Olmayan-tarih ve mitler, hele ki yükseklik korkusu bulunmayan milliyetçi yazın dünyası için alınan nefes kadar değerli. Türk öykücülüğünün de bu yazın dünyası ile kader ortaklığının çok eskilere kadar dayandığını söylemek mümkün. Bu güzergâhta bir yolcu olan Ömer Seyfettin, 36 yıllık kısa ömrüne karşın Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ulus inşası projesinin temel aktörlerindendir. Daha sonraları Onuncu Yıl Marşı’na yansıyan “on yılda on beş milyon genç yaratma” projesinin öykücülük departmanını daha erken dönemde alan, Anadolu’da dünyaya gelmiş olan hemen hemen her insanın pedagojik politikanın bir parçası olarak ilkokul yıllarında bir şekilde okuduğu ya da işittiği Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit gibi öykülerin yaratıcısıdır Ömer Seyfettin. Eserlerin 27 yayınevi tarafından basılmış veya basılıyor olması, nasıl bir kurucu öğe olduğunu anlamaya yardımcı olabilir. Tarihte iz bırakma, ulusu harekete geçiren güçler gibi konularda dönemindeki milletler-arası mücadeleden ibaret dünya hayalinin de nüfuzuyla fazlasıyla dertlenmiş olan Ömer Seyfettin’in düşünce kaynakları ve olası intihalleri üzerine birkaç spekülasyonda bulunmakta fayda var.

 

Ünlü romancı Hermann Melville’in, Robert Michael Ballantyne’ın Balinalarla Savaşmak eserinden esinlenerek -ve neredeyse alıntılar yaparak- Moby Dick‘i yazdığı, Aldous Huxley’in, Shakespeare’in Tempest oyunundan esinlenlenerek ve hatta doğrudan atıflarda da bulunarak Cesur Yeni Dünya romanını yazdığı gibi veriler artık tevatür niteliğini de aşmış basit bilgiler sayılıyor. Daha önce düşünülmemiş olanı düşünebilmek için, bir önceki metinlerden ilham almak ve biraz da çalmak, sadece bir seçenek değil, yazarlar için farkında dahi olmadan yapılan gündelik bir tüketim aktivitesi. Kişinin ancak kendine itiraf edebildiği edebi oyunlar arasında yer alan taktiklerden birisidir bu. Öykünün iskeletini oluştururken de, temaları ve karakterleri, git-gelleri kurgularken de bu hazineye başvurulur. ‘Söz’ün bütünüyle bomboş bir levhadan yanardağı patlaması gibi fışkırdığına inanmıyorsanız, egemenlik kayıtsız şartsız metinler-arasılığın demektir.

 

Milliyetçi hikayeciliğin temel taşlarından, ilk defa 1917’de Yeni Mecmua‘da yayımlanan Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan öyküsü de farklı bir güzergah izlemiyor. Arazi sahibi ortalama bir zengin olan Muhsin Çelebi karakteri, İran sarayına elçi olarak gitmek için -tek kuruş yardım almamak şartıyla- gönüllü olduktan sonra tüm mal ve mülkünü meşhur pembe incili kaftanı satın almak için ipotek altına aldırır. İran’da sokaklarda bu kıyafet ile yolculuk ederken günümüzde bir rock yıldızının göreceği ilgiye mazhar olur, tüm İran, incili kaftanı konuşur. Ancak İran sarayına geldiğinde, kendisini aşağılamak için üzerinde oturacağı bir minder dahi verilmez ve Muhsin Çelebi, kaftanı yere serer, Türk hakanının yüceliğinden bahsederek elçilik görevini yerine getirir, gururundan ödün vermez ve daha sonra da kaftanı olduğu gibi oracıkta bırakarak, “Bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz!” yanıtını verir ve gider (Seyfettin, 2012: 52). Bu “posta koyma” öyküsünün esin kaynaklarından en olası aday ise son dönem Osmanlı yazarlarının iyi tanıdığı, 19. yüzyılın meşhur Fransız tarihçilerinden Paul Lacroix. Yirminin üzerinde tarihsel romans eseri de yazmış olduğu için dünya öykü yazarları arasında da tanınmış bir isim. Lacroix, 1847’de döneminin Orta Çağ’a dair belki de en meşhur birkaç yapıtından birini, halen günümüzdeki modern Türkçeye çevrilmemiş Ortaçağ ve Rönesans’taki Davranış Biçimleri, Görenekler ve Kıyafetlerin Tarihi‘ni yazar. Osmanlı münevverlerindeki nefretle karışık Fransız hayranlığının secdegâhı da olan Fransızca ile yazılmış eserin daha başlarında, Avrupa’daki saray ile sosyal sınıflar arasındaki çatışmaların anlatıldığı bölümde manidar bir anekdot aktarılır:

“Onüçüncü yüzyılın sonunda Valenciennesli zengin bir tacir, Fransa Kralı’nın sarayına, altın ve incilerle kaplı bir manto giyerek gitmişti; Kimsenin ona oturması için minder uzatmadığını görünce, gururlu bir şekilde mantosunun üzerinde oturdu. Giderken ise mantosunu almaya çalışmadı; Bir hizmetkarın uyarısı üzerine de cevabını verdi: ‘Benim ülkemde insanların minderlerini yanlarında taşımaları adetlerinden değildir.'” (Lacroix, 2013: 90)

 

Lacroix’nın Ortaçağ Avrupa’sındaki sosyal sınıflar arasındaki davranış biçimleri bağlamında bir çatışmayı göstermek için anlatmış olduğu bu “posta koyma” hikayesinin doğrudan Ömer Seyfettin’in öyküsüne dönüşmüş olduğunun izini sürmek imkansız. Ancak ünlü edebiyat eleştirmeni Franco Moretti’nin latifeyle ifade ettiği gibi, “teorik spekülasyon, kokain ile aynı sembolik statüye sahiptir; denenmelidir.” (Moretti, 2005: 2). Kaynak materyali ile çıktı arasındaki kopukluğu gösterebilmesi açısından, böyle bir metinlerarası okuma yapmanın çeşitli faydaları bulunuyor. Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan öyküsünün neredeyse sadece yer adları ve anlatım dili değiştirilerek anlatılmış hali olan Paul Lacroix kaynağının bir ‘civility‘, yani görgü kuralı anekdotu olması, Ömer Seyfettin’in imajinasyonunda anekdotun bir ulusal başkaldırı kültüne dönüşmesi peşini sürebilecek kadar ilgi uyandırıcı. Metinlerin geçtiği zaman ve mekanın, Lacroix’da incelenebilir tarihsel bir kayıt iken, Ömer Seyfettin için bir altın çağ oluşu da, ‘hikaye’yi nasıl anlatmayı tercih ettiğimizi gösterir nitelikte. Eldeki materyalden vücuda gelen Ömer Seyfettin öyküsünün tâbi olduğu sınırlamalar da tam da burada önemli.

 

Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan‘ının kahramanı, Lacroix’nın burjuvasının aksine, modern ulus fikrinden önce yaşamasına rağmen modern ulus temalarına göre hareket eden yarı-mitolojik bir karakter. Ömer Seyfettin’in özetlediği şekilde Muhsin Çelebi, “Din, millet, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı.” (2012: 45). Bütün malını ve mülkünü, kendini ve çocuklarını hikayenin sonunda bir ömür boyunca aç bırakmasına itecek biçimde pembe incili kaftanı almak için gözden çıkarmasının sebebi de devleti ve ulusu adına büyüklenmektir. Ömer Seyfettin, Muhsin Çelebi’yi şeref tribününden bir dakika dahi indirmez; herhangi bir iç çatışma, insanî kaygı, yanlış yapabilme ihtimalinin yükü, varoluşsal güvenlik problemi Muhsin Çelebi için söz konusu değildir. Düşüncelere dalan bir Hamlet değil, emir adamıdır. Muhsin Çelebi, gayet düz ve doğrudan bir ruh dinginliğine, yenilmez bir sabitfikre sahiptir. Erdemleri de burada yatar. Lacroix’nın eserinde sunduğu arşiv verisinde kişisel dışlanma karşısında gururunu koruyan ve bunun için ölçüsüz bir bedel de ödememiş olan zengin, Pembe İncili Kaftan‘da kendiliğinden gönüllü olan ve içerisinde kurumsal olarak yer bile alamadığı devleti uğruna kendisinin ve tüm ailesinin yaşamını -şaşırtıcı biçimde keyfî olarak ve herkesin itirazlarına da rağmen- sefalete sürükleyen bir vakıaya dönüşür. Ömer Seyfettin, kısa hikaye türünün boyutu itibariyle dikkat etmek zorunda kaldığı kısıtlı ekonomisi içerisinde, sayfaları Muhsin Çelebi’yi övmekle geçirir. ‘O ne kadar veriyorsa ben iki katını veriyorum!’ dramatik savurganlığı ile tekrar tekrar methedilerek sunulan milliyetçi, dinine ve devletine bağlı ideal tip, anlatının tarzı yüzünden yardımcı bilgiye ve tavsiyeye ihtiyaç duymayan, referanduma tamamen kapalı, kendinden fazlasıyla emin, tehdit altında dahi olmayan gururu için sahip olduğu ve henüz sahip olmadığı her şeyini harcayabilecek olan, yarı-mitsel bir karaktere dönüşür. Ömer Seyfettin tarafından belki önemli de görülmediği için aslolan elçilik görevinin neyi anlatmak olduğuna dair de herhangi bir şey öğrenemediğimiz Muhsin Çelebi, Şah ile olan çok kısa konuşmasını sadece “posta koyma” üzerinden gerçekleştirir:

 

“Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur.” (Seyfettin, 2012: 49-50)

 

Muhsin Çelebi’nin geçmişini ve geleceğini uğruna harcamış olduğu, hayatının kuşkusuz en önemli ânı olan bu konuşma karşısında İran hükümdarı Şah İsmail’in hali ise, Ömer Seyfettin’in kurguladığı hikayeden beklenen hazzın doruk noktasıdır. Hikayenin giriş ve gelişme kısımlarında işlenen onca tema, tartışma ve olay, ulusçu mitin inşası için Muhsin Çelebi şahsında yaratılan ‘milliyetçi’ kişilik kültü, Şah İsmail’in tek bir yüz ifadesine ulaşmak için gibidir:

 

“Muhsin Çelebi, kaba Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu (…) Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk’ün ateş bakışları altında erimişti.” (Seyfettin, 2012: 50)

Ömer Seyfettin’in evrenindeki Şah İsmail’in aksine, tarihsel Şah İsmail’in “Hatai” takma adı ile Azerbaycan Türkçesinde şiirlerinin bulunduğu Divanı, 2000 yılında Kaknüs Yayınları’nda yayımlanmıştı. Fasih Türkçesiyle bilinen Şah İsmail’in Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunu olması sebebiyle de, uygun bir tarihyazımı araç kutusu kullanarak ulusu yaratan atalardan sayılmaması için bir sebep olmayabilirdi. Ancak böyle bir tarihyazımı senaryosu, Ömer Seyfettin gibi pek çok kişinin Türk kimliği alaşımının içerisine Sünniliği katmasıyla kapalı bir güzergah olarak kalmış görünüyor. Ernest Renan’ın meşhur 1882 konuşması “Ulus Nedir?”deki, “unutmanın, hatta tarihsel hatanın bile, ulusun yaratılmasındaki temel faktör olduğu” varsayımı (1992: 3) Ömer Seyfettin için dramatik bir hikaye anlatımı merdiveni olarak işlev görmekte ki Şah İsmail’in konuşulan Türkçeyi anlamaması dahi terazide Şah’ı aşağılarken, Muhsin Çelebi’nin üstünlüğünü teyit ediyor. Öykünün geriye kalan kısmında hayatını pazarda yetiştirdiği ürünleri satarak eşi ve çocuklarıyla fakir halde geçiren Muhsin Çelebi’nin ‘örnek’ davranışı, Ömer Seyfettin için o kadar çok vurguya mazhar olmuş halde ki, öykünün sonuna kadar incili kaftana ne olduğunu -vatan sevgisi adına böbürlenmemek için- söylemediğinin altı çiziliyor. Son olarak bu sakınılan gururlanma huyunun bizzat Ömer Seyfettin tarafından üstlenilmesi de enfes bir ironinin kaynağı. Ömer Seyfettin, çocukların zihnine nakşedilebilir bir değer olarak bilgeliği ya da merakı değil, ‘Azrail’e meydan okuma’ cesaretini sunmayı tercih etmiş öyküsünde.

 

Ulus inşası temelde ‘ulusun ebedîliği miti’ ve ‘ortak ata miti’ aracılığıyla kurulur, bunun da mahir bir modern ulus devlet için edebiyat ve özellikle de çocuk edebiyatı yoluyla kana karışması en asgari şiddet içeren yol. Ancak belki de bu gelenek yüzündendir ki tarihsel olan hikayenin kaba eğiticilik ve fanatizm kanalları dışında varlığını sürdürebilmesi, evrensel temalar işleyebilmesi imkansız kılındı. İnsanî olabilecek her şeyin milliyetçi alegoriye dönüştüğü hayalgücündeki aşılmaz bariyerlerin kökenlerinden birisi de, savaş sonrası yıllarında umutsuzluk ve karamsarlık içinde yaşayan Türk toplumuna iyimserlik aşıladığı, umut verdiği iddia edilen bu geleneğin, hedef kitlesini hiç bitmeyen bir Cihan Harbi’nde, Balkan Savaşları’nda yaşatıyor oluşu. Şerif Mardin, Türk siyasî düşünce tarihinin sadece tek bir konu ile ilgilenmesine dair çarpıcı bir özelliği olarak, “yüzyılın başlarında, ömürlerinin onbeş yılından fazlasını Londra, Paris ve Cenevre’de Abdülhamid’e muhalefetle geçiren Jön Türkler’in hiçbirinin, ister yayınlarında, isterse bilinen mektuplaşmalarında olsun, bir kere bile Marks’a atıfta bulunmayışları”nı veriyordu (1994: 185). Burada Marks’ın yerine ulusçu fikriyat ile bağı olmayan herhangi bir düşünceyi koyun, temel logos yine değişmeyecektir. Ömer Seyfettin’in Birinci Cihan Harbi’nden, Babıâli Baskını’na katılmasına, oradan esir kalışına varıncaya kadar yaşam serüveni, Avrupa görmüşlüğü bu sınırlamaya dahil edilebilir. Milliyetçi hikayecilik, hangi etnik köken adına yazılırsa yazılsın, hem suçlayanın hem de suçlananın aynı fikir yürütme tarzı ve tanımlara saplanıp kalması sebebiyle yeniliğe kapalı olabiliyor. Türk kısa hikayeciliğinin kurucu isminin, merak ve yenilik barındırabilecek bir hikaye iskeleti ortaya koyma şansı, hayalgücü belki de bu yüzden daha en başta kısıtlıydı. Zihninizdeki bu ‘arama görseli’ ile en evrensel, hatta insan-merkezli olmayan dünyalara da baksanız, orada sadece anlatılacak ulusal alegoriler görürsünüz. İnsanın her nerede olursa olsun ne olduğunu değil, siyasi gündemi anlatırsınız. Bu siyasi gündem ise güncelliğini yitirdiğinde metnin de kıymeti sönmeye başlayacaktır

 

Cem Orhan

 

 

Kaynakça

 

Renan, Ernest (1992), “What is a Nation?”, in Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation?,  Presses-                   Pocket, Paris

Lacroix, Paul (2013), A History of Manners, Customs and Dress During the Middle Ages and  Renaissance Period, Dogma, Bremen.

Mardin, Şerif (1994), Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul

Moretti, Franco (2005), Signs Taken for Wonders, Verso Books, New York

Seyfettin, Ömer (2012), Ömer Seyfettin Klasikleri, Karatay Akademi Yayınları, Konya

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: