Eve girince kendini yatağının üstüne bıraktı. Elini uzatıp soluk ince tül perdeyi araladı. Güneş nazlı nazlı girdi odaya. Gözlerini kapadı ve en vazgeçilmez hayallerini dizdi penceresinin önüne. Sokak başında top oynayan çocukların sesleri yetişti düşlerine. Birer balon gibi uçtu sevdiği insanlar hayallerinden. Önce babası; ellerinde kömur karasıyla, karanlık bir maden ocağından dualarına yükseldi. Sonra annesi ve kız kardeşi;  ömrünün baharı mı derler yazı mı, öylesine güzel günlerde yelken açtılar cennete. Nedendir bilinmez, bu dünyanın beni teslim etme zamanı bu kadar gecikti. Sevdiklerim birlikte gitmişken, ben arkalarında kaldım. Annesi geldi oturdu karşısına, Kerem’im… Ağlama yavrum… Hepsi imtihandır… Sabret!.. Babası hiç dayanamazdı onu ağlarken görmeye. Ondan, ağladığı vakit hayal etmezdi babasını. Kız kardeşi geldi sonra. Üstünde şeker pembesi bir elbise. Başında o çok sevdiği tüylü şapkası. Koşa koşa geldi yanına, elinden tuttu. Abiiiii… diye bağırdı uzatarak. Ne zaman parka gitmek istese böyle seslenirdi. Ne o uzatma değişirdi ne de o ses tonu.  Gel, dedi. En yüksek kaydırağın olduğu parka gidelim seninle… Park da kardeşi de aynı damlanın içince kayboldular. Annesi de bir yaşın arasına karışıp gitti. Hayallerini mavi gökyüzüne doğru uğurladı. Neden sonra farketti, yastığının yaşlarından ıslandığını. Yorgunluk, uykusuzluk ve gözlerindeki sızı. Tek çare uyumak. Uyuyunca geçer miydi? Geçmezdi. Uyuyunca susardı sadece hayatı boyunca kalbine uğramış tüm acıların çığlığı. Uyurdu ve bilirdi uyanınca kaldığı yerden devam edeceğini tüm gerçeklerin.

 

Günün ilk ışıkları yazı masasına vurduğunda, yatağının içinde öylece oturuyordu. Güneşin doğuşunu izlemek de geçirmedi kaburgasının altındaki o ince sızıyı. Sadece yarım saat uyumuştu. Gördüğü o tuhaf rüyadan sonra bir daha yastığa değmedi başı. İlk değildi bu. Uyuyamadığında yazardı hep. Ama bu sefer kağıda bakmaya bile cesareti yoktu. Bu seferki başkaydı, belli.  Kız kardeşiyle parktaydı. Kocaman kaydırakların olduğu bir park. Yakındaki bir iğde ağacının altında da annesi oturuyordu. Her şey normaldi. Ta ki annesinin üstüne bir iğde yaprağı düşene kadar. İgde yaprağı annesine değdiği an büyümeye başlıyor ve annesini kuşatıyordu. O olayı şaşkınlıkla izlerken kız kardeşi sallandığı salıncaktan inip annesine doğru koşuyordu. İğde yaprağı biraz daha büyüyor ve onu da içine alıyordu. O da koşup yanlarına gitmek istiyordu. Ama o koşup yetişene kadar iğde yaprağı küçülüyor ve eski haline dönüşüyordu. Sonra rüzgar önüne katıp götürüyordu o küçük yeşil yaprağı. Peşinden koşuyordu, koşuyordu ama yetişemiyordu. Kan ter içinde uyandı sonra. O saatten beri pencereden dışarıyı seyrediyordu. Neydi bu iğde yaprağı? Neden annesini ve kardeşini alıp götürüyordu? İçini kemiren tedirginlik yazmasına engel oluyordu. İğdenin önce dünyasına sonra da rüyalarına böyle hızlı girmesi fazlaca ürkütmüştü. Misafirmiş. Ne misafiri, nerden geliyor, nereye gidiyor?  Gözlerindeki ve zihnindeki yorgunluk, bugün okula gitmemesi gerektiği konusunda uzlaştı. Bugünün derslerini gözden geçirdi. Diğerleri neyse de, Eski Türkçe’yi kaçırmak biraz canını

sıktı.Hocanın kağıtları ne yaptığını merak ediyordu. Kendine dönüp sordu, bu merak beni okula götürmeye yeter mi? Yetmez. Yetmedi.  Yorganı usulca üzerine çekip, günün ilk ışıklarıyla uykuya daldı.

 

* * *

 

Telefonunun çalmasıyla fırladı yataktan. İbrahimdi arayan. İbrahim, şu çekilmez İzmir’e onun için katlandığı güzel insan. Dost, sırdaş, aile. Özetle her şey. Telefonu açtı, sesi telaşlıydı İbrahim’in. Cümleleri birbirine karıştırıyor, hiçbir şeyi tam anlatamıyordu.  – İbrahim, anlamıyorum hiçbir şey. Tane tane anlatsana.  Derin bir nefes aldı İbrahim.  – Malik Hoca, seni görmek istedi. Bugün mutlaka uğrayacakmışsın yanına.  Duraksadı. Malik Hoca kimdi ki? – Malik Hoca kimki? – Eski Türkçeci yok mu? Hani şu “İnsan tek kelime, iki hece, beş harf.”  yazdıran profesör. Geçen hafta gelmeye başladı bizim derslere. O işte. – Allah Allah… Beni niye görmek istedi acaba? – Geçen ders yazdırdığı kağıtlarla ilgili galiba. Kendisine sorarsın. Uğramayı ihmal etme. – Tamam öğleden sonra uğrarım inşaallah. Telefonu kapattı. Hocanın onu neden görmek istediği belliydi aslında. Neden insan yazmadın diyecekti. Daha kötü bir ihtimal, neden onca kelime varken Leylâ yazdın diyecekti. Hissiyat diyemezdi elbette. En iyisi Fuzuli cevap versin, dedi. Belki onun edebi hatrına, başka sorulara maruz kalmam.

 

“Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leylâ söyler”

 

“Can verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i candur Aşk âfet-i cân olduğu meşhur-ı cihandur.”

 

* * *

 

Fakülte binasının ana giriş kapısına gelince durup etrafına bakındı. Ögleden sonra bu kadar kalabalık olmasına şaşırdı. Oysa yoğunluk olmaz diye bu saatte gelmeyi tercih etmişti. Düşünmeyi bırakıp içeri girdi. Önce birisine sormayı düşündü hocanın odasını, sonra vazgeçti. İlk kata çıktı, kapıları dolaştı sırayla. İkinci katta da yoktu. Üçüncü kata çıkınca güldü, ne zaman kendine güvense böyle olurdu. Daha fazla güvenip zaman kaybetmeyecekti. Karşısına çıkan ilk öğrenciye sordu. “İlerden sağa dönün, koridorun başında, sağdaki ilk oda.” Teşekkür etti ve adımlarını sıklaştırdı. Tam köşeye gelmişti ki birine çaptı. Çarpmasıyla karşıdakinin elindeki kitapların yere düşmesi bir oldu.  Film mi bu? Hayır gerçek. Gerçek, başörtülü bir kızın yerden kitaplarını toplamasıydı.  Kıza baktı bir süre. Yardım etmeli miydi? Gerek yok, dedi. Özür dilesem yeter. Ona bile niyeti yoktu ya, neyse. Sesine biraz yumuşaklık biraz da mahcubiyet vererek, istemediği o iki kelimeyi söyledi: – Özür dilerim. Kız başını kaldırıp bakmadı bile. – Önemli değil.

Bu ses bir yerden tanıdıktı, ama nerden?  Zorlamadı hafızasını. Kızın yanından geçti ve odaya doğru ilerledi. Kapının önüne gelmişti ki, odanın kapısı açıldı ve Malik Hoca göründü: – Kızım, notlar senindi galiba. Masada unutmuşsun. Kız başını kaldırıp hocaya doğru baktı. Evet, bu kız o kız. İğde kokusunu getirip götüren. Ama ne hikmetse, bu sefer örtülü, pardesülü.  Kız son bir kaç kitabı da yerden almakla meşguldü. Beklemek istemedi hoca, dosyayı kıza uzatması için eline tutuşturup odasına döndü. Elindeki dosyaya bilinçsizce baktı. “Eski Türkçe 3. Dönem  Bahar Yarıyılı Ders Notları Leylâ Erdem” Leylâ. Demek adı Leylâ.  Dosya ateş gibi yaktı elini. Dosya elini, Leylâ kalbini. Dosyayı uzattı ve arkasına bakmadan yürüdü hocanın odasına. Yüzüne bakmamıştı. Bakamamıştı daha doğrusu, yüzünün kızarmış olma ihtimali fazlasıyla tedirgin etmişti çünkü. Kapıyı çalıp içeri girince bir nebze rahatladığını hissetti. Ama ismi okuduğunda yaşadığı o tarif edilemez duygu, göğsünü daraltmaya yetmişti. Hocanın gösterdiği sandalyeye otururken farketti ellerinin titrediğini. Sükûnete ihtiyacı vardı, o da hocanın konuşmaya başlamasıyla gelmişti. – Adın Kerem, değil mi? – Evet hocam. – İstediğim tek kelimeye ‘insan’ yazmamışsın.  Sustu Kerem. Kocaman bir tebessüm yayıldı Malik Hoca’nın yüzüne. – Neden Leylâ yazdığını değil, neden insan yazmadığını merak ediyorum. Göğsünde sıkışıp kalmış olan o duygu aniden kayboldu. Soru basitti, cevabın dudaklarından dökülmesi de zaman almadı haliyle: – Ders de bahsetmiştiniz. Belki de ondan, fazla basit, fazla kaçamak geldi. Sorunun kolay olması farklı cevaplar aramaya iter beni. Sanırım en büyük sebep bu. – Dersi dinlediğine emin misin? Böyle bir soru beklemiyordu Kerem. Adeti değildi yaptıklarının üstünü örtmek. Zoruna gitse de söylemesi gerekeni söyledi: – Hayır,dinlemedim. Sadece tahtada görünce bahsettiğinizi düşünmüştüm. – Bahsettiğim doğru. Nasıl bahsettiğimden bihabersin ama.O cümleyi tahtaya yazdığımda, hayatınızda bir kelime hariç hepsi bu kelimeden türemiştir dedim. Ve bu bir kelime de o kelimeden. İnsan yazmanızı değil, o kelimeyi yazmanızı beklemiştim aslında. Ancak büyük çoğunlukla insan yazıldı. Aradığımı bulamamıştım evet. Ama farklı şeyler yazanlar vardı. En azından bunların düşüncelerini öğrenmek istedim. Seni de bu yüzden buraya çağırdım. Kerem gülümsedi: – Öyleyse benim farklılığım size bir şey kazandırmadı. – Farklılık başlı başına bir kazanımdır Kerem. İnsan, farklı olamayacağına inandığı ya da farklı olmaktan korktuğu için acizdir. Herkes ne yaparsa onu yapar çünkü aykırılığın doğuracağı sonuçlara katlanacak cesareti yoktur. En karakterli insanlar her zaman mevcut düzene kafa tutabilenler olmuştur. Egemen ideolojiye başkaldırmak, kendi ideolojini yaratmanın başlangıcıdır. Bu dünyada insan sayısı kadar din ve dünya görüşü mevcuttur. Buna rağmen parti veya mezhep sayısının bu kadar az olması, bu insanların ne kadar korkak olduğunu gösterir.  Şunu hiç unutma Kerem; basit insanlar beğenirler, ortalama insanlar savunurlar, nitelikli insanlar ise baş kaldırırlar.  Dikkatlice dinliyordu Kerem. Malik Hoca da hararetli hararetli anlatıyordu ki, duraksadı.

– Konu uzun. Şimdilik burda bırakalım, kafanı meşgul eden düşünceler olursa benimle konuşabilirsin. Farklı düşünebilen öğrencilere ayıracak zamanım hep vardır. Kerem fazlasıyla mahcup olmuştu: – Teşekkür ederim. Bundan sonraki derslerinizi can kulağıyla dinleyeceğimden emin olabilirsiniz. – Hayat dersini kırk dakikaya sığdıramayız Kerem. İhtiyacın olunca uğra mutlaka. Ayağa kalktı hoca, Kerem de kalktı. Ne diyeceğini bilemedi aslında. Uzun zaman olmuştu böyle bir samimiyet görmeyeli. Tekrar teşekkür etti ve gözlerinin nemlendiğini belli etmeden çıktı odadan.

 

* * *

 

Fakülteden çıkınca ilk işi parka gitmek oldu. Gün batımı yaklaşıyordu. Bugün gün batımını izleyecek kadar keyifliydi. İbrahim’i de arayıp parka çağırdı. ‘Bizim park’ deyince anladı İbrahim.  Parka gidip her zamanki banka oturdu. Aradan on dakika geçmemişti ki, İbrahim elinde iki taze simitle çıkageldi. Kerem’in yüzündeki neşeyi daha ilk anda farketti: – Ooo Han-ı Kerem’in ağzı kulaklarında bugün. Maşaallah, bu neşenizi neye borçluyuz? Bu cümle ikisini de güldürdü. Han-ı Kerem, İbrahim’in Kerem’e bulduğu mahlastı. Bir gün kitap çıkarırsa bunu kullanacaktı.  – Neşe bize uğramazdı İbrahim. Sebeb-i hikmeti nedir bilinmez ama bugün de bize geliverdi işte. Sustu İbrahim. Öyleydi gerçekten. Mahzuniyet iliklenmişti adeta üstlerine. Tebessüm onlar için bir nadirattı. Şikayetçi miydiler bu durumdan? Asla! Aksine, mahzuniyeti mahcubiyete tercih ederlerdi her zaman. Onları birbirine bu denli yakın kılanda mukadderata karşı teslimiyetleriydi. İmtihan olduğunun bilincinde olmaları, çoğu zaman Rabb’in yardımına mazhar olmalarına vesile oluyordu.  Simitlerin bitmesiyle, havada karardı. Gün battı ve gece koğuşlandı İzmir’in üzerine. Vedalaştılar, helalleştiler. Ve o sessiz karanlığa bırakmadan önce kendilerini, en sevdiğini kime emanet ederse insan, O’na emanet ettiler birbirlerini.

 

* * *

 

Aydınlık günler, umudun üstüne doğar; ya da umut, aydınlık günlerin üstüne. Bu sabah diğerlerinden farklıydı. Bambaşka bir gecenin üstüne doğduğundandı belki de. Vuslatlar ayrılık getirir derlerdi ya, öyle bir aydınlık. Ardından gelen geceyi ve onun getireceği hüznü her zerresinde hissettiren bir aydınlık.  Sabahın erken saatlerinde dışarıyı seyretmek, hem huzur veriyordu hem de ilham. Okula gitmeden önce bir şeyler yazmak geçti içinden. Yazmaktan kelimelerimiz de tükenecek bir gün, dedi aynada yorgun yüzüne bakarken. Üstünü giyinip, açık havaya bıraktı kendini. Patikaya doğru dönmüştü ki, iğde kokusu sarıp sarmaladı ruhunu. Fakültenin yıkık dökük binasına kadar yanıbaşında durdu, kapıdan girince aniden kayboldu. Doğruca Malik Hoca’nın odasına çıktı. Saat erkendi ama şansını deneyecekti. Kapıyı tıklattı ve açtı. İyi ki denemiş, Malik Hoca gözlükleri burnunun ucunda, gazete okuyordu. Gözlüğünü yavaşça çıkarıp masaya bıraktı. Kocaman gülümsedi: – Ooo Han-ı Kerem, hoşgeldin. Beklemiyordu bunu, mahcup oldu, zoraki tebessüm etti: – Siz de mi hocam? – İbrahim söyledi, ben de beğendim. Güzel mahlas olmuş. – İbrahim’in fikriydi. – İyi düşünmüş, yakışmış. Hayırdır, bu saatte?

– Hocam duyuru panosunda bir hikaye yarışması görmüştüm bir kaç gün evvel. Dün baktım, afiş yoktu. Eserlerin size teslim edileceği yazıyordu. Katılmayı düşünüyordum ama teslim tarihinin ne zaman olduğunu bilmiyorum. Dün de göremeyince umutsuzluğa kapıldım açıkçası. Yine de şansımı denemek istedim. Ondan rahatsız ettim sizi. – Estağfurullah, ne rahatsızlığı. İyi ki sordun. Başka duyurular vardı asılacak, onu kaldırmam gerekti. Ama daha bir hafta süresi var. Yazabilirsin istersen. Kerem’in yüzünde güller açıldı: – Peki, yazacağım inşallah hocam. Müsaadenizle ben çıkayım. – Müsaade senin Kerem, bekliyorum hikayeni. Dışarı çıkar çıkmaz hikayesini düşünmeye başladı. Konu zaten belliydi.  İğde ağacı. Otobüs durağından geçerken, inceden bir yağmur başladı. Yağmura yakalandıysak bu hikaye güzel olacak, dedi kalbine. Patikaya sapınca, bir ıslık tutturdu. Eve gidene kadar. Yağmurun gözlük camlarında bıraktığı izlerde canlanmaya başladı hikayesi. Bahçeye girinceye kadar kafasında yazdı çizdi her şeyi. Eve girmeden önce çiçeklerini birer birer kokladı. Güle baktı.  Sen, dedi, benimle bu hikayede olacaksın. Eve girince doğruca yazı masasının başına oturdu. Sabaha kadar hiç kalkmadı. Ne uykusu geldi, ne yoruldu.  Ahşap masa, kağıt, kalem ve gül kokusu. Günün ilk ışıkları odayı aydınlattığında, kağıt yığınının üstünde uyuyakalmıştı.

 

* * *

 

Telefonun sesiyle uyandı, alarm kim bilir kaçıncı defa çalıyordu. Alarmı da telefonu da kapatıp yatağa yattı. Tam dalacaktı ki, hikaye geldi aklına. Yataktan kalktı, masasının başına geçti. Kağıtları bir araya topladı. Sıraya dizdi, saydı. On sayfa olmuştu. Şimdilik kafi, dedi. Devamını da nasipse yazarız.  Yazamazsak da, yazan bulunur elbet. Kağıtları aldı, kapıyı çekip çıktı. Okula gelince önce hikayeden bir kopya aldı. İncelemesi için Malik Hoca’ya bırakacaktı. Sonra bahçeye çıkıp bir banka oturdu. Saat erkendi.  İgde ağacını düşündü.  Misafirdi hani, gelip giderdi.  Geldi ama gitmedi, beni sevdi belli ki. Belki de sadece misafirliği uzadı. Gitmediği gitmeyeceği anlamına gelmezdi. Gelmezdi ve gelmeyecekti nitekim. Saatine baktı, hoca gelmiş olmalıydı. Merdivenleri hızla çıktı. Neden bilinmez ama acelesi var gibiydi. Bir yere yetişecekmiş gibi. Üstünde bir emanet varmış da, teslim etmesi gerekiyormuş gibi.  Hayat, dedi, başlı başına emanet değil mi zaten?

 

* * *

 

Hikayeyi teslim etmek için üçüncü kata çıktı. Malik Hoca’nın sesi duyuluyordu. Kapıyı çalıp içeri girdi. – Hayırlı sabahlar hocam.  – Hayırlı sabahlar Kerem. Erkencisin yine. – Hikaye hakkında düşüncelerinizi almak istedim.

– Bitti mi? – Bitmedi ama çoğunu yazdım. Elinde tuttuğu hikayenin kopyasını hocaya doğru uzattı: – Bir kopyasını size bırakayım, vaktiniz olursa incelersiniz. – Bırak bakalım, inşaallah incelerim. Sen nereye böyle, bir yere mi yetişeceksin? – Yok hocam, biraz yalnız kalmak istiyorum sadece. Kendime zaman ayırmaya çalışacağım. – Peki, ayır. Ama hikayeyi ihmal etme. Yarım kalmasın. – Yarım kalmasına dayanamayacağım tek hikaye hocam. Kaldığını duyarsanız, elim kalem tutamıyor demektir. Sustu ikisi de. Normalde olsa hiç bozamazdı sessizliği, ama bugün tahammül edemedi Kerem: – Ben çıkayım hocam, iyi günler. – İyi günler. Merdivenleri hızlıca indi. İbrahim’i bulmalıydı. Elini cebine attı, telefon yoktu. Evde bırakmıştı demek ki. Zamanı yoktu. Patikaya sapmadı bu sefer, şehrin içinden geçen kısa yolu tercih etti. Eve varır varmaz İbrahim’i aradı.  – İbrahim, ben bugün derse gelmeyeceğim. Haberin olsun. İbrahim duraksadı: – Hayırdır Kerem, bir şey mi oldu? – Yok. Şu sana bahsettiğim hikaye yarışmasına yazıyorum da. Kelimelerle yalnız kalmaya ihtiyacım var. Daha da önemlisi, kendimle yalnız kalmaya ihtiyacım var. Güldü İbrahim: – Mesaj alındı Kerem, seni bugün rahatsız etmek yok.  – Evde bulamazsan meraklanma, hikayeyi bitirirince seni ararım ben. Allah’a emanet ol. – Sen de Kerem. Allah kolaylık versin. – Amin.  Telefonu kapattıktan sonra kendi kendine konuştu İbrahim. Ne olacak bu Han-ı Kerem’in hali?

 

* * *

 

İbrahim’le konuştuktan sornra masanın üstündeki kağıtları topladı. Oda havalansın diye pencereyi açtı. Telefonunu cebine koydu. Odanın dağınıklığını farkedince güldü kendine. Kaç gündür böyleydi de hiç dikkatini çekmemişti. Yatağına çekidüzen verdi. Kıyafetlerini özenle topladı dolabına yerleştirdi. Masasının üstünü de toparladıktan sonra çıkma vakti geldi. Son bir kez düşündü, unuttuğu bir şey var mı diye. Yoktu. Kapıyı yavaşça çekip çıktı. Kağıt tomarı kolunun altında patikaya doğru yürüdü. Yazmak için patikadan daha iyi bir yer olamazdı. Yola uzak, nehre yakın bir söğüt gölgesi seçti oturmak için. Etrafta kimsecikler yoktu. Kağıtları eline aldı. Önceki sayfaları bir kenara bırakıp temiz bir sayfa çıkardı önüne. Şimdi ihtiyacı olan tek şey ufuk çizgisinin kalbinin içinden geçmesiydi.

 

* * *

 

Elindeki kağıtların büyük bir hızla yenileriyle yer değiştirmesi, beklenen ufuk çizgisinin geldiğine işaretti. Kağıtları doldurması bazen beş dakika alırken, bazen saatleri buluyordu. Böyleydi, böyle olmak zorundaydı.  Heyecanla yazarken, birden durdu. İğde kokusu, onu yazdığını anlayınca gelmişti. Kafasını kaldırıp etrafına bakındı önce. Patika bomboştu. Kğıtlarının başına döndü. Bir kelime yazmıştı ki duraksadı tekrar, o an farkına vardı ki, koku nehirden geliyordu. Kağıdını kalemini alıp iyice

kıyıya yaklaştı. Eğilip baktı sudaki kırgın aksine. Söğütleri savuran rüzgara inat, sakindi nehir. Bütün dertlerini dinlemek isiyormuş gibi, sessizce bekliyordu. Buna güvendi belki de, anlattı bir bir, içinde müebbet yatan her şeyi. “Sen misin benimle oynayan? Sen misin hayallerimi kaybettiğim büyük boşluk? Neden uğraşıyorsun benimle, neden en olmadık zamanlarda buluyorsun beni? Rüyalarıma kadar giriyorsun da niye konuşmuyorsun benimle?  Misafir olduğunu söylediler. Geldin ama gitmek bilmedin hayatımdan. Gitmeli misin, bilmiyorum. Belki evet, belki hayır. Rahatsız değilim aslında varlığından. Ama beni en ıssız, en yorgun zamanlarımda bulmana anlam veremiyorum. Ne yardım ediyorsun bana, ne de bırakıp gidiyorsun beni. Sebebini bilmiyorum ama ben de yokluğunda arıyorum seni. Bilmediklerim, karanlık kıldı hep gündüzlerimi. Ben sabrımı yitireli çok oldu. Söyle ne söyleyeceksen. Söyle ki, susmamızın haklı bir nihayeti olsun…” Koku gittikçe yoğunlaştı, içine doldu, etrafını sardı. Kocaman bir toz bulutu oldu adeta. Sonra annesini gördü o bulutun içinde, elinden tuttuğu kız kardeşiyle gülümsüyordu.  Baban, dedi, bizi bekliyor. Gidelim mi artık? Annesinin tebessümü öylesine içten öylesine güzeldi ki, hayal olmasına ihtimal veremedi. Nehirde baktığı kırgın aksi kaldı sonra sadece. İğde kokusuna karşı direnemediğini farketti. Etrafına baktı, her şey bulanıklaşmıştı. Kağıtlarının rüzgarda uçuştuğunu gördü bir bir. Hayaller ve hüzünler, hepsi bitti. Tek seçeneği kalmıştı. Yapılması gerekeni yaptı ve o seçeneğe boyun eğdi.  Kendini, nehrin derinliklerinden gelen iğde kokusuna teslim etti.

 

* * *

 

Hava sakin, yaprak kımıldamıyor. Son ders fazlasıyla yormuştu onu. Aslında dersten çok beklemekti yorgun kılan. Gelmeyeni beklemek, gelmeyeceğini beklemek. Beklemek, süresiz, iğde kokusunu. Patikadan yürürken üstündeki pardesüye baktı. Beklediğinin aksine, çabuk alışmıştı tesettüre. Buna ihtiyacı vardı belli ki. Söğütlerin dalları hafif hafif oynamaya başladı. Nehirse sükûnetini koruyordu. Rüzgar yaprakları önüne katmış götürüyor, ağaçları kıpırdatamıyordu. Ama eğilip büküleni değil, hep dik duranı kırıyordu. Yarım saat sürmedi, eski sessizliğine kavuştu patika. Havanın aniden sertleşip, sakinleşmesi düşündürmedi değil. Duygularla doğa olaylarını hep birbirine yorardı. Birini almaya gelmiş gibiydi rüzgar. Öfkesi, sertliği kısa sürmüş, alacağını alınca sinmişti. Gül kokusunu almaya başlayınca, yol ayrımına yaklaştığını farketti. İlerledikçe tuhaf bir şey oldu. Yaklaşmasına karşın, gül kokusu azalmış ve iğde kokusuna bırakmıştı yerini, İğde kokusu, yanaklarına pembelik, sol yanına bir kuş uçumu heyecan verdi. Yolun üstünde bir şeyin parıldadığını gördü ansızın. Biraz daha ilerleyince bir kağıt olduğunu farketti. Üstü fazlasıyla karalanmış bir kağıt. Yazı kötüydü, aceleyle yazılmıştı belli. Aslında benzetmedi değil, iğde kokusunu aldığı kağıttaki yazıya. Böyle düşünmesi tebessüm etmesine yetti. Nasıl isterse öyle kuruyordu insan, neye isterse ona inanıyordu. Kağıdı başından sonuna kadar okumaya çabaladı. Okuyamadı. Son kısım, diğer yerlere nazaran daha okunaklıydı. Biraz zorlama, biraz uydurma tamamladı cümleleri: “Söyle ne söyleyeceksen. Söyle ki, susmamızın haklı bir nihayeti olsun…” Öylece durdu patikanın ortasında. Ne ileri ne geri, bir adım atmadı. Cümle kalbinin duvarlarında yankılandı bir müddet. “Söyle ne söyleyeceksen. Söyle ki, susmamızın haklı bir nihayeti olsun…”

Öncesi yok, sonrası yok. Neye isyan, kime sitem? Muamma. Hiçbir anlam çıkaramadı ama içinde incecik bir yere dokundu bu cümle. Gözleri doldu, boğazından zorlukla çıktı ses: – Söylenecek çok şey var. Ama yirmi dokuz harfe sığdıramıyorum hiçbirini. Susmak, yerinde ve kafi. En azından anlatmaktan aciz oluşumu gösteriyor. Kağıt elinde, yürümeye devam etti. Yürüdü, elindeki kağıdın, nehrin derinliklerinde kalmış soğuk bir hikayenin son satırları olduğundan habersiz. Yürüdü ve yanaklarından süzüldü yol boyunca sustukları. Ve bir karar verdi, gül ağacının tam karşısına gelince. Haddine değildi kahramanı olmadığı bir hikayeye karışmak, kiminse ve nasılsa öyle kalmalıydı bu satırlar. Hayallerine gelince, içinde kendisinin olduğu bir hikaye bulursa, o zaman yazacaktı onları. Yine de atmak istemedi, meçhul bir hikayenin sitem dolu satırlarını. Kağıdı dörde katlayıp çantasına koydu. Kendini rüzgara bıraktı sonra, onu yitirdiği iğde kokusuna götürsün diye.

 

* * *

 

“Saçları açık, üstünde önceki gün giydiği yosun yeşili gömlek. Issız bir bahçede. Etrafta kimse görünmüyor. Elinde kurumuş papatyalardan bir demet, yanında kocaman bir iğde ağacı. Papatyalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Oysa ki sessiz ağlar o. Sesinin bu kadar çıkmasına anlam veremiyor. Anlam veremediği gibi, engel de olamıyor. Bir adam çıkıyor iğde ağacının arkasından, yüzünü seçemiyor. O kadar ağlamış ki, papatyalar sırılsıklam olmuş gözyaşlarından. Elindeki çiçekleri alıyor, eline değmeden ve iğde ağacının dibine açılmış küçük çukura dikiyor. Papatyalar hala solgun. Eğilip avuçlarının arasına alıyor papatyaları ve devam ediyor ağlamaya. Neden sonra farkediyor ki, düşen her bir damla, bir papatyayı yeşertiyor. İçinde birikmiş damlalar bitmek bilmiyor. Ağlıyor ve ağladıkça  büyüyor papatyalar, boyunu aşıyor. Her bir papatya devasa boyutlara ulaşıyor. Sonra birer dökülüyor üzerine. Önce saçını örtüyor düşen papatyalar, ardından kollarını ve ayaklarını. Susuyor sonra. Dinmiş gözyaşları, bitmiş o sonu gelmeyecek zannettiği acıların tamamı. Aradığı huzuru bulmuş. Uyanıyor, uyanmayı hiç istemediği halde bu rüyadan. O huzuru bulmak için yapması gerekenleri öğrenmiş. Artık biliyor ruh toprağında neyin eksik olduğunu. Zaman yok, erteleme hakkı hiç yok. Karar vermekte gecikmiyor.  Bugün, yeşertecek içindeki tüm solgun papatyaları.”

 

O ‘bugünün’ üzerinden beş gün geçmişti ama bir gündoğumu daha yazamadı hikayeye.Yarışmaya yazıyordu. Daha doğrusu yazamıyordu. Beklediği kelimeler eksikti sanki. Yarım kalan cümleler vardı kafasında günlerdir tamamlayamadığı.  Bu rüyayı gördüğü gün karar vermişti hikaye yazmaya. O gün kalbinin üzerine yığılmıştı hiç olmadığı kadar çok kelime. Evet, sadece o gün. Geldi ve gitti. Misafir gibi. Devamını yazmaya yetmiyordu, ne hüzünleri ne sevinçleri. Yaşanması gereken bir şeyler olmalı, dedi. Yaşanmalı ve yaşatmalı ruhumda kelimeleri.  Bütün gece sabırla bekledi. Gelmedi beklediği ilham. Gün ışımıştı ki, gözkapakları ağırlaştı. Sabrı yenik düştü uykusuna, beklenen gün bugün de değilmiş, dedi. Dua etti, kelimelerin ona gelmesi için. Ve kapattı gözlerini, bitmek bilmeyen geceyi güne uğurlarken.

 

* * *

Vildan ŞİŞMAN

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: