Yutkundu, aslında yutkunamadı, boğazında bir yere tıkandı. O an fark etti ki en çaresiz en acı verici ağlamada ne gözyaşı sızıyordu ne de bir hıçkırık duyuluyordu. Avaz avaz üstünü başını paralayarak kendini oradan oraya atıp başına topraklar saçarak ağlıyordu. Ama ayaktaydı taş bir heykel misali kıpırdamaksızın öylece duruyordu.

Nice sonra iki damla gözyaşı yanaklarından sızıp kırarmış kirli sakallarının arasında kayboldu. Demek ki ağlaması hafifliyordu. “Lügatte beni tarif edecek bir kelime var mı acaba?” diye geçti içinden. Gerçekten bazı anların duyguların ve hele de imkânsız çaresizliklerin tarifi yoktu. Kelimeler terimler deyimler sadece diğerlerine aktarmak içindi.

Boşaldı birden içi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Sızısı diniyordu sanki ya da alışıyordu acıya. “Tanrı’m, bittim ben, kaybettim!” diye mırıldandı. Başka da bir kelime bulamadı.

Uzun süredir hareketsiz durduğundan neredeyse topuklarına kadar çamura saplanmış çizmeyi sağa sola hareket ettirip birkaç adım attı. Eli ile damadın gelinin tülüne dokunması gibi dokundu bir tanesine. Hıçkırıklar histeriye dönüşmüştü, delicesine ağlıyordu. Herhalde kendine geliyordu yavaş yavaş.

“Yıkılacak Zeynep!” dedi ve öylesine bir figan etti ki, kendisi bile kendisine acıdı. “Kızım mahvolacak!” Acı ile gözlerini sıkıca yumdu, pınar gibi aktı gözyaşları. Sol işaret parmağını dişlerinin arasına götürdü amansızca ısırdı. Ruhunun acısını bastırmak için bedenine acı veriyordu. “Aman Allah’ım bu Zeynep’in rüyasıydı. Onun gelinliği duvağıydı. Onun kuracağı yuvanın kapısıydı bu. Ne olacak şimdi? Niçin böyle? Allah’ım niçin böyle? Yuva kurmak için bile para gerekiyor. Parası olmayanın yuva hakkı bile yok. Garibanın hayal kurma hakkının bile olmadığı bu düzeni kim icat etti, kim?”

Ortaya kadar yürüdü bata çıka çamura. Hiç bakmıyordu ama iki eli yanlara açık bir şekilde onlara dokunuyordu. İçinde kopan kopanaydı. Kendisini en sevdiğini toprağa gömmüş de üzerini çiğniyormuş gibi hissediyordu. “Ya Hasan?” dedi sonra “Hasan’ım!” diye figan etti bir kez daha. “Dükkânrüyası gören Hasan’ım, elim iş tutacak zanneden Hasan’ım, gençliğini okullara verip de atanamayan Hasan’ım, belki hayat bana da bir yol verir hayalleri kuran Hasan’ım… oy oyy oyyy!” İki eli ile birkaç kez başına vurdu düşmana vurur gibi. Bedenine ne kadar hor davransa ruhuna o kadar iyi gelecekmiş gibi hissediyordu.

Hissizleşmişti. Ağlamıyordu, ağlayamıyordu artık. Düşünmüyordu da düşünemiyordu bile aslında. İradesiz bir şekilde yürüyordu, dokunmuyordu artık hiçbirine. Harap olup çatısı içine çökmüş bir ev misali uzaktan bakınca vardı ama yoktu. Diriydi ama cesetti. Yürüdü yola çıktı. Şevket Bey ve adamları Mercedes otomobilin orasına burasına yaslanmış konuşuyorlardı.

“Geçmiş olsun, sigorta var mıydı?”

“Yok” anlamında belli belirsiz arkaya doğru salladı başını. “Bilmiyor sanki puşt, ya parası ya adamı olanın oluyor sigortası, it, garibana sıra mı geliyor sizden!” diye geçirdi içinden.

Çit kapısını kendi sığacağı kadar itip girdi avluya. Herkesin perdenin ardından onu gözlediğini hissediyordu. Odun kırmak için kullandığı kütüğün üzerine oturdu. Bir el önce ıslak saçlarını okşadı birkaç kez ardından boynuna sarıldı arkadan.

“Elif bittik biz, dolu bir tane bile başak bırakmamış, buğday yok, hiç yok!”

Her şeye iyi gelen nice dermansız dertlere şifa olan o iki el önce gözlerini sildi sonra biri göğsünün sol yanına bastırıyorken biri bir kez daha saçlarını okşadı. Ama bu yara başkaydı. Kabuklanmadı. Hatta değişik bir çaresizlik duydu. Hıçkırıklar hücum çekti, çöktü bir kez daha.

“Elif, anneme bir şey söylemeyelim, hissettirmeyelim n’olur.”

Tamam anlamında göğsündeki el birkaç defa küçük vuruşlar yaptı.

“Hasan Ali!”

“Buyur ana.”

“Biraz gel bakayım.”

“Üstüm başım çok çamur.”

“Olsun, gel bakayım.”

Göz göze gelmediler. Yanıma otur işareti yaptı eliyle. Zor hareket eden elini uzattı başının arkasını okşadı birkaç kez. Acı ile gözlerini yumup sıktı Hasan Ali. Hayat iksiri olan bu dokunuşlar niçin merhem olmuyordu yarasına bu sefer? Niçin tuz kadar acı veriyordu bu kez?

“Hasan Ali bilirsin benim en sevdiğim şeylerden biri şu kitaptan rastgele bir sayfa açıp parmağımı koyduğum cümleyi okuyup yorumlamaktır. Bu sefer senin yapmanı istiyorum.”

Ne keyfi vardı ne de hali ama kırmak istemedi. Annesinin üç kez öpüp alnına koyarak verdiği kitabı öperek aldı ve rastgele bir sayfa açıp parmağını bir yere koydu.

“Oku bakayım.”

“Nankörlerden başka kim O’nun rahmetinden ümidini yitirir ki?”

“Çok ilginç bir ayet, yorumlamamı ister misin?”

“Olur.”

“Şeb-i Yelda ne kadar uzun olsa da sonu sabah, Zemheri ne kadar soğusa da ardı bahardır. Elbet bir daha gece var bir daha kış var. Ama yine sabah var yine bahar var. Şunu bil ki bugün de gelip geçecek. Dolu tarlaya yağarsa sadece başakları ezer, toprağa hiçbir şey yapamaz, seneye yine ekersin. Ama dolu insanın düşüncesine yağarsa sadece başakları değil torağı da yanar. Şeb-i Yelda’nın uzunluğuna bakıp sabahtan Zemheri’nin soğuğuna bakıp bahardan ümit kesen nankördür.”

Şimşekler çaktı, aydınlandı bir anda, mırıldandı kendi kendine. “Evet, evet doğru. Buğdayı olmayan yaşayabilir bir şekil ama umudu olmayan ölüdür. Başağı yeşertecek olan dahasat edecek olan da umut. O nerede? O içimde! Ben istemezsen ona ne don vurabilir ne de dolu. Evet, evet umut varsa…”

 

* Şeb-i Yelda: En uzun gece anlamına geliyor. 20/21 Aralık gecesi.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments