Orada yanan ışığın adı mıydı umut?.. “Bugün olmazsa da yarın görüşürüz.” diyebilmenin hazzında mı saklıydı mutluluk?.. Sahraya yüz tutan gönlün derinliklerinde çiçekler açtıran ahvalin adıydı bu. Leyli nehara erdiren vakit misali. Tatsızlık sarmalında günleri güne eklerken bir anda yanacak olan ışık hüzmesi kimin aklına gelirdi ki? Tam da çaresizliğin kabullenilmişliğiyle yüzleşmişken… Hayaline bile inanamadığımız o düşler geçidinden, şimdi hakikat güneşleri parlıyordu ışıl ışıl. Yeklik haline merhametiyle nazar eden Zülcelal’in (c.c) gönül buketine sunulan ikramın bir misali musağğarıdır bu. Daha fazla kıyamadığı mahlukuna, firak perdesini aralayarak, “Bak sana ne hazırladım?” deme şekliydi. Lambada üşüyen hârın artık sıcaklığını bulma derecesiydi bu; öyle içten, öyle mesrur… Dimağa tattırılan lezzetin hazzının gıdım gıdım diğer uzuvlara aksetmesiydi. Teslimiyetin sükûneti ile tevekkülün rehavetine bırakmaktı yaşanan koskoca zamanları. Şükretmekti nihayet, avuç avuç kapamaktı duayı yüzlere. Biraz da mahcubiyetti; kaskatı kesilen anların hiç geçmeyeceği hissine kapılarak set vurmaktı umut duvarına. “Kun!” dedi emrolundu mevcudat, eyledi ne de güzel oldu hem çokça… Bir zamanlar Hz. Yusufvâri (r.a) “Bana düşen güzelce sabretmek.” desem de şimdilerde dilime yerleşen, “Artık bana düşen, güzelce sevinmek.” oldu.