Evimizin başköşesinde tüm gizemiyle, aile hayatımızın her aşamasına şahitlik etmiş, aslında aileden biri olan ama nedense hep misafir gibi duran, üzerinde ki kahverengi plakanın yer yer kırılıp dökülmesinden ötürü alttaki sunta kısmının görünmeye başladığı utangaç bir sandukamız vardır. Öyle ki evimizin romanı yazılacak olsa anlatıcı rolünün en uygun düşeceği kişi kendisidir. Çocukken içinde ne olduğunu hep merak ederdim ama üzerine yığılan yorgandan, yastıktan dolayı açmak hiç mümkün olmamıştı. Sizin evlerinizde de böyle sandıklar vardır muhakkak. Sonra o sandığı oracıkta unutuverdim.

Geçenlerde annem yine bana o sandığın varlığını hatırlattı. İçinden bir çift erkek çocuk ayakkabısı çıkardı. Ayakkabılar -içlerindeki keçeler kopmuş olsa da- hala sapasağlam duruyor. Siyah bir çift ayakkabı… Ayakkabının sağ serçe parmağına bakan kısmında yuvarlak, küçük, metal bir plaka var. Altları kahverengi plastik ve sanırım 26 numaralar.

Uzunca bir zaman mütebessim bir ifadeyle iç geçirdikten sonra hayat yoluna omuzumda azığımla çıktığım o günler geldi aklıma. Yaz tatilinin sonunda, tatilde toplayıp sattığımız vişne paralarıyla alınan ayakkabılar… Ertesi gün başlayacak okul heyecanının ilk ödülü… Pırıl pırıl bir çift ayakkabı… Yatağın başucuna koyar, sabahı sabırsızlıkla beklerdim… Ertesi gün ilk iş dışarı çıkıp altları kirlenmeden evin içinde bu yeni ayakkabılarla dolaşmak olurdu! Emektar anamın ütüleyip askıya astığı mavi önlük, beyaz yakalık, içinde bölmelere ayrılmış kapların -ki bir gözünde zeytin, bir gözünde peynir olurdu- bulunduğu beslenme çantası… Aşk ile başlardı ilk gün. Gerçi aşk ile devam etmezdi ama olsun!

Sonra yokluk zamanlarının çocuk yüreğimi nasıl işgal ettiği geldi aklıma! Sıkıldım. Yazın kazanılan vişne paraları suyunu çekince, bir müddet sonra topukları delinen, altları çatlayan ayakkabılara talim ederdik. Sanki ilk gün o emsalsiz hevesle giyindiğimiz ayakkabılar onlar değilmiş gibi… Merdiven çıkarken -olur da ayakkabımızın topuğundaki deliği görür, bizi kınar, halimize olur da güler diye- arkamızdan kimsenin gelmiyor oluşuna dikkat ederdik! Geliyorsa merdivenleri yan yan çıkar, topuğumuzu gizlerdik. Yürürken topuklarımı değil de ayakkabımın ucunu kaldırarak yürümem o günlerden kalmıştır. Hoş bu sayede çamurda yürürken paçalarımı kirletmemeyi öğrenmiş ve en çok da annemi mutlu etmiştim…

Ama üzüldüm yine de! Bir çift ayakkabıyla sene sonunu getirmek zorunda kaldığıma, tabanımın içine giren küçük çakıl taşlarının insanı delirtircesine her adımda tıngırdayışına katlanmak zorunda olduğuma yahut her akşam eve gelince kalemimi o küçük deliklere sokup taşları ayıklamama rağmen her gün aynı sinir harbini yaşadığıma değil; çocukluk ayakkabılarımı yırtamadığıma üzüldüm… Ayakkabılarımın sağlamlığı ölçüsünde kullanılmamış bir çocukluğum vardı demek ki! Gezip eğlenmenin, tabiatı, dünyayı tanımanın, üzerine basıp yuvarlak plakalar haline getirdiğimiz kola kutularıyla top oynamanın, plastik borularla kâğıttan fişekleri ftüff ftüff diye fırlatmanın günleriydi o günler ama ben ayakkabılarımı eskitememiştim! Yirmi beş yaşındaydım ve yirmi sene önceki ayakkabılarım hala sağlamdı!

Tekrar sandığa koydum onları, üstüne yorgan döşek yığdırdım o naftalin kokan sandığın! Bu eski sandukada çok özlediğim çocukluğumu bulacağımı ve bundan pişman olacağımı ummazdım…

Süleyman Demir

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: