“Az sonra okuyacaklarınız gerçeklerden esinlenerek yazılmıştır. Hayal ürünü bir hikâyedir. Fakat buna benzer binlerce örnek yaşanmış ve sayıları hızla artan bir şekilde yaşanmaya devam etmektedir. Dileğim bu tür olayların sadece hikâyelerde kalmasıdır.”

 

Gereği Düşünüldü(mü)?

Mübaşir adını seslendi. İrkildi birden, neden bilmem? Ellerimi sıktı. Sonra avukatı olduğum için benim adım çağrıldı. Elinden tuttum. Duruşmanın yapılacağı salondan içeriye girdik. Hâkim, yüksek masasından önündeki kâtibe bir şeyler yazdırıyordu. Başını hiç kaldırmadı. Tam karşımızda duruyordu. İşte o ablak yağlı suratı ile. Tükürmemek için, saldırıp saçını başını yolmamak için zor tutuyordum kendimi. Avukatlar da insandır. Onlar da öfkelenirler, duyguları, hisleri vardır. Ama ben bir hukukçu olarak böyle önemli bir davada sinirlerime hâkim olmalıydım. Kendimi kaybetmeye hakkım yoktu. Tüm enerjimi şu an avuçlarımın içinde atan minicik kuş kalbi avuçların sahibinin mücadelesine ayırmalıydım. Burun deliklerim genişlemiş, alnım kırışmış, kaşlarım çatılmış halde bakıyordum suratına. On yıllık meslek hayatımda eşini çocuklarının önünde kesen yüzleri de görmüştüm, hırsız suratları da, işkenceci suratları da görmüştüm. Zaman zaman öfkelendiğim, kaskatı kesildiğim olmuştu, fakat kendimi hiç bu kadar öfke dolu hatırlamıyordum. Şimdi ellerimi daha da sıkmaya başladı. Takım elbise giymiş, kravatını takmış, saçlarını taramıştı.  Belli ki avukatının sözünü dinlemiş, mahkemenin iyi hal indirimini hak ettiğini göstermek için bu şekilde çıkmıştı hâkim huzuruna. Avukatını tanımıyordum. İlk kez bir davada karşı karşıya geliyorduk. Avukatların paranın sıcaklığı karşısında insani etik değerleri bir çırpıda hiçe saydığına çokça şahit olmuş, savunulacak yanı olmayan adamları savunan avukatlara, hiç kabullenmesem de mesleki gereklilik ve profesyonellik adına anlamaya çalışmıştım. Bu defa karşımdaki meslektaşıma hayıflanmıştım. Sonra elimin sarsıldığını hissettim. Eğildim baktım. Ağlıyordu. Minicik bedeni sarsıla sarsıla… Sessiz ve derinden! Hâkim fark edince işaret etti kapıyı. Aldım dışarıya çıkardım. Kapının önünde bekleyen ablasına teslim ettim. Ona dışarıdan dondurma almasını tembihleyerek mahkemeye geri döndüm. Avuçları ellerimde hala sıcaktı ve hala korkuyla atıyordu sanki.

Ona yapılan fenalığı ofisimde ilk kez duyduğumda evdeki kızımı düşünmüştüm. Çocukların korkmadan sokaklarda oynayamadığı bir toplumda, kim ne kadar özgür olabilirdi ki? O anlatırken başımın döndüğünü nefes alamadığımı hissettiğim o ilk karşılaşma. Babası ve annesi fenalaşmış, günlerce utançlarından dışarı çıkamamışlardı. Yasa gereği çocukların cinsel istismarının şikâyet başvurusu ebeveynleri tarafından yapılmalıydı. Bu durumda onları ikna etmek çok zor görnüyordu. Ablası bir kadın derneğine danışarak benim adımı almış, bana telefon ile ulaşmıştı. Bu tür olaylarda ilk iki gün çok önemliydi, o iki günden sonra çocukların yaşadıklarını anlatmasının azaldığını hatta anlatılmadığını bir makaleden okuduğumu anımsıyorum. Abla olayı anlatamıyor. Daha genel, daha abla cümlelerle, hikâyenin etrafını çiziyordu. Onun anlatamadıkları benim zihnimde en iğrenç haliyle canlanıyordu. Yüzüm düşüyor. Ellerim terliyor. İki cümlede bir ablayı soluklandırmak ve ıslanarak yıpranan mendilini yenilemek için sekreterime sesleniyordum. Sekreter, bu halimi hiç görmediğinden telaşlanıyor. Eczaneden ilaç isteyip istemediğimi soruyordu. Sonra yine anlatıyor abla, iki cümle geçmeden seslenip sekreterimden su istiyorum. Sonra yine aynı mahalleye, olayın yaşandığı o uğursuz sokağa, komşunun yere batasıca kocasının iğrenç dünyasına geri dönüyoruz. Sonra bilmem kaçıncı kez sekreter kız giriyor içeriye, bardaklar alınıyor, yenileri dolduruluyor, mendiller tazeleniyor ve sodaların, gazozların kapakları açılıyordu. Alnımdan terler boşalıyor. Kabul ediyorum davayı. Abla parayı sorunca, ona mesleğe bakış açımı anlatıyorum. Anneliğimi. Paranın her zaman her yerde işe yaramayacağını. Para olmadan da bazı duyarlı insanların bazı sorunlara ve başkalarının yaşadıklarına hassas olabileceğini anlatıyorum. O parayla, yavruya bir şeyler alınması gerekliliğini. Ve daha fazlasını hak ettiğini anlatıyorum. Biliyorum! Acısını asla dindirmeyecek ama belki azaltacak.

Anne ve baba onları evde ziyaret ettiğimde başlarını yerden kaldırmıyorlardı. Annenin yanına oturdum. Başını çenesinden kaldırdım; ”Bu sizin utancınız değil! Siz bu davada güçlü olacaksınız ki; başka çocukların canı yanmasın! dedim. Belki konuşmalarımdan belki de arkalarında bir avukatın varlığından, davayı takip edecek küçük birkaç sivil toplum kuruluşunun olmasından ve aileye ziyaretlerin artmasından biraz cesaretlenmişlerdi diye düşündüm. Bilemiyorum. Ziyaretten iki gün sonra babası ile savcılığın kapısına dayandık. O akşam beni aramış ve” yarın adliye de görüşelim” demişti. İşte davaya böyle başlamıştık. Doktor raporları, psikolog raporları, dilekçe ile beraber sunulmuştu. Savcı davayı açmış, mahkeme kabul etmişti. İlk celse tarihi belli olmuştu. Daha otuz sekiz koca gün vardı.

Bilgisayardan konuyla ilgili arama yaptığımda bu hususa yapılmış araştırmaların korkunç sayısal verileri ile karşılaştım. Nasıl bir toplum oluyorduk biz?

 “ 2009 dan 2014 yılına kadar bu konuda açılan davalar % 50 artış göstermiş, son on yılda tam 250 bin civarı dava açılmış, bu davaların yıllara göre dağılımı(…)”

 bir sigara yakıyorum, gidip odada kızımın üstünü örtüyorum. Yastığından taşan saçlarını okşuyorum. Ellerini öpüyorum. Bir hukukçu, bir anne, bir birey… Kimliklerim, gözyaşlarım ve duygularım bir birine karışıyor.

“ Kız çocuklarının, erkek çocuklardan üç kat fazla istismara maruz kaldığı(…)”

Sonra balkona çıkıyorum. Sinirlendiğim tam olarak nedir? Kime ve neye kızmalıyım? Uluslararası antlaşmalarda her ülkenin çocuklara şiddeti önleme gibi bir misyonu var. Oysa ülkede her yıl durmadan aran bir korkunç tablo. Demek ki alınan önlemler, uygulamalar ve yasalar yeterince etkili değil. Caydırıcı değil. Toplumun bu konuya duyarlılığı da, yetkilileri zorlayarak daha sert ve daha caydırıcı tedbirler almaya itecek kadar güçlü değil. Bu sayısal veriler, açılmış davaları kapsıyor. Kim bilir yaşadıklarını sessiz sedasız içinde saklayan kaç çocuk var? Kaç gülümseme çalındı? Kaç çocuk rüyadan irkilerek uyandı?

Vakalarda saldırgan genelde erkek, tanıdık, akraba veya aileden biri. İstismara uğrayan çocukların yaş ortalaması üç ile on sekiz arasında, yaşlara göre dava dağılımı(…)”

Daha sütten kesilir kesilmez istismar başlıyor. 3 yaş! Bebek… Sokakta, otobüste annesinin kucağında sevimli sevimli etrafı izleyen, koşup oynayan, kedi veya köpek gördüğünde çığlıklar atan bebekler… Onlar da bu sapık, insanlık dışı saldırının hedefindeler. Bakıcılar… Amcalar… Dayılar… Servis şoförleri… Üvey babalar… Komşular… Listede kimler yok ki?

Her gün bir sonraki gün girilecek davaların dosyalarını getiriyor sekreterim. Boşanmalar, tecavüzler, hakaret davaları, miras, araziler… Rutin işler ile geçiyor zaman. Takvimler yaprak yaprak düşüyor. Adliye koridorları, bağırışlar, kavgalar, jandarmaların kolunda kelepçeli insanlar, çaycılar, sigara molaları ile geçip gidiyor. Ben ne zaman kızıma baksam, o lepiska saçlı küçük kızı düşünüyorum.

Uzman pedagoglarca yapılan incelemede yaşadıklarının Major depresyona bağlı, stres bozukluğu yarattığı ayrıca akut stres tespiti yapıldı. “

O’nun dosyası hep masamda. Sekreterim artık dolaba koymuyor. Sürekli şikâyet dilekçesini, savcının iddianamesini okuyorum. Doktor kaşeleri ile imzalanmış raporları, cümleler dönüyor aklımda. Sağa sola çarpan cümleler.

Ben ablasıyım avukat hanım. Bana her şeyini anlatırdı. Üniversiteden yorgun dönerdim, bakkaldan aldığı şekerin rengine kadar heyecanla anlatırdı. O gün dersten geldim, kapıda yoktu. İçeri girdim. Biraz dinlendim. Annem odasında olduğunu söyleyince, odasına gittim, yatağında sessizce ağlıyordu.  Kim bilir kaç saat ağlamıştı. Yastığı sırılsıklamdı. Biraz da ateşi vardı.”

Sonra ofisten çıkıp arabama biniyorum. Bir çocuk parkının önünde duruyorum bazen. Çocuklara bakıyorum. Onları seyrederken ruhumu temize çekiyorum sanki. Kızımı almaya erken gidiyorum bazen, kreşte çocukları seyrediyorum kapının penceresinden. Artık yolda, sokakta gördüğüm her çocuğa, aynı gözle bakıyorum. Eşim kızıyor. Sağlığımın bozulacağından, bu davanın psikolojimi bozduğundan dert yanıyor. Sonra tatile çıkmayı öneriyor. Ben geçeceğini söyleyip geçiştiriyorum.

Sonra ateşi düşmedi. Sürekli ağlıyordu. Boynuma sarıldı. –Abla korkuyorum!- diyordu. Hıçkıra hıçkıra. Hasta sandım. Kucakladım doktora götürdüm. Sürekli doktora gitmek istemediğini söylüyordu. Doktor bey şüphelenmiş olacak ki; bir psikoloğa sevk etti. Sonra psikolog, ona her şeyi anlatırmış. Bunu yapan komşunun kocası. Olay mahallede duyulduğundan beri ortada yoklar.”

Ablanın, annenin, babanın sözleri. İnternette yazanlar. Meslektaşların beni arayıp yardım teklifleri. Bazı gönüllü ve duyarlı vatandaşların telefonları. Dernekteki kadınların çabaları. Bir gazete de çıkan haber. Her şey ansızın geliveriyor aklıma. Hele duruşmaya sayılı günler kalan şu sıralarda, meslekteki ilk duruşmam gibi heyecan basıyor. Artık sakinleştirici alımları da başlıyor. Eşimin uyarıları ve serzenişleri sıklaşıyor, sekreter kızın acıyan bakışları artıyor. Abla birkaç kez ziyaret ediyor. İki kez de ben gidiyorum ailenin yanına. Birkaç meslektaş para toparlayıp bisiklet alıyorlar prensese, seviniyor. Aile o mahalleden taşınıyor. Günler günlere hızla ekleniyor.

Ve işte yarın ilk duruşma, uyku tutmuyor. Bir kahve daha alıyorum. Gece nasıl yattığımı hatırlamıyorum. Sabah sekreterim tarafından uyandırılıyorum. Aile ofisimde, arabayla adliyeye geçiyoruz. Bu ilk celse, ufaklık da gelecek. Bir karşılaşma olmasın diye adliyenin alındaki kafede duruşma anına kadar ağırlıyorum aileyi. Sonra abla ben ve küçük koridora geçiyoruz. Mübaşir adını seslenince irkiliyor…

“Duruşmaya katılanların kimlikleri tespit edildi. İddianame yüzlerine okundu.”

Salondan çıktı. Ama sıcaklığı hala avuçlarımda, hâkim kâğıttan okuyor. Kâğıttan anlıyor ve yine kâğıt üzerinde kararlar veriyor. Oysa o kâğıtlarda yazanlar yaşanmışlıklar. Acılar, hüzünler, ölümler, yaralanmalar. Mutlak adalet yoktur. Daha hukuk fakültesine ilk adım attığımızda öğrendiğimiz bir şeydi.

“Mağdurun on beş yaşından küçük olduğu anlaşılmıştır.”

Çok fazla para kazanan arkadaşlarım vardı. Zengin ailelerin hatta mafyanın avukatı olan bir arkadaşım bile vardı. Siyasete atılan dostlarım da vardı. Üniversite 1. Sınıfa başladığım ideallerimden sapmadığımı sanıyorum. Bazı ilkeler edinmiştim. Örneğin insani değerleri hep ilk sıraya koymak gibi, bu yüzden bana gelen davalarda ilkeli davranmıştım. Belki Marksist ideolojimin bunda etkisi vardı fakat ideolojiler veya inançlar vicdan kavramının oluşmasında ya da yok olmasında pek etkili değildi. Sanırım vicdan, yetişme ve eğitim ile kazanılacak bir değerdi. Sürekli bir şeyler okunuyor, Hakim arada önündeki ekrana eğilip, dosyadaki kağıtları karıştırıyor, sonra yeniden komutlar veriyordu. Sonra avukatı söz aldı… Bir cümle vardı, bir kurşun deler gibi delip geçmişti beynimi. Sonrası mı? Sonrasını inanın hatırlamıyorum.

“Müvekkilim gerek mahallede, gerekse cami cemaatince iyi tanınan beş vakit namaz kılan dini bütün bir insandır. (…)”

Karşımda cüppe içinde bir canlı konuşuyordu. Bu cümleden sonrasını anlayamamıştım. Başımı çevirdim. Hemen arkamda bir pencere vardı. Bir karga konmuş, gagası ile bir şey alıp kaçmıştı. Neydi o karganın telaşı? Bir küçük kızın düşlerini ve geleceğini mi çalmıştı? Neden bilmem bir dize düşmüştü o an aklıma; sanırım dışardan duyulacak bir sesle çıkıvermişti ağzımdan… mahkeme kayıtlarına geçmemişti, ama vicdanlarda kayda geçsin iserim!

“Ben öyle bilirim ki yaşamak, berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır! (İsmet Özel)”

İbrahim halil doğan

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: