-Baba! Dedem ölmüş mü?

-Evet oğlum.

-Dedemi neden hiç görmedim ben baba?

-Deden hasta ya!  Gelemedi hiç yanımıza. Ben de çalışıyorum oğlum. Gidemedik işte. Sen küçükken görmüştü seni. Hatırlamıyorsun.

-Ben de gelmek istiyorum!

-Olmaz oğlum! Annen ananenin yanında biliyorsun. Ananen çok hasta, seni oraya bırakıp gideceğim.

 

– Dedemi de toprağın altına mı gömecekler?

Hiç hazırlıklı değildi Ozan’ın bu sorusuna. Duraksadı ve derin bir nefes aldı.

-Evet

-Nasıl nefes alacak ki?

Arabanın dikiz aynasından, arka koltukta emniyet kemeri ile oynayan oğluna baktı. Dedesine ne kadar da benziyordu. Ve kendine ne kadar da benzemiyordu…

-Geçen yaz sana aldığım civcivi hatırlıyor musun? Sabah uyandığımızda civciv nefes alıyor muydu? Almıyordu değil mi? Ne yaptığımızı hatırlıyorsun değil mi? Toprağa gömdük. Onun gibi işte.

Soru sormadan nasıl öğrenecekti ki? Gözleri görmeyen bir insan gibi, çevresindeki her şeyi dokunarak anlamaya çalışıyor gibi soruyordu. Ona verdiği cevaplar onun dünyasını çiziyordu. Bu yüzden vereceği cevapları özenle seçmeliydi.  Onun yanında hiç ağlamamıştı. İçini yokladı. Sanki kurumuştu içi, gözleri. Bir yabancının haberi gibi çarpmıştı yüzüne, köyden aramışlar ve ona; “Baban rahmetlik oldu “ demişlerdi. Yıllar önce yüreğinde öldürdüğü bir babanın şimdi, vücudu tükenmiş bir ışık gibi sönmüştü işte. Bir insan kaç kere ölür ki? Annesi öldüğünde, cenazesinde görmüştü en son babasını. Sessizce birbirini uzun yıllar görmeyen baba ve oğul süzmüşlerdi birbirlerini, birbirilerinin gözlerinde yitip gidenleri bulmaya çalışır gibi. Baba oğul birkaç sözcükten fazlasını konuşmamışlardı.

-Baba, annem neden ağlıyor?

-Ne bileyim ben! Git anana sor!

-Baba ! Sen annemi hep ağlatıyorsun!

-Kes lan!

Yine kızardı aynı yanağı. Acıdı. Sonra annesinin yanına koşmuş, ağlayan annesi silip gözlerini, basmıştı bağrına. O evdeyken, ana oğul hiç çıkmazlardı odalarından. Arada bir ihtiyacı olduğunda seslenirdi, annesi gider çayını doldurur, elmasını soyar, ya da rakısına buz koyar geri gelirdi. Sanki babadan kalan tarlaları kumar masasında annesi batırmıştı. Sabahlara kadar rakı masalarında elin kadınlarına paraları annesi yedirmişti. Babası yaptığı hatalarından sonra elde avuçta ne varsa tüketmiş, sonra da başkalarının yanında çalışmaya başlamıştı. Eve gelir gelmez söylenmeye başlar; “Bey iken  ırgat olduk” diye başına kakardı. Zehra hiç konuşmazdı. Evdeki eksiği gediği bile söyleyemezdi korkudan. Şekerin bittiğini, ancak çayın yanında olmadığını gördüğünde öğrenirdi. “Şeker kalmadı.” Diye korka korka yarım ağız söylerdi Zehra. Bardaklar, çay tepsisi havada uçardı. Sonrası tokat sesleri. Çığlıklar. Gözyaşı ve altına işemeler. Kaç kez uykudan uyanıp kapıdan babasının dövdüğü annesini izlemişti Zeynel. Ana oğul sobanın olmadığı odada yorganın altında uzanırlar, birbirlerinden başka sokulacak kimsesi olmayışlarını kabullenmiş bir halde ısıtırlardı birbirilerini…  Sonrası sonu gelmez sorular. Zehra okula gitmemiş bir kadın olsa da, anneliğin o derin içgüdüsü ile şefkatle cevaplardı sorularını. Hepsini cevaplardı, bıkmadan.

-Oğlum, canım oğlum. Nerden geliyor bu sorular aklına? Bir kadın ile bir erkek evlenir, bu Allah’ın emridir oğlum. Birbirilerini severlerse çocukları olur.

-Babam seni sevmiyor ki anne!

-Yok, oğlum, olur mu heç? Buban sever beni!

-Ama dövüyor seni.

-Oğlum bubanın işi zor. Onu işte sinirlendiriyorlar. O da gelip bize çatıyor. Yoksa buban ikimizi de çok sever.

Sonra beline kadar ördüğü saçlarını çözerdi. Beyaz fistanına dağıtırdı. Zeynel izlerdi annesini, o zamanlar bilmese de, sonraları aklına bu anı geldiğinde hep bir meleğe benzetirdi. Zeynel’in annesi bu topraklardaki herhangi bir kadın gibiydi işte… Her anne gibiydi. Ömrü hayatı boyunca gün görmemiş, bir gün bile saçları okşanmamış. Zeynel çocukluk günlerinde seyrettiği saçları bir gün bile okşamamış olmasına hayıflandı hep. Hastahanede yoğun bakımda onun akçıl, seyrek ve kısacık saçlarını okşadı. Öptü ve kokladı. Sabahlara kadar konuştu. Yirmi beş gün dayanmıştı annesi. Sonra da teslim etmişti ruhunu. Zeynel sabah uyandığında yatağın yanı başında uyuyakalmış annesinin, elindeki buz gibi avcunu hissetti önce. Dokundu… Annesi artık, koca ve soğuk bir hücre yığınıydı.

-Baba! Şimdi biz köye mi gidiyoruz?

-Evet oğlum.

-Ben hiç köy görmedim biliyor musun baba?

-Biliyorum oğlum.

Sonra Ozan’ın gülen yüzüne baktı aynadan. Onun düşlerini görmek isterdi. Onun hayallerine dokunmak. Şu an camdan dışarıya bakarak neler düşünüyordu kim bilir?  Kaç kez oğlunu alıp babasını görmeye köye gitmek geçse de aklından, bir türlü ikna edemedi ayaklarını. Yağmurlu bir kış günü, annesi ile avlunun ortasında, yağmurun altında birbirine sarılıp yalvardıkları o kapıyı açmak hiç gelmedi içinden.

-Mehmet yalvarırım. Ne olur!

-Kes lan! Sizi niye besliyorum ha?

-Mehmet çocuk korkuyor bak altına işedi yapma!

-S…r git lan babanın evine! Bıktım sizden. Senden de, bu oğlandan da…

Zehra, ayağındaki terliklerle çamura bata çıka erkek kardeşi Mustafa’nın kapısına gitmiş. Dayısı kıt kanaat geçinse de, onlara kapısını açmıştı. Zehra gururlu kadındı. Dönmemişti geri. Sonra okul çağı geldiğinde oğlu Zeynel’in elinden tutmuş, kasabaya gitmiş, orada bir otelde temizlikçi olarak çalışıp, oğluna hem ana hem baba olmuştu. Zeynel, babasını ara ara sorsa da, babası onları ne aramış, ne de sormuştu. Zor, yoksul günleri olmuştu. Sobayı yakamadıkları gecelerde Zehra oğlu kucağında uyuyana kadar hikâyelerle ısıtmıştı onun çocuk Dünyasını. Zeynel’i iki kişilik sevmişti. Hem babasının hem kendi yerine öpmüş, sevmiş koklamıştı. Babası evlense de yeni eşinden çocuğu olmamıştı. Zaten lise yıllarında kadının babasını bırakıp gittiğini, annesiyle teyzesi konuşurken duymuştu. Üzülmüştü Zehra, yemeğini, üstünü başını ne yapacağını düşünmüştü. Şaşırmıştı Zeynel! Onca kötülük eden kocasına içi cız eden anasına hayret etmişti. Bazı insanlar asla kötü olamazdı. Çünkü onlar iyiliğe ayarlanmış bir makine gibiydiler. Kötülüğün ne olduğu ile ilgili onların dünyasında iler tutar bir açıklama yoktu.

-Baba! Çişim geldi.

Zeynel, uzaktan tabelasını gördüğü bir petrole çekti arabayı. Emniyet kemerini açtı. Sonra arka kapısını arabanın. Oğlunun elinden tuttu. Ozan’ın yanında sigara içmiyordu. Hazır o tuvaletteyken, petrolün arkasına yürüdü. Bir sigara yaktı. Petrolün arkasında bir dut ağacının yerlere düşmüş sarı yapraklarına basa basa… Baba olduktan sonra, babasını anlaması gerekmiyor muydu? Oysa Ozan doğduğu an, doğumhane kapısından yeşil bir ameliyat bezi içerisinde kucağına verdiklerinde, yeni kesilmiş göbek bağındaki kana bakarken, nasılda hayıflanmıştı babasına? Öfkesi, kızgınlığı birden benzin dökülmüş bir ateş gibi parlamıştı. Evlat neydi? Baba ne? Biyolojik bir babası olsa da, karnesini aldığında sevinçle boynuna sarılacağı bir babası olmamıştı hiç. Öğretmen ; “Sakal tıraşı ol delikanlı! Yarın bu sakallarla gelme!” dediğinde, onu elinden tutup berbere götürecek ya da ilk kez ona nasıl tıraş olacağını anlatan bir babası da olmamıştı.

-Baba! Ağlama ne olur!

-Yok oğlum! Gözüme sigara dumanı kaçtı… Nerden çıkardın ağlamayı?

Sonra aceleyle kollarına sildi burnunu, ağlamak istemiyordu. Annesini ağlarken çok görmüştü. Bilirdi o çaresiz çocuk korkusunu. Ağlamamalıydı. Sonra rüzgâr çıktı, dut yaprağından iki yaprak aynı anda kopup kapıldı rüzgâra… Herkes zamanı geldiğinde bir yaprak gibi kopuveriyordu işte. Ağaçtayken yaşadığı baharı ve güneşli güzel günleri geride bırakıp, usulca süzülüyordu. Eğilip çömeldi oğlunun önünde, avuçlarının içindeki yüzünü öptü. Sarıldı olanca baba sıcaklığıyla.

-Oğlum seni çok seviyorum unutma bunu!

-Ben de seni seviyorum babacığım!

-Ben ne az duydum bunu bilemezsin. Ama sen hep duyacaksın…

Anne ve babasının yüreğindeki sofradan aç kalkmış bir çocuk. Bir baba. Bilirdi açlığın soğuk yüzünü. “Çocuklar yeryüzünün aynasıdır! Çünkü her gördüklerini yansıtırlar,” bir söz hafızasında parladı. Nerede? Ne zaman? Belleğine kazındığını hiç hatırlamasa da, sözü bir ağaca çakıyla kazır gibi kazımıştı belleğine…

İbrahim Halil DOĞAN

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: