorum” diyemeyip “Esnafım hocam, Bellona mağazamız var dua buyurursanız” dediği an hayatının en zor anlarından biriydi. Eşi zaten Kütahyalı hocanın muskasının tesir etmemesini kocasının bu ciddiyetsizliğine bağlamış ve uzun bir süre onu suçlamıştı. Apartmanın asansöründen inerken kafasında bu düşünceler vardı, “hey gidi koca devrimci doktor Nazım, sen o hallere düşecek adam mıydın” dedi içinden ince bir gülümsemeyle. Apartmanın çıkışında kapıcıyla karşılaştı. Yüzündeki gülümse geçmemiş olacak ki “Nazım Bey pek bir keyiflisiniz maşallah bugün” dedi saygıyla. Severdi kapıcı Veysel’i, elinden geldiğince yardım etmeye çalışırdı. Her ne kadar son yıllarda karısının deyişiyle “küçük burjuva” olmuşlarsa da damarlarında devrimci Nazım’ın, ezilen halkların, emekçinin savunucusu Nazım’ın kanı dolaşmıyor muydu hala? Eşine kalsa bu kadar yüz göz olmaya ne gerek vardı canım kapıcı kısmıyla. Eşi böyle düşünse, neredeyse her sonbahar bir çocuk doğuran Veysel’in köylü karısından haz etmese de yine de kötü davranmazdı Veysel’e ve karısına. Bayramlarda çocuklarına harçlık verir, doğum yaptığı zaman bir kaç gün evlerine yemek gönderirdi. Aslında kızgınlığının sebebi başka bir şeydi, bunu kendisi de biliyordu. Bir keresinde itiraf da etmişti. “Nazım bu kapıcı ve eşi nasıl durmadan ürüyorlar böyle, adam karısının üzerine ceketini örtse hamile kalıyor” demişti gülerek. Ancak bu gülüşün arkasındaki derin hüznü ve ümitsizliği de saklamayı beceremiyordu. “Veysel nasıl oldu senin ufaklık, antibiyotiklerini içiyor mu” dedi apartmanın çıkış kapısının önünde. “Allah razı olsun Nazım Bey, verdiğiniz ilaçlardan sonra iki gündür ateşi çıkmıyor, iştahı da tekrar açıldı yemeye başladı kerata” dedi. Adamın gözlerindeki minnet fark edilmeyecek gibi değildi. “Hadi görüşürüz Veysel o zaman, ateşi tekrar çıkarsa haberim olsun mutlaka, işe geç kaldım biraz da” dedi hızlı adımlarla apartmanın çıkış kapısından çıkarken.

Her ne kadar eşi “Nazım sen ister kabul et ister etme biz küçük burjuva olduk” dese de bir küçük burjuvanın binmeyeceği kadar sıradan ve eski olan arabasına binerken aklına tekrar bugün yaşayacağı güzellik geldi. Öğleden sonra eve dönecek ve doğumun olacağı hastaneye yatıracaktı Nazlı’yı. Akşam saatlerinde biricik kızı Deniz’i kucaklarına almış olacaklardı. Daha hamileliğinin ilk günlerinde, bebeğin cinsiyeti henüz belli olmamışken “İster kız olsun ister erkek, bebeğin adı şimdiden belli Nazlı” demişti eşine, “Deniz olacak”. Eşi kocasının kararlılığını görünce direnmemiş Deniz ismine karar vermişlerdi. İşte bu akşam Deniz’ini kollarına alıp doya doya koklayacaktı. Bu fikir ona, her aklına geldikçe yüreğinde ince bir sızı oluşturan geçmişten bir günü hatırlattı. Tıp fakültesinin ilk yıllarında keskin bir devrimciyken bazı geceler arkadaşlarıyla afiş için çıkarlardı. Sokaklar tehlikeliydi. Kimden geldiği belli olmayan kör kurşunlarla her gece hem kendi taraflarından hem de “karşı” taraftan bir kaç genç öldürülüyordu. Aydınlı bir arkadaşıyla duvarları afişliyorlardı. Aynı sınıftaydılar Muhammet’le. Babası Aydın’da bir zeytin fabrikasında işçiydi. Temiz bir çocuktu, saftı. İlk geldiği sene namaz kıldığı söyleniyordu arkadaşlar arasında. Sınıfta kalınca Nazım’a ve arkadaşlarına takılmaya başlamıştı. Delikanlıydı, mertti. Nazım’ın da ikinci sınıfta Muhammet’e kanı kaynamış, tanıdıkça daha çok sevmişti. Birlikte takıldıkça Muhammet de halkların ezilmişliğini dert etmeye başladı. Belki de dert ettiği sadece babasıydı. Verem olmuş artık çalışamıyor diye haber gelmişti. Zaten doğru dürüst harçlık gönderemiyordu. Verem olunca hepten para gönderemez olmuştu. Nazım yardım etmişti bir kaç ay, borç vermişti. Allah var eline para geçer geçmez ödemişti borcunu. Sonradan borcunu ödemek için akşamüstleri halde karpuz yüklü kamyonları boşaltarak harçlığını çıkardığı konuşuluyordu. Velhasıl böyle bir delikanlıydı Muhammet. Gece çalışmaktan olacak çoğu sabah ilk derslere gelmezdi. Hoş fakültede sürekli boykottan dolayı ders mi işleniyordu sanki. Muhammet tıp fakültesinin üçüncü sınıfındayken bir kıza âşık olmuştu aynı sınıftan. Kimse bilmiyordu âşık olduğunu. Nazım da bilmiyordu. Kimse bir kor gibi içten içe yandığını da fark edememişti. O gece afiş asarken iyiden iyiye yanına yanaşmıştı Nazım’ın. “Nazım kardeş” demişti Nazım’ın hiç de alışık olmadığı bir seslenişle. Genelde arkadaş derlerdi birbirlerine, daha büyükler yoldaş derdi. Ama kardeş demezdi kimse. Belli ki içlenmişti, belli ki bir şey anlatacaktı sadece kardeşe anlatılır cinsten. Nazım da bu hitaptaki içtenliği anlamıştı “buyur kardeşim” demişti. “Nazım be, âşık oldum ben,” dedi. Fokurduyordu içi harlı ateşte kaynayan bir tencere gibi. “Hani bizim sınıfta Gülsüm var ya, hani Denizlili Gülsüm, işte kardeş ona âşık oldum. Ne yapsam da içimden atamıyorum, alev alev yanıyorum” dedi tatlı bir Ege şivesiyle. Hay dili kurusaydı da demez olaydı Nazım’ın, böyle bir içtenliğe, böyle bir duruluğa karşı edilecek laflar mıydı onlar: “İşçi sınıfı ezilirken, emekçi zulüm altında inlerken âşık olmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi burjuva düşünceleri nasıl aklından geçebiliyor Muhammet yoldaş,” demişti bir yandan afiş yapıştırmaya devam ederek. Aklını başına alsın, devrim gibi önemli bir davaları olduğunu iyice kafasına soksun diye özellikle “yoldaş” kelimesini seçmişti. Sonradan bu olayı hatırlattığı için yoldaş kelimesini hiç kullanmamış, hatta tiksinmişti bu kelimeden. Muhammet bu sözlerle afallamıştı, belki de yıkılmıştı. Gözleri dolu dolu olmuştu. Ama Leyla’dan karşılık görememiş bir Mecnun hoş görüsüyle “Nazım arkadaş, biraz önce söylediklerimi unut sen, haklısın hiç olacak iş mi halklarımız bu durumdayken, emekçi inim inim ezilirken böyle dar bir zamanda âşık olunur mu hiç,” demişti sesindeki hayal kırıklığını bastırmaya çalışarak. Uzun süre konuşmamışlardı, bir süre sonra da gelmez olmuştu aralarına. Geceleri içkili bir lokantada garsonluk yaptığı söyleniyordu. Dördüncü sınıfa geçtiğinde verem olan babası da ölmüştü. Beşinci sınıfta evlenmişlerdi Gülsüm’le Muhammet. Düğününe Nazım’ı da çağırmıştı. Sevinmişti Nazım. Affedildiğine işaret saymıştı davet edilmeyi. Muhammet de çoktan affetmişti zaten. Kin tutmazdı. Çok mütevazı bir düğündü düğünleri. Düğün gecesi tebrik etmek için yayına geldiğinde affettiğini gösterircesine çok kuvvetli bir kucaklamayla sarılmıştı Nazım’a. “Nazım arkadaş demişti, ben de garsonluk yaparak artık emekçi sınıfına dâhil oldum, kendi devrimimi tamamladım, artık benim haklarım da senden sorulur” demişti şakayla karışık. Şakaydı ama bu laf bile koymuştu Nazım’a. İki yıl sonra hem Muhammet hem de Gülsüm okullarını bitirip doktor çıkmışlardı. Sonradan çok pişman olmuştu Nazım afiş asarken söylediği o sözlere. Aslında ne büyük bir vicdansızlık yaptığını tam bir sene sonra aynı yere bir gece vakti afiş asarken tanıştığı Nazlı’ya âşık olunca anlamıştı. Aynı zamanda aşk ateşinin hararetini de anlamıştı, engellenemez olduğunu da… O güne kadar sert bir devrimci olarak kızlara hiç yüz vermemişti. Hani boyu posu da yerindeydi, hafif sakallı ve parkalı hali Che Guevara’ya benziyor diye devrimci kızlar etrafında fır dönerdi. Che de doktor değil miydi hem. Ama hiç yüz vermezdi onlara. Devrimcinin böyle kapitalist zevkleri olmasının büyük bir utanç olduğunu düşünürdü. Devrimci sadece devrime âşık olurdu, onun düğünü halkların kurtulduğu gündü. Gelgelim Nazlı ansızın giriverdi hayatına. Dağın yamaçlarındaki bir kayanın bir dere yatağına ansızın yuvarlanışı gibi düştü hayatının orta yerine. Nazlı aynı fakültede iki alt sınıftaydı. Bir kaç kere toplantılarda görmüştü ancak hiç konuşmamışlardı. Babası zengin bir müteahhit olduğu için pek sevilmiyordu grupta. Doğrusu bugüne kadar dikkatini de çekmemişti Nazım’ın. Diğerleri gibi bir kızdı işte. Devrimde kız erkek yoktu, herkes devrimin askeriydi. Afiş asıyorlardı hep birlikte. Bir arkadaşları Edip Akbayram’dan bir türkü mırıldanıyordu içli içli. Her şey sanki biraz sonra olacakların olağanüstülüğünü daha da artırmak için şu an olanca sıradanlığındaydı. Nazlı bir temelin üzerine çıkmış apartmanın yan duvarını afişliyordu. Nazım da hemen yanında duvarın başka bir tarafına afiş yapıştırıyordu. Birden “ay düşüyorum” diyen sese dönünce Nazlı’nın temelden aşağıya düştüğünü gördü Nazım. Allah’tan çok yüksek değildi temel. Hemen Nazlı’yı kaldırmak için aşağıya atladı; “bir şeyin yok ya Nazlı arkadaş” dedi devrimci soğukkanlılığıyla. Nazlı yerdeydi, ayak bileğini tutuyordu. Ay dolunaydı. Nazlı başını kaldırıp Nazım’a baktı. Dolunay Nazlı’nın yüzünü daha önce hiç bir kadında ışıtmadığı bir güzellikte ışıtıyordu, yeşil gözlerinin içine ay dolmuştu. “Sanırım burkuldu biraz Nazım arkadaş, önemli değil” dedi. Nazım tam o anda şöyle bir duygu hissetti; bu kızın içine ay ışığı dolmuş yeşil gözlerine sadece bir kaç dakika daha bakabilmek için, o an Nazlı’nın bileğinde hissettiği acının yanında, bugüne kadar yaşadığı ve ölene kadar yaşayacağı tüm acıları yükleseler razıydı. Âşık olmuştu. Rüzgârda ekine atılan bir ateşin yayılması gibi yüreğindeki yangın vücudundaki her hücreye yayılıyordu ılık ılık. Her şey anlamını yitirivermişti. Orada ne için bulunduğu, elindeki afişler, devrim, her şey ama her şey anlamsızlaştı birden. Çarşaf gibi bir denizden kıpkızıl güneşin olanca büyüklüğü ve sakinliğiyle doğarken tüm denizi dolduruşu ve o denizi deniz yapan her şeyi anlamsız kılışı gibi, Nazlı da Nazım’ın hayatına aniden doğmuş ve içini başka hiç bir şeye yer kalmayacak şekilde dolduruvermişti.

Bir kaç ay içinde ilişkileri hızla ilerlemiş sevgili olmuşlardı. Birbirlerini görmeden yapamaz olmuşlardı. Devrimle ilgili görevlerini aksatmaya başlamaları mı, yoksa artık herkesin içinde hiç çekinmeden el ele tutuşmaları mı bilinmez, arkadaş gruplarında olumsuz karşılanmış ve dışlanmaya başlamışlardı. Çok da umursuyor görünmemişlerdi. Aslında bu süreçte hem Nazlı hem de kendisi yoğun bir iç muhasebesi yaşayarak devrimi ve şu ana kadar yaptıklarını sorgular hale gelmişlerdi. Hayır devrime inanıyorlardı, insanlar eşit olmalıydı, sermaye emeği ezmemeliydi bu konuda tereddütleri yoktu. Ancak bunun çocukça yöntemlerle, afişlerle, sloganlarla, sırf İstanbul’a geldiğinde karşı tarafın ilgisini gördüğü için karşı taraftan olmuş, pekâlâ da kendileri önce karşılasa ve ilgilense bu tarafta olacak Anadolu çocuklarını dövmekle, öldürmekle olamayacağını anlamıştı her ikisi de. Devrim insanların bireysel olarak ruhlarında olmalıydı. Yardıma ihtiyacı olan kişilere yardım etme, derdine çare bulma her devrimcinin asli görevi olmalıydı. Kalabalık salonlarda nutuk atarak, emekçi garibanların, her ay çocuğuna harçlık göndermenin derdiyle geceleri uyku tutmayan babaların hasbelkader karşı taftan olmuş çocuklarını döverek, öldürerek devrimci olunmazdı. Nazım bir kaç yakın arkadaşıyla bu konuları konuşmuş ancak “satılmış dönek” damgası yemekten başka hiç bir işe yaramamıştı. Gitgide devrimci arkadaş grubundan uzaklaşmış, Nazlı ile yeni bir yaşama başlamıştı. Tıp fakültesinden mezun olur olmaz evlenmişler, sırf çok fakir yörelerde daha çok insana yardım edebiliriz düşüncesiyle gönüllü olarak şark hizmetine Tunceli’nin Hozat ilçesine gitmişlerdi. Tam dört yıl boyunca gezmedik köy, aşılanmadık çocuk, ziyaret edilmedik lohusa bırakmamışlardı Hozat’ta. Bu işe en çok Nazlı’nın babası kızmıştı. Defalarca kez “dönün İstanbul’a, Beykoz’da villanız hazır, bırakın böyle romantik saçmalıkları” dediyse de ne Nazlı ne de Nazım dönmeyi düşünmemişlerdi. Eski devrimci arkadaşlarından Ulaş da dönmeleri için çok ısrar etmişti. Açtığı yeni özel hastanede onlar gibi tanıdığı güvendiği arkadaşlara çok ihtiyacı vardı. Ulaş’ı severdi ikisi de. Her ne kadar Nazlı ve Nazım’ın ilişkilerini onaylamayıp o da çok sert tepki göstermişse de yine de her ikisi de severdi Ulaş’ı. İhtilal olunca Ulaş’ı da almışlar, altı ay içeride tutmuşlardı. Sonradan özel bir poliklinik olarak başladığı işleri çok büyüttüğünü duymuşlardı. Aslında İstanbul’daki “gelin çalışın” dediği hastane Ulaş’ın hastaneler zincirinden sadece biriydi. İstanbul’un sayılı zenginlerinden olmuştu. Ama onlar Ulaş’ın teklifini de kabul etmediler. “Siz bilirsiniz” dedi Ulaş, “ama o saçma sapan şehirde kazandığınızdan yirmi kat daha fazla kazanma şansınızı teptiğinizi de bilin” demişti en son telefon görüşmelerinde. Mutluydular. İlk bir kaç yıl koşturmacadan fark etmemişlerse de hayatlarındaki tek eksiklik bir bebekti. Hozat’taki dördüncü yıllarında Nazım ihtisas sınavını kazanmış ve İstanbul’a dönmüşlerdi. Nazlı’nın babasının Beykoz’da onlar için aldığı villaya oturmamışlar, şimdi oturdukları Bakırköy’deki apartmana kiraya çıkmışlardı. Acil ihtisasına başlamış, dört yıl sonra acil uzmanı olmuş ve ihtisas yaptığı hastanede uzman doktor olarak kalmıştı. Nerdeyse gelmek üzere olduğu hastanede…

Kafasındaki bu düşüncelerle kaç kırmızı ışık, kaç kavşak geçtiğini bile fark etmeden hastaneye ulaşmıştı Nazım. Arabalarını değiştirme vakti de gelmişti çoktan. Aslında kira olan evlerini ve artık asistanların bile beğenmediği bu arabayı kendi devrimciliğine olan sadakatinin son kalesi olarak görüyordu. Asistanlar arasında artık konuşulur olmuştu arabası. “Nazım abi, arabayı satmayı düşünürsen haberim olsun, trafikten kaydını düşürmek üzere hurda indiriminden araba arıyorum da” şeklinde şakalar bile yapıyorlardı zaman zaman. Ancak Deniz doğduğu zaman daha geniş ve güzel bir araba alması gerektiğini de biliyordu. Yine de bu arabayı devrimciliğinin son sığınağı olarak gördüğü için o kadar da kolay satamayacağının farkındaydı. Ne çok hatıra yaşanmıştı bu arabada. Ne çok güzelliği, ne çok acıyı birlikte paylaşmışlardı Nazlı’sıyla bu arabada. Artık bebek sahibi olma ümidini kestikleri günlerden biriydi. “Nazım” demişti karısı, “şöyle bir içimiz açılsa bir kaç günlüğüne Sapanca tarafına gitsek, temiz bir orman havası alsak burjuvalar gibi” demişti. Artık Nazlı da çocuk sahibi olmayla ilgili arayışları bırakmış, hissettirmemeye çalışsa da kabuğuna çekilmişti. Nazım’ın evde olmadığı zamanlar bazen ağlıyordu. Ancak yine de kabullenmişti bu durumu. Bu nedenle Nazım da onun bu kederini azaltmanın fırsatlarını kolluyordu. “Olur tabi Nazlı’cığım, bir kaç günlüğüne kaçalım bu insanı öğüten Bizans’tan” demişti. Hemen toparlanıp çıkmışlardı. Nazlı yolda “çok midem bulanıyor Nazım, yavaş sür ne olur” demişti bir kaç kez. Yavaş sürüyordu aslında ve yol mide bulandırmayacak bir düzlük ve güzellikteydi. İstanbul’u çıkalı on beş dakika geçmemişti ki Nazlı “kusacağım Nazım, dur lütfen” dedi. Hiç midesi bulanmazdı Nazlı’nın. “Ne oluyor Nazlı, hiç böyle olmazdın” dedi Nazım. Kustuktan sonra rahatlamış görünüyordu. Ancak on dakika sonra tekrar aynısını yaşadılar. Nazım “hamile misin yoksa Nazlı” dedi biraz da şakayla karışık. Nazlı birden bir şok yaşamış gibi dondu. “Olabilir Nazım dedi, bu ay adet kanamam da tam bir hafta gecikti” dedi. Ana yoldan çıkıp neredeyse uçarak yoldaki ilk ilçenin ilk eczanesinden bir gebelik testi aldılar. Bir benzinliğin tuvaletinde testi yaptı Nazlı. Sevinçten uçuyordu. İşte bu sevinci bu araba yaşamamışlar mıydı, nasıl satabilirdi onu?

Arabasını park edip hastaneye doğru yürürken halen kafasında o gebelik testi yaptıkları gün vardı. İçeri girene kadar nöbetini bitirip yorgun ve tükenmiş cesetlerini evlerine götürmeye çalışan bir kaç hemşiresiyle selamlaştı. Hemşirelerinden biri “Nazım bey, bugün doğuyordu değil mi kızınız” diye sorunca bir kaç kelime lafladılar. “İyi istirahatler” deyip onu da evine gönderdikten sonra çalışmış olduğu acil servisten içeri girdi. Gecenin nöbetçi doktoru Hakan’ı gördü. Yeni uzman olmuştu. En meşhur tarafı başında bir adet bile saç olmamasıydı. Tıp fakültesinin dördüncü sınıfında tamamen dökülmüştü saçları. Kendi kelliğiyle barışıktı. Bir gün acilde elektrikler kesildiğinde jeneratörler devreye girmekte gecikince, “birisi başıma azıcık bir ışık tutsa ben bu acili parıl parıl parlatırım” diyerek herkesi gülmekten yerlere yatırmıştı. Selamlaşıp, “sanki nöbet tutmamış gibi çok enerjik görünüyorsun Hakancığım” diyerek tokalaştı onunla. “İyiydi Nazım abi, sakin bir nöbet olarak başlamıştı ta ki şu asansör kazasından gelen hasta olmasaydı” dedi. “Hayırdır Hakan, haberim olmadı ne kazası” dedi Nazım. “Nazım abi, iki saat kadar önce sizin evin o taraflardaki bir gökdelen inşaatının asansörü 23. kattan aşağıya düşmüş. İçindeki iki işçiden birini buraya getirdiler. Zaten adamın düşer düşmez boynu kırılıp ölmüş, ama ambulans tutup bize getirmiş. Geldiğinde ölmüştü, yine de bir saate yakın kalp mesajı filan uğraştık ama dönmedi” dedi. “Canın sağ olsun Hakan’cığım, zaten elinden geleni yapmışsın, hoş 23. kattan düşen bir adama da ne yapılabilirdi ki” diye teselli etti Hakan’ı. “Öyle Nazım abi ama yine de insan çok üzülüyor” dedi. “Hakan’cığım ben çantamı, ceketimi odaya bırakıp geldikten sonra hastalarını devralayım ve seni de istirahate göndereyim” dedi Nazım. “Eyvallah abi, acele etmene gerek yok bekliyorum ben” dedi. Bir kaç dakika sonra döndü, Hakan’ın gece baktığı ve halen acilde yatan tüm hastaları tek tek devraldı, hallerini hatırlarını sorup tedavilerini planlayarak odasına döndü. Nazlı’ya bir telefon edip nasıl olduğunu sormalı, “merak etme unutmadım, öğleden sonra geleceğim” demeliydi.

 

İşçiler

“Ulan hala uyanmadınız mı, saat çoktan altıyı geçti” diyen babalarının artık iyice yaşlanmış sesiyle uyandılar. “Eşyalarınızı toplayın hemen, çöpünüz kalmasın burada, akşama ayrılıyoruz bu şehirden” demesi üzerine, odaya dağılmış eşyalarını toplamak üzere canlandılar. Abisi ve babasıyla buraya gelmelerinin üzerinden tam iki yıl, üç ay, yirmi altı gün geçmişti. Hiç ayrılmamacasına, bayram, seyran, yaz, kış dememecesine kalmışlardı bu konteynerin içinde. O zamanlar için bomboş olan bu devasa arsanın bir kenarına kurulmuş olan on tane konteynerin üçüncüsünde abisi ve babasıyla kalmaya başlamışlardı. Gökdelen inşaatı yükseldikçe konteynerler küçüldü, kırkıncı kattan aşağıya bakıldığında artık neredeyse görünmez oldular. Bu heyula gibi binanın yükselmesiyle konteynerlerin giderek küçülmesini bu şehre olan yenilgisinin sembolü olarak görüyordu Rıza. Yenilmişlerdi… Şehrin insanlarının yukarıdan bakması gibi, gökdelen de konteynerlerine en tepeden, mücadele edilemeyecek denli bir yükseklikten bakmıyor muydu? Konteynırın içinde abisi ve babası ranzada, kendisi yerde yatıyordu. Ancak sığabilmişlerdi zaten bu ceviz içi büyüklüğündeki konteynere. Bir küçük tüp, 37 ekran Yumatu televizyon, bir kaç kap kaçak, kenarda ayda yılda bir tıraş olurken kullandıkları kırık bir ayna. Hepi topu buydu eşya adına sahip oldukları…

İstanbul’a ilk geldiklerinde on yedi yaşına doldurmasına tam bir ay vardı. Hozat’ta geriye sadece anasını ve üç bacısını değil, Havin’ini de bırakmıştı. Büyük bacısıyla ulaştırdığı iki satırlık son mektubunda “Bekle Havin’im, dönünce düğünümüzü yapacağız. Yokluğumda baban seni evlendirirse, öldürürüm kendimi. Sensiz yaşayamam. Seni çok seven Rıza…” demişti. Havin de saçından bir tutam kesip bir mendilin içine sararak göndermiş, “Söyle Rıza’ya ölene kadar bekleyeceğim abini” demişti bacısına… O mendil, içindeki saçla beraber abisinin yattığı ranzanın altındaki valizinin gizli gözünde hala duruyordu. Havininin saçlarının olduğu bu mendilin yanında son bir aydır bir de tabanca vardı.

Yan konteynerde kardeşi ve iki yeğeniyle kalan Bahtiyar usta İstanbul’dan babasını aramış, “Seyfi, büyük bir gökdelen inşaatı başlıyor, ustabaşıyla konuştum, eli çekiç tutan mala tutan ne kadar adam bulursan çağır çalışsınlar” demiş ve bir iki gün içinde hazırlanıp çıkmışlardı yola. Tunceli’ye yaptıkları okul gezisini saymazsa Rıza ilk kez çıkıyordu Hozat’tan dışarıya. Abisi askerliğini Bayburt’ta yaptığı için onun için ilk olmayacaktı. Önce otobüsle Erzincan’a gelmişler, oradan da bir asır kadar uzun gelen tren yolculuğu sonunda İstanbul’a varmışlardı. Haydarpaşa Garı’na balya yapılmış yükleriyle indiklerinde, kendini çocukken komşu köylerden birine bir düğüne gittiklerinde hissettiği kadar yabancı hissetmiş ve oraya ait olmadığı duygusu kara bir bulut gibi tüm içini kaplamıştı. Sevmemişti İstanbul’u, sevememişti. Hoş ne kadar yerini görmüştü ki bu koca şehrin? Ayda bir kez verilen pazar izinlerinde abisi ve babasıyla birlikte Eyüp’te eski, tasları kirden yağırlaşmış bir hamama gidip yıkanırlar, ihtiyaçsa Aksaray’da asker malzemeleri satan yerlerden iç çamaşırı, tıraş sabunu, tırnak makası, dikiş ipliği, Adıyaman tütünü filan gibi şeyler alıp konteynerlerine dönerlerdi. Belki de bir anlamda şehrin üzerlerine gelmesine karşın bir çeşit sığınmayla sığınırlardı küçücük konteynerlerine. Abisinden ve babasından bir fırsatını bulup bir iki dakikalığına ayrılabilirse, önce bir tütün sarar sonra da Havin’e iletilmek üzere büyük bacısına göndereceği mektubu postalamaya çalışırdı. Bazen iki üç ay geçerdi de yazdığı mektubu göndermeye fırsat bulamazdı. Havin ona yazamazdı, ne diyecekse bacısına söyler, o da uygun bir zamanda fırsatını bulunca bir telefon görüşmesinde iletirdi Rıza abisine. Geldiğinden beri sadece bir kere konuşabilmişti Havin’le. İstanbul’a gelmelerinin üzerinden yedi sekiz ay ancak geçmişti, bacısı anasının yokluğunu fırsat bilip ayarlamış Havin’le görüştürmüştü onu. “Rıza” demişti, “ne zaman döneceksiniz kurban olayım, babam amcamoğluyla evlendirmek için üzerime geliyor, dayanamıyom, dön ne olur, al beni artık” demişti. Rıza ağlamaklı olmuş ama sesini de titretmemeye çalışarak “Az kaldı Havin’im dayan” demişti. “Önümüz sene bahara geleceğim, bekle beni,” demişti. Başka da sesini duyamamıştı Havin’in.

Babasının “Rıza topladın mı her şeyini” diye homurdanan sesiyle daldığı düşüncelerden kurtuldu. “Topladım baba merak etme, bitimi bırakmam İstanbul’a” dedi. “Bugün şef içeride altı aydır alamadığımız paraları verecek” dedi babası, “aman mukayyet olun paralarınıza” diye de ekledi. Tam altı ay geçmiş, küçük el harçlıkları dışında paralarını vermemişti müteahhit. Zor durumda kalmışlardı, anaları her mektupta “ne zaman para gönderiyorsunuz kurban olam, elde avuçta hiç bir şey kalmadı” diye sitem ediyordu. “Az sabredin hele” diyordu babası, hem analarına hem de abisiyle kendisine. Şef her ayın sonunda, paralarını alma zamanı geldiğinde tüm işçileri meydana toplayıp, “müteahhittin parası kalmadığını, ama yakında devletten aldığı bir ihaleden büyük paralar geleceğini, hepsinin parasını kuruşu kuruşuna ödeyeceğini, kimsenin hakkının kalmayacağını” söylüyordu. Ancak belli ki müteahhit o sıkışıklığında bile şefin parasını geciktirmiyordu. Hatta şef son bir kaç aydır külüstür de olsa bir arabayla gelip gitmeye başlamıştı şantiyeye. Çok nadir de olsa müteahhit de gelirdi inşaata bakmaya. Hozat’ta hiç görmediği büyüklükte bir ciple gelir, arkasında ondan hiç ayrılmayan siyah bir arabadan koşuşan gençler koşarak kapısını açarlardı. Onu takip eden arabadaki gençlerin hepsinin bellerinde tabanca vardı. Ceketlerinin altından tabancaların kabarıklığı görülürdü. Bazen bir çeşit gözdağı vermeyle bir ikisi ceketlerini çıkarır tabancayı herkesin görmesini isterlerdi gibi gelirdi Rıza’ya. Öyle mi değil miydi bilemese de bildiği bir şey vardı, müteahhittin parası olduğu kesindi. Domuzluğundan vermiyordu. Sadece bu mu? İşe ilk başladığında yaşı on sekizden küçük diye sigorta yapmamışlar, ücretini düşük tutmuşlardı Rıza’nın. Herkes kadar çalışıp herkesten az almak koymuştu Rıza’ya. Son altı aydır paralarını vermemeleri de işin tuzu biberi olmuştu. İyice kinlenmişti Rıza… Git gide bu haksızlığa karşı sabrı tükeniyordu. Bu şantiyedeki tek arkadaşı, yaşıtı olan Bahtiyar ustanın yeğeni Nusret’le konuşmuşlardı durumu. Çocukluk arkadaşıydılar Nusret’le. Havin’i bilen tek kişiydi. “Rıza,” demişti, “paramızı vermezse vuralım bu şerefsiz müteahhidi” demişti konuşurlarken. “Hep bizim mi anamız ağlayacak” demişti. Önceleri o da babası gibi “az sabret Nusret alacağız paralarımızı” demişse de aylar geçtikçe buna kendi de inanmamaya başlamış, kızgınlığı artmıştı. Üç ay kadar önce bir gece yatarken konteynırın kapısı tıklanmış, babası “kim ulan o” deyince, “Seyfi dayı, ben Nusret, Rıza’yı gönderirsen bir şey diyeceğim ona” demişti. Rıza uykulu gözlerle kalkmış, “ne var lan bu saatte kaldırıyorsun” diye azarlamıştı Nusret’i. “Önce şu tütünü yak sakinleş biraz gardaş, sonra da iyice dinle beni” demişti. Elinde siyah bir poşet vardı. Yürüyerek inşaatın karanlık bir yerine doğru gittiler. Poşetin içinden gazeteye sarılmış bir tabanca çıkardı Nusret. “Al işte” dedi, “tabanca istemiyor muydun, bir sana bir de kendime buldum” dedi. Rıza’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Nereden buldun lan bunu” dedi. “Soru yok dedi Nusret, “istiyorsan al, korkuyorsan da isteyen başka bir arkadaşa veririm” dedi. İşte şimdi Havin’in saçlarının sarılı olduğu mendilin yanındaki tabanca bu tabancaydı. İyi ki de almıştı Rıza. İyi ki de o gün geri vermemişti Nusret’e. Bu tabanca iki iş birden görecekti. Çünkü son altı aydır bacısı Havin’le ilgili sorduğu sorulara kaçamak cevaplar veriyordu. Geçen ay sıkıştırdı bacısını telefonda, “öldürürüm kız seni, ne diyor Havin ablan, geveleyip durma” dedi. Ağlamaya başladı telefonda “Abi, o kadar yalvardım Havin ablama, abim bir kaç aya varmaz gelecek, evlenme ablam amcanoğlunla, kurbanın olam dedim, ama engelleyemedim, iki ay önce evlendiler abi” dedi. Telefon ahizesi düştü Rıza’nın elinden. Telefon kulübesinden koşar adım uzaklaştı. Telefon sırasında bekleyen üniversite öğrencisi kız “salak mı ne” diye söylendi arkasından. Ne yapacağını bilemedi Rıza, gitse kendini denize mi atsaydı, yoksa inşaatın kırkıncı katına çıkıp bıraksa mıydı boşluğa kendini bilemedi. Deli gibi dolaştı sokaklarda. Döndü geldi sonunda konteynerine. Günlerce yemek yemedi su içmedi, ölü gibi çalıştı inşaatta. Kararını verdiğinde rahatladı, yemeye içmeye başladı, keyfi yerine geldi tekrar. Bu tabanca iki iş birden yapacak, iki vicdansızı, iki haini birden öldürecekti. Bugün, müteahhidin hem veda edip hem de paralarını vereceği gün olan bugün, eğer o alçak bir kaypaklık yapıp ödemezse paralarını boşaltacaktı mermileri müteahhidin üstüne. Sonra da bir yolunu bulup kaçacak ve doğru Havin’i bulacaktı. Niye beklemediğini, niye bir kaç ay daha sabredemediğini soracak, belki de konuşmasına bile fırsat vermeden ona da boşaltacaktı mermileri. O gün bugündür, bu kararı verdiğinden beri hayli rahatlamıştı. Uyuyabiliyordu en azından. Neşesi yerine gelmiş, kırkıncı katta, İstanbul’u bir hınçla ayaklarının altına almış harç karıyorken türküler tutturmaya bile başlamıştı. Büyük gün gelip çatmıştı işte. Paralarını kuruşu kuruşuna öderse müteahhit kurşunlardan nasibini almayacaktı. Ödemezse eğer, işte o zaman kendisi düşünsündü. Ama Havin bu kurşunlardan illa ki nasibini alacaktı. Rıza’ya yapmamalıydı bunu, sabredip beklemeliydi. Gerekirse kaçmalıydı İstanbul’a. Ya da bacısıyla bir haber gönderip “Gel Rıza, artık ne olur kaçır beni” demeliydi.

Eşyalarını valize yerleştirirken abisine ve babasına fark ettirmemeye çalışarak tabancanın yerinde durup durmadığını kontrol etti. Oradaydı, kabzasını okşadı biraz. İçinde Havin’in saçları bulunan mendili gizlice cebini koydu. Dışarıya çıkınca yakacaktı. Havin’e ait hiç bir şeyi görmeye tahammülü yoktu artık. “Uyuşuk uyuşuk hazırlanma, hızlan biraz” dedi abisi. O da heyecanlıydı. Abisi de askerden döner dönmez evlendiği karısını düğünden üç ay sonra bırakıp gelmişti İstanbul’a. Çok özlemişti karısını. Elden bir şey gelmezdi. Biraz para biriktirmişti. Dönünce Hozat’ta ufak bir bakkal dükkânı açmayı hayal ediyordu. Bu nedenle belki de aralarında dönüyor olmalarına en çok sevinen oydu.

“Ben çıkıyorum yukarıya çocuklar, siz de hazırlandıktan hemen gelin oyalanmayın, son katın sıvasını bitirelim artık bugün ve gidelim buralardan” diyerek çıktı babası. Mesai bitimiyle müteahhit gelecek ve paralarını dağıtacaktı. Altı aydır almadıkları için epeyce bir para alacaklardı “Tamam baba sen çık, beş dakikaya kalmaz geliriz Rıza ile” dedi abisi. Babası çıkınca bir tütün sardılar ikisi de. “Rıza hem içelim hem de bir an evvel topla şu valizlerini de yardıma gidelim babama” diye söylendi abisi.

Konteynırdaki eşyalarını toplayıp çıktılar dışarıya. Güzel bir hava vardı. Masmavi bir gökyüzünden yumuşacık bir sıcaklık yayılıyordu İstanbul’a. İkisi de onları kırkıncı kata götürecek asansöre binmek üzere yürüdüler. Birden ıslık gibi bir ses duyuldu, ardından asansörün halatının kopmasıyla oluşan ve kulakları sağır edecek şiddette bir çatırtı sesi. “Asansör düşüyor” diye bağırdı şef. Hem Rıza hem de abisi gökyüzüne doğru baktılar, asansör büyük bir hızla aşağıya düşüyordu. İçinde iki kişi vardı ama kim oldukları seçilmiyordu. Rıza “Allah’ım ne olur babam olmasın” diye haykırdı. Büyük bir gümbürtüyle düştü asansör. Koşarak gittiler. Asansördekilerden biri Bahtiyar usta, diğeri de babasıydı…

Tabanca

Nazım hemşirelere ve asistanlara hastalarıyla ilgili son talimatları verdikten sonra odasına geçti. Nazlı’yı bir an önce arayıp, halini hatırını sormalıydı. Zaten o aramazsa Nazlı dayanamaz “saat üçte geleceğini unutmadın değil mi Nazım” arardı mutlaka. Nazlı’nın özelliğiydi, güzel şeyler bir an önce oluversin isterdi. Hamile olduğunu duyduğu zaman “Nazım ben bu Deniz kızını nasıl dokuz ay taşıyacağım karnımda, hemen doğsun istiyorum, nasıl bir şey olduğunu görmek istiyorum” demişti. Odasına geçer geçmez telefonu aldı eline ve evi aradı. Nazlı açtı telefonu, “Buyurun Prenses Fiona ile görüşüyorsunuz” dedi. Hamileliğin altıncı ayından sonra ne bulursa büyük bir iştahla yediği için aldığı kilolardan dolayı ona şakayla karışık “Fiona gibi oldun Nazlı, biraz dikkat et” demişti. Çok gülmüştü Nazlı Fiona benzetmesine. “İyi misin Nazlı, kendini yormadın değil mi” dedi Nazım telefonun öbür ucundaki Nazlı’ya. “Hayır, yormadım Nazım, biraz önce annem geldi zaten, sağ olsun işleri halletti” dedi. Tam o esnada bir tekmeyle odasının kapısı açıldı Nazım’ın. “Sen misin lan o doktor” dedi gençten bir adam. “Nazlı bir dakika bekler misin canım” dedi telefonu masaya bırakıp sakin olmaya çalışarak. “Delikanlı nasıl yardımcı olabilirim sana” dedi Nazım sakin ama genç adama haddini bildirir bir ses tonuyla. Adam cebinden bir tabancı çıkardı ve hiç bir şey söylemeden mermileri boşaltmaya başladı Nazım’ın üstüne. Genç adam öyle bir öfkeyle ateş ediyordu ki, mermiler sadece Nazım’a değil, İstanbul’a, Havin’e, müteahhite de isabet ediyordu. Nazım’ın yanağından, alnından ve boynundan akan kan, Havin’ininkine, İstanbul’unkine ve müteahhidinkine karışarak ahizenin üstüne damlamaya başladı. Ahizenin diğer ucundan “Nazııııııııım” diye bir feryat koptu. Genç adamın yanına ondan biraz daha büyük başka bir genç adam daha geldi koşarak. “Hay salak Rıza ne yaptın sen böyle, ben seni git konuş doktorla, nereden alacağız babamızın cenazesini sor bakalım diye göndermiştim, vurmuşsun be sen adamı. Zaten babamıza müdahale eden doktor da bu değildi, kel olan doktordu” dedi.

İstanbul çoktan ölmüştü… Deniz de doğmamıştı henüz…

Dr. Ahmet KARADAĞ

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: