Bu hikaye adını, anamadığından almıştır.

 

“Bir varmış bir yokmuş. Bir adam ve bir kadın varmış. Bir de iğde ağacı.”

 

Elleri cebinde hızlı hızlı yürüyordu. Yağmur iğri iğri düşüyordu toprağa. Kimin şiiriydi bu? Mona. Evet Mona’dandı bu dizeler. Nerden geldi ki şimdi aklına? Bir anlık tebessüm yerleşti çehresine. Diğer mısralar ardı ardına geldi gözünün önüne:

 

‘Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa,

Henüz dinlemedin benden türküler,

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.’

 

‘Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış,

Bir gün gözlerimin ta içine bak,

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.’

 

Karşıdan gelen kamyonun korna sesi bölmeseydi tüm bu melankoliyi, oracıkta yazabilirdi Mona’nın beşinci perdesini.  Edebiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. İzmir’in soğuk yüzüne alışamamıştı hala. Halbuki burayı seçerken nasıl da farklı hayal etmişti her şeyi. Başta denizi. Karşısında şiirler yazacağı, kuşlara yem vereceği, en güzel hikayelerini dalgalarında bulacağı bir deniz bekliyordu o. Zamanı geldiğinde sevdiğinin gözlerini bulmalıydı mesela o engin mavilikte. Hırçın dalgalar arasındaki beyaz köpükler gibi olmalıydı aşkı. Masumiyetin incesinde bir sevgi düşmeliydi yüreğine… Denizden başlayıp aşka gelen düşünceleri utandırdı. Ne demişti şair: “Utanç dökülürdü kalplerden, Tozpembe yanaklara.” Eve gelene kadar durmadı yağmur. Ne zaman kapıdan içeri girdi,o zaman dindi. Bulutların arasından kendini gösteren güneşe bakakaldı ellerini ısıtmaya çalışırken. Tam aradığı gibi bir şarkı doladı diline: -Talihim yok,bahtım kara. Böyle hayat batsın yere, Sinesine vura vura, Ölen var mı benim gibi?

 

* * *

 

 

 

‘Aynı göğün altındaydık ama bambaşka bir gündü üzerimizden geçen.’

 

Masasının başına geçti. Bir hikaye yazacaktı. Gözlerini sımsıkı kapattı. Ve yüreğine düşen ilk hikayeyi yazdı önündeki kağıtlara.

 

Sevmek olsun, dedi hikayenin adı.

Nedensiz,niçinsiz,nasılsız. Sevmek. Duru bir kalple,duru bir kalbi sevmek. Aydınlık perde aralığından odaya sızarken,bir damla yaş düştü gözlerinden. İşte hikaye, dedi.Benim hikayem. Bir damlanın söyledikleri ve söyleyecekleri üzerine kurmalıydı tüm cümlelerini.Gözyaşı dediysek gözyaşı da olmalı dedi. Başı umut olsun,sonu özlem. Adı mı? Sormaya ne hacet. Adı aşk.

 

Ani bir hareketle kalemi masaya bıraktı. Başını ellerinin arasına aldı. Gözlerini, gözyaşlarının parkede oluşturduğu halkalara dikti. Öylece durdu bir müddet. Neden, dedi. Neden başka bir şey yazamıyorum? Düştüğü her ikilemde, kendiyle girdiği her kavgada ağlardı. Zayıf olduğundan mı? Yoksa kabullenmek istemediği gerçeklerin kalbine aşikar olmasından mı? Önemi var mıydı? Yoktu. Usulca kalktı sandalyeden. Masanın üstündeki karalanmış kağıtları çöpe attı. Henüz kurumamış olan ceketini alıp çıktı odadan. Tekrar yağmura bıraktı kendini. Yağmuru severdi. Çünkü yağmur, gözyaşının sorgulanamadığı tek yerdi.

 

* * *

 

Gözlerinde sızı, başında ağrıyla uyandı. Gözlerini tavana dikti ve anımsamaya çalıştı dün geceyi. Tek hatırladığı ağladığıydı. Bir de iğde kokusu. Sahi ya, ikinci kez oluyordu bu. Aynı kokuyu daha önce de almıştı. Garip olan, iğde kokusunu bilmezdi o. Hatta isminden öte iğdeyi de bildiği yoktu. Lakin bu kokuyu ilk duyduğunda iğde demek gelmişti içinden. Ve demişti. Varsın iğde olmasındı. Öyle hissetmişti ve bu yeterliydi. Hissettiklerine her zaman gerçeklerden daha çok değer verirdi.  Hayallerine kadar işleyen iğde kokusunun eşliğinde yürüdü fakülte binasına. İkinci kattaki sınıfa ağır adımlarla çıktı,her zamanki yerine, cam kenarına oturdu. Bugün deniz de durgundu.  Ders Eski Türkçe. Konu… Ders burda başladı ve bitti.  Esas konu, yazmaktı. Yazmak ve yazamamak. Yazmak, her seferinde hiç olmadık şeyleri ve aksine yazamamak, olması gerekenleri. Giriş fena değildi, defterin boş bulduğu bir sayfasına yazmaya başladı. Deniz hariç, dış dünyayla hiç ilgilenmedi . Ders bitti. Sınıf boşaldı. Hiç farketmemiş olması şaşırtmadı. Nitekim yalnızlık, kalem ve kağıttan uzaklıktı onun için, insanlardan değil. Toparlandı. Çıkmadan önce tahtaya bakardı hep. Ders dinlemezdi ama merak da ederdi ne olup bittiğini. Hayret! Her zaman yazıyla dolu olan tahtada bugün sadece bir cümle vardı. El yazısı olduğu belliydi. Gözlerini kıstı, okumaya çabaladı. Okuyamadı. Biraz daha yaklaştı tahtaya.

 

“İnsan, tek kelime, iki hece, beş harf.”

 

Hoca yorgun olmalı, dedi. Yoksa bu kadarla hayatta bırakmazdı. Defterinin arasında bulduğu küçük not kağıdına yazdı cümleyi. Bir eliyle kitaplarına aldı ötekiyle kağıdı cebine sıkıştırdı. Son bir kez baktı denize. Yarın, dedi gülümseyerek, aynı yerde ol.

 

* * *

 

Gökyüzü masmaviydi bugün. Dünkü yağmurdan eser yoktu. Ceketini çıkarıp eline aldı. Yol ayrımına gelince,durdu.  Kısa ve gürültülü şehir yolu, uzun ve sükunetli patika yol. Tercih belliydi. Ağaçların arasından yürümeye başlamıştı ki, tahtadaki cümle geldi aklına. “İnsan, tek kelime, iki hece, beş harf.” Neyi anlatmak istiyordu acaba? Neden irdelenmişti ki bu kadar insan kelimesi? Dersi dinlemiş olsaydın merak etmene gerek kalmazdı,diyerek çıkıştı iç sesi. Ders zamanı gelince hiç öyle demiyorsun ama deyip cevap yetiştirdi ona. Güldü haline. Kendiyle bile başedemiyordu. Hayatla nasıl başedecekti ki? Cümle de  ne çok meşgul etmişti zihnini. Ne tahtada ilk gördüğünde ne de alelade bir yazıyla kağıda yazarken tahmin etmemişti bu kadar ilgisini çekeceğini.  Gül ağacını görüne, bu kadar çabuk gelmiş olmasına şaşırdı. Bahçe kapısını açıp içeriye girdi. Yeni açmış çiçekleri koklayarak ilerledi. En başta güller vardı,sonra hanımeli. En sonda da leylak. Apartman kapısına açtı. İçeri gireceği sırada yumuşak bir ses duydu. -Affedersiniz, bu kağıt size ait galiba. Arkasına döndü. Uzun kahverengi saçları omuzlarına dökülmüş, yosun yeşili bir gömlek, beyaz bir pantolon, beyaz bir çantayla, bir genç kız.  Bu kadar ayrıntıyı nasıl gördüm bir anda, dedi kendi kendine. Hayatta ayrıntıya takılmam ben. Düşüncelerinden sıyrılıp kıza döndü tekrar. Elinde bir kağıt vardı ve cevap bekliyor gibiydi. Tabi ya, soru sormuştu. Ne sormuştu ki ama? Tam duyamadığını söyleyecekken, kız yetişti imdadına: -Patikada yürürken buldum bu kağıdı. Önümde yürüyen bir tek siz vardınız, size ait olabileceğini düşündüm. Cebini yokladı hemen. Kağıt yerinde yoktu. Merdivenden aşağı inip birkaç adım attı kıza doğru. -Evet,düşürmüşüm. Dikkatsizlik işte. Teşekkür ederim. -Rica ederim. İyi günler. Yine o koku. İğde kokusu. Nerden geldi,nasıl buldu yine beni.Anlamıyorum ki! Son cümle dudaklarının arasından kayıp çıkıverdi adeta. Henüz bahçenin kapısına kadar gitmiş olan kız duraksadı: -Bir şey mi dediniz? -Anlamıyorum, nerden geliyor bu iğde kokusu?! Tebessüm etti kız: -O misafirdir. Gelip gider. Zihninizi meşgul etmeyin çok. -Nasıl yani? Anlamadım. -Anlamaya çalışmayın. Anlamamak daha iyidir zannımca. Sessizlik. Kısa ama bir o kadar uzun. Neden sonra kız mahcubane bir tavırla konuştu. -Mazur görün, haddim olmadığı halde konuştum. -Estağfurullah. Ben kendimi tutamadım, siz kusura bakmayın asıl. -Önemli değil. İyi günler. -İyi günler. Kız iğde kokusunu da alıp çıktı bahçeden. İğde, dedi, misafirdir. Gelip gider. Öyle mi? Öyle. Geldi ve gitti. Onun gibi, ansızın geldi ve gitti. İğdeye isim bulmuştu ama kıza isim bulamadı işte. Niye sormadı ki? Nasıl sorsaydı ki?

Hissiyatı yardımcı olmadı bu sefer. Hissetmedi, belki de hissetmek istemedi. Ne önemi var ki, dedi. Bir daha görmeyeceğim birisinin ismi olsa ne olur olmasa ne olur.  İğdeyi düşünmeyi de bıraktı. Misafirmiş işte, gelip gidermiş. Umursamamak lazım. Merdivenleri yavaşça çıktı. Apartmanın kapısını açarken kağıdı elinden düşürdü yine. Tereddüt etti alıp almamakta. Ve ince bir rüzgar, onun karar vermesini beklemeden alıverdi önünden kağıdı. Gülümsedi. Misafirler giderdi. Ve gitmişti.

 

* * *

 

Açık pencereden içeriye dolan kuş sesleri gönlünü ferahlatmaya yetmişti. Yetmişti yetmesine de, masada bir tomar kağıt ve bir kalem varken, içi hep sıkılıyordu. Yazamıyordu ve yazamadıkça birikiyordu anladıkları. Bekletmeye gelmiyordu hiçbiri. Kelimeler de misafirdi anlaşılan. Bir gelip bir gidiyorlardı.  Demliğin tıkırtısı bozdu sessizliği. Bardağına çay doldurup masasına geri döndü. Zordu kabul. Ama yüzleşmek zorundaydı korkularıyla.  Yosun yeşili gözleri buğulandı yine. Hep böyle olurdu. Kalbinden gözlerine dökülürdü cümleler, gözlerinden kalemine…Ama kağıda değer miydi? Orası meçhuldü işte.  Kalemi eline aldı. Başlamalıydı bir yerden. Mecburdu. Neden mi?  Bazı şeyler sadece yazılırdı çünkü.

 

* * *

 

Kalkması gerekenden birkaç saat önce uyandı. Masada uyuyakalmıştı. Her tarafı tutulmuş, pencereden iyiden iyiye sabah rüzgarı yemişti. Yatağına uzanıp biraz rahatlamak istedi. Masadan kalkmasıyla kağıtların yere saçılması bir oldu. Kağıtları olduğu gibi bıraktı, sadece pencereyi kapatıp yatağa yattı. Gözlerini yeni kapamıştı ki, yine o kokuyu duydu. Belli belirsiz bir aydınlık, yumuşak bir ses ve iğde kokusu… Rüya gördüğünü düşünüyordu. Rüyanın bitmesi için aniden doğruldu yatağın içinde. Ne ses gitti ne koku. Pencereden baktı. Kimsecikler yoktu sokakta.  Uzandı ve gözlerini kapattı tekrar. Olmadığına inandırdı kendini. Ses de yoktu koku da. Sonra olsa ne olur, dedi içinden. Gözlerini açtı. Evet, olsa ne olur? Hiçbir şey. Bu hepsinden iyi geldi. Derin bir nefes aldı. Kalkıp elini yüzünü yıkamaya gitti. Çok korkusu vardı evet. Dünyaya dair, insanlara dair… Diğerleri olaylarla oluşmuş, büyümüş ve kök salmıştı içinde. Ama bu kendini bildi bileli sol yanındaydı. Günler, aylar, yıllar geçti. Ne azaldı ne çoğaldı bu korku. Hep ordaydı ve hep o kadardı. Evet, en çok birini çok sevmekten korkardı. Sevgide kendini yitirmekten. Ve uğruna hesapsız feda etmekten. Korktuğu hep başına gelirdi insanın. Ömrü olursa ve nasip olursa onun da başına gelirdi elbet. Ama o gün, bugün olmamalı, dedi. Sevmek için henüz erken.

 

* * *

 

Ders Eski Türkçe. Sabahın bu saatinde sınıfta olmasının tek sebebi. Erken gelmesi, denizle biraz daha fazla hasbihal edebilmesi açısından güzel. Ne var ki deniz bugün hırçın,dalgaları hoyrat. Birine öfkeli belli, susmuş lâkin yutamamış öfkesini. Deniz miydi yoksa kendisi miydi tarif ettiği ruh haline sahip olan? Manidar bir tebessüm kapladı yüzünü. Böyle zor sorular sormayacaktın, dedi iç sesine.

Kalem elinde, defter önünde. Kimbilir daha ne kadar bekleyecekti, kelimelerin gözlerine sirayet etmesini. Kapattı defteri. “En güzel misafir davetsiz gelendir. Tatlı bir telaş verir, hizmet edene. Ama sevdirir kendini.” Misafirden kastı kelimeler değildi elbette. Kalbi de dili de biliyordu bunu. İğde kokusunu bekliyordu. Tüm korkularına rağmen. Ve ne kadar bekliyorsa o kadar gelmiyordu. Hep böyledir zaten. Ne kadar çok özlerse biri, o kadar çok özletir beklenen.  Öğrenciler birer ikişer gelmeye başladı. Sonra kalabalıklaştı sınıf.  Derken elinde bir tomar kağıtla profesör girdi içeri.  Önden arkaya doğru dağıtıldı kağıtlar. Kürsüden tok bir sesle konuştu hoca: -Sizden sadece bir kelime istiyorum. Tek kelime, iki hece, beş harf. Saatini yokladı. -Düşünmeniz için bir saatiniz var. Kolay gelsin. Ve sınıftan çıktı. Herkes elindeki boş kağıda bakıyordu. Beş dakika olmamıştı ki, amfinin alt kapısı açıldı. Beklenen iğde kokusu. Bu kez nar çiçeği bir elbiseyle gelmişti. Hocayı aradı gözleri, göremedi, önde oturanlardan biri kalkıp kağıt uzattı. Kısa bir konuşmadan sonra iki sıra önüne oturdu,cam kenarına.  Yarım saat dolmamıştı ki amfi boşaldı. Muhtemelen herkes ‘insan’ yazmıştı. İnsan yazmak istemiyordu. Bu kadar basit, bu kadar kaçamak olmamalıydı cevabı. Üç dört kişi kalmıştı koskoca amfide. Diğerleri değil de, o kızın ne zaman çıkacağını merak ediyordu. Ne yazmıştı acaba? Önceki ders gelmiş miydi? Neden daha önce sınıfta hiç almamıştı iğde kokusunu? Kafasındaki tüm sorular, kızın oturduğu yerden kalkmasıyla dağıldı. Gidiyordu.  Ne yazacağına hala karar verememiş olması heyecanlanmasına yetmiş, kalemi tutan eli fazlasıyla terlemişti.  Bir çırpıda ‘Leylâ’ yazdı önündeki boş kağıda.  Leylâ mı? Leylâ da nerden çıktı şimdi?  Hissiyat. O gün gelmedi ama bugün geldi. Beklenmeden gelen misafir. Aceleyle kalktı sıradan, kağıdı kürsüye bıraktı ve iğde kokusunun peşine takılıp çıktı sınıftan.

 

* * *

 

Aynı patikada, bu kez önde o, arkada kendisi, yürüdüler. Denizden esen rüzgar söğütleri bir sağa bir sola yatırıyordu. Düşüncelerini de. Hayatında doğruyla yanlışı ayırt edebildiği nadir yer olmuştu. Hep hata yapar mı insan? Yapmıştı işte.  Çoğu zaman insan olduğunu unuttu. Ama en büyük hatası, unutmasıydı insan olmanın muhal oluşunu.  Yıkık dökük bir dünya kaldı şimdi geriye. Her çabasında biraz daha yok olduğu, her soluğunda içinin yandığı bir dünya. Ve esaretti bu dünyanın en çok korkutan yanı. Neye olursa olsun, esir olmaktı. Aklına, kalbine, nefsine ve daha nicesine… Tefekkür zorlamıştı zihnini. Zorlardı ama huzur verirdi daima.  Patikanın en sevdiği yanı da buydu, uzundu ve sessizdi. Nehrin yanından geçiyor olması da bir lütuftu. Suyun sesini duyunca ruhunun dinginleştiğini hissederdi.  Velhasıl, tefekkür için güzel bir fırsattı bu yürüyüş. Burnuna gelen yoğun gül kokusundan anladı eve yaklaştığını. Başını kaldırıp baktı. İğde kokusu çoktan silinip gitmişti patikadan. Nerde ayrıldığına hiç dikkat etmemişti. Dedi ya, sırası değildi kalbine esir olmanın. Leylâ’yı düşündü, ansızın kaleminin ucuna düşmüş tek kelime, iki hece beş harf: Leylâ.

Fazlasıyla yorgunum, biraz da uykusuz. Leyl’e aklım gitmişse bundandır, diye geçirdi içinden. Bahçe kapısını açarken uzunca bir gıcırtı duyuldu. Eve çıkmadan önce çiçeklerinin yanına gitti her zaman olduğu gibi. Sırayı bozmadan kokladı hepsini. Önce gül, sonra hanımeli ve en son leylak. İlkine sevgi dedi fısıldayarak, ikincisine nezaket, üçüncüsüne huzur.  Çiçek ayrı bir dünyaydı onun için. Dünya dediysek, öyle kirli, bozuk, kalp kıran bir dünya değil elbet. Güzelliğin dünyası. Ve güzellik dediği onun, hüzünden beslenirdi her daim. Hüznün kıymetini bilemeyenlere inat, hüzne aşıktı o. Anlatmaya çalışsa, anlatamazdı. Neyse ki şair anlatmıştı. Ne kadar iyi anlatılabilirse, o kadar iyi anlatmıştı:

 

“Yalnız hüznü vardı kalbi olanın.”

 

Vildan ŞİŞMAN

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: