Dışarıdaki ayaz, oturduğum yerdeki sıcaklığa değince camlarda bu itiş kakışın doğal bir sonucu olarak oluşan buğulanmayı elimin içiyle silip yuvarlağa benzer bir boşluk oluşturdum. Genzim sigara dumanından yanmaya başladığı için, camdan elime geçen serinlik tüm vücudumu sararak beni bir an için ferahlattı. Tam da o boşluktan gördüm onu. Binanın dış kapısı aralandı ve dışarı çıktı. Bir yerden ya da bir şeyden kaçıyor olmanın huzursuzluğu, gidecek bir yeri olmamanın getirdiği tereddütle karışıyor ve yüzündeki çizgilerde benzersiz bir görüntü meydana getiriyordu. Bu hissi sözcüklerle resmetmek oldukça zordu. Sanırım Picasso da eline fırçayı alıp tuvale bu yüzü çizmeye kalksa, öylesine zorlanırdı ki çizeceği resmin anlamını açıklamak için sanat eleştirmenleri türlü çeşit açıklamaya girişir ve bunda muktedir olamazlardı. Yani, ancak resmi çizenin ya da o yüzü görenin anlayabileceği bir ifade vardı o hatlarda. Soğuk, bıçağın sıcacık bir ete değdiği gibi değmişti hücrelerine. Tüm vücudu, öpülmek üzere olan bir boyun gibi ürpermiş bir lahza kaskatı kesilip kalmıştı. Kapıdan çıkmakla geri dönmek arasında verdiği düşünsel mücadele her ne kadar bir saniye sürmüş gibi görünse de bunun asırlara bedel bir ölüm kalım savaşından farkı olmadığı anlaşılıyordu. Kollarını göğsünde birleştirip kendi vücuduna sarılarak ısınmaya çalıştı. Ağzından ve burnundan bir dansöz gibi kıvrılarak çıkan buhar ayaza karışıp kayboluyordu. Yürümeye başladı. Ağlayıp ağlamadığını seçemedim. İman tahtasının hemen üzerinde büyüyüp yuvarlaklaşan bir çift memesi vardı ve belli ki onları saklama içgüdüsü yüzünden sırtında hafif bir kambur oluşmuştu geçen zaman içinde. Bedenini o kadar çok şeyle doldurmuş olmalıydı ki bu memelere yer kalmamış olsun. Dışarı taşan bu bereket simgelerinin isyanı ancak böyle anlaşılabilirdi belki de. Bacaklarını birbirinden çok uzaklaştırmadan hatta neredeyse birbirine sürterek yürürken o daracık pantolonun içine sıkıştırdığı kalçalarının da kendisine ait olmakla olmamak arasında bir tereddütle titreyip durduklarını düşündüm. İnsanlar böyle canavarlardı çünkü. Bunu kendimden biliyordum. Sadece benim değil belki bir çok erkeğin bakışları o vücut hatlarına kilitlendiğinden, ilkel birer işkence aleti gibi sanki etinden et koparıyor; bilerek ve isteyerek bu ürkekliğe neden oluyordu. Bu denli dikkatli baktığımı birisi görse aynen bunu düşünürdü şüphesiz. O gencecik kızı bir cinsel objeye indirgeyip, kirlenmiş ruhumun pisliğini bakışlarımla ona bulaştırıyorum sanardı. Oysa ben bir sanat eserine bakar gibi bakıyordum. Zıpkın gibi delen binlerce bakışa maruz kalmanın utancı ile ruhunda bir volkan gibi patlayan kadınlık hislerinin karşı karşıya geldiği bu ufacık beden, bir çift göğüs, uzun iki bacak ve yuvarlak kalçalar nereye gidiyordu? Bana gelmediği kesindi ve ben gerçekte nereye gittiğini asla bilemeyecektim! Onlarca araba farının aydınlattığı yoldan karşıya geçerken de hem korkak hem de vazgeçmiş bir görüntüsü vardı. Bir kamyonun kendisine çarpıp onu asfalta ezmesine sesini çıkarmayacak bir kabullenmişlik vardı hareketlerinde. Hala kollarını göğsüne dolamış ısınmaya daha doğrusu sahip olduğu ısıyı kaybetmemeye çalışıyordu. Belki tutmaya çalıştığı başka bir şeydi, bunu da bilemeyecektim ama siyah hırkasına sığmaya çalışarak önümden geçip giden bu kadın karanlığa karışıp kayboldu. Bir hayale bakar gibi baktım peşinden. Pek çok gidenin arkasından baktığım bu gözlerle seyrettim gidişini. Seneler evvel bir arabanın ön koltuğunda oturan kızın peşinden bisikletimle kilometrelerce gittiğim zamanlar geldi aklıma. Saatler sonra arabayı bulmuş ama o kızı bir daha görmemiştim. Şimdi her yüzde o bakışları aramamın nedeni, giden bir kadının peşine takılamayacak kadar yaşlanmam ya da bunun bir amaç olamayacağı kanısına varmamdı. Doğru, artık yaşlı sayılabilecek birisiydim. Gencecik bir kıza aşkla bakmama engel değildi bu, ama bu şekilde anlaşılmasına hiç şüphe yok ki engel teşkil ediyordu. Evin duvarında asılı duran resimdeki yüz şu an sahip olduğum yüz değildi. O resimdeki genç adamın gözlerinde zamana direnmeye hazır bir umut, bir ışık vardı. Şimdilerde bu ışık yerini avurtlarıma dolan bir karanlığa, yüzümdeki kırışıkları gölgelendiren bir hüzne bırakmıştı. Bir daha gencecik bir kızı sevemeyecek olmak, ellerine bir limana sığınır gibi sığınamayıp, omuzlarında neşeli bir tat arayamayacak olmak duygusu göğsümün tam şurasına oturdu.  Hüzünlenen gözlerimi o boşluktan çektiğimde önümdeki boş çay bardağını alan garson kızın sesiyle kendime geldim;

  • Bir çay daha alır mısın amcacığım?

Süleyman DEMİR

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: