Güneşin ilk ışıkları odama sızarken içimde karmakarışık duygular vardı. Bugün on iki yaşıma giriyordum. Annem ve babamın resmi bana gülümsüyordu, fakat içimdeki boşluk dolmuyordu. Bugünün benim için çok güzel bir gün olacağını sanıyordum.

“Günaydın anneanne,” dedim. Konuşan ellerim ve kelimelerim ahenkle işliyordu. Anneannem Aysun yanıma geldi ve gözlerindeki şefkat, içimdeki acıyı bir nebze olsun hafifletti. Pencereden dışarı baktım. Sitemizin ortasındaki park, baharın uyanışıyla birlikte yeşilin ve rengârenk çiçeklerin dans ettiği tablo gibiydi. Yüksek gövdeli çınar ağaçlarının dalları, hafif esintide nazlı nazlı sallanıyordu. Serçelerin cıvıltısı, bülbüllerin melodisiyle karışıyordu. Ama ben, o cennette koşup oynayamıyordum. Tekerlekli sandalyem, dünyamın sınırlarını çiziyordu.

İpek’in sesi duyuldu, “Günaydın Can! Nasılsın?”

“İyiyim İpek,” dedim işaret diliyle. “Bugün doğum günüm.”

İpek’in yüzü asıldı. “Ah, çok üzgünüm Can. Köye gitmem gerekiyor.”

İçimde hayal kırıklığı dalgası yükseldi. Ama sonra, kendime söz verdim. “Bugün güzel bir gün olacak,” dedim.

Parkı temizleyen Ahmet abi yanıma geldi. “Doğum günün kutlu olsun Can! Sana özel kitap getirdim.”

Heidi kitabını gördüğümde kalbim hızla çarptı. Bu kitap, annemden kalan tek hatıraydı. Ahmet abi, benim kahramanımdı. Babam olmadığı için, ona bir baba figürü gibi bakıyordum. Cesur, güçlü ve yardımseverdi. Bana işaret dilini öğreten, beni anlayan tek kişiydi. Onun gibi olmayı hayal ediyordum.

Ahmet abi, işaret dilini öğretirken, elleri bir ressamın fırçası gibiydi. Her işaret, bir hikâye anlatıyordu. Can’ın elleri de bu dansa katıldıkça, sessizlik yerini anlam dolu bir iletişime bırakıyordu. Ahmet abi, işaret dilini sadece bana değil, tüm mahalleye öğretmişti. Bu sayede herkes benimle iletişim kurabiliyordu. Bu, benim için çok değerliydi. Ellerim, sanki havada dans eden kelebekler gibiydi. Her hareket, bir kelimeye, bir duyguya dönüşüyordu. Parmaklarımın zarif kıvrımları, gözlerimdeki parıltıyla birleşince, sessizliğin içinde bir melodi yükseliyordu. Mahalledeki herkesin benimle iletişim kurmak için işaret dilini öğrenme çabası benim için paha biçilmezdi. Eller, artık birer köprüydü; farklı dünyaları birleştiren, duyguları paylaşmayı sağlayan birer araçtı.

Birden, parktan gelen küçük Mert’in çığlığıyla irkildim. Dizini kanatmıştı.

gün, her şey o kadar hızlı oldu ki, sanki kâbusun içindeydim. Evimiz, alevlerin ve dumanın içinde kayboluyordu. Annemin çığlıkları, babamın telaşlı sesi… Her şey o kadar kaotikti ki ne olduğunu anlayamadım.

Bir anda, babamın güçlü kollarının beni molozların altından kaldırdığını hissettim. “Can, oğlum, iyi misin!” diye bağırdı. Bacağımdan akan kanı görünce, “Oraya bakma!” diye bağırıyordu babam.

Ama duman o kadar yoğundu ki nefes almakta zorlanıyordu. Sonra, bir patlama sesi duyuldu ve babam yere yığıldı.

Önce dumanı, sonra alevleri gördüm. Sanki bir canavar, evimizi yutuyordu. Annemin çığlıkları, babamın telaşlı sesi… Her şey o kadar hızlı oldu ki ne olduğunu anlayamadım.

Dizlerim kanıyordu. Yere düşmüştüm ve bacaklarımı hissetmiyordum. Etrafımda, evimizin alevleri göğe yükseliyordu. İtfaiye arabasının siren sesi, kulaklarımı sağır ediyordu.

Sonra, iki sedye gördüm. Üzerlerinde siyah poşetler vardı. Annem ve babam… Onları o halde görmek, kalbimi paramparça etti. O an, dünyam durdu.

Yoğun kül kokusu, boğazımı yakıyordu. Öksürük krizlerine giriyordum. Ambulansa bindirdiler. Yalnızdım. Beyaz kıyafetli bir abla, bana sorular soruyordu. Ama ben, hiçbir şey duymuyordum.

“Anne,” diye bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. İtfaiyeciler beni ambulansa bindirdiğinde bilincim kapanıp açılıyordu. Ambulansta, beyaz önlüklü bir kadın yüzü belirdi. “Sus,” dedi sertçe. “Konuşma, canın yanar. Nefes alma, oksijen veriyoruz.”

O an, sanki boğuluyordum. Konuşmak, bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Ciğerlerime dolan oksijen, beni daha da boğuyordu.

Konuşmadım, kimseyle iletişim kurmadım. Kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Sanki konuşursam, o anları tekrar yaşayacaktım.

Tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğumu öğrendiğimde, acım katlandı. Artık sadece bedenim değil, ruhum da sakattı. Hayata küstüm. Sanki dünya, bana bir daha gülmeyecekti.

O gün, ilk defa sustum. O gün, hayata küstüm. O gün, içimdeki çocuk öldü.

O acı, o kayıp, o çaresizlik… Hâlâ içimde bir yara gibi duruyor. Her an, o anıları tekrar yaşıyorum. Her an, o çaresizliği hissediyorum.

Mert’in çığlığı, beni o karanlık dehlizlerden çekip çıkardı. Ama o anılar, asla gitmeyecek. Onlar, benimle birlikte yaşayacaktı.

Gözyaşları içinde anneannem beni sımsıkı kucakladı.

Ahmet abi, beni dışarı çıkardı. Parkta dolaştık, kuşların şarkısını dinledik, çiçeklerin kokusunu içimize çektik. Ama geçmişin acısı, ruhumun derinliklerinde bir yara gibi duruyordu. Doğanın içinde parkta dolaşırken Ahmet abi bana bir hikâye anlatmaya başladı:

“Can, biliyor musun, seninle ilk tanıştığımız zamanı hatırlıyorum. O zamanlar, çok içine kapanıktın. Konuşmuyordun, kimseyle iletişim kurmuyordun. Ama gözlerinde, hayata dair bir umut ışığı vardı. O ışık, bana çok tanıdık gelmişti.

Benim de bir oğlum vardı, Can. Senin gibi, o da çok özel bir çocuktu. Ama onu kaybettim. Bir trafik kazasında… O günden sonra, hayatım altüst oldu. Ama sonra, seni gördüm. Ve sanki oğlumun ruhu senin bedeninde yaşıyormuş gibi hissettim.

Sana işaret dilini öğretmemin, seninle bu kadar yakından ilgilenmemin sebebi bu. Seni, oğlumun yerine koydum. Sana, onun veremediğim sevgiyi, ilgiyi vermek istedim. Belki bu bencillikti, belki de sadece bir teselliydi. Ama senin sayende, hayata yeniden tutundum.

Sana karşı hissettiklerim baba sevgisi. Sen benim için evladım gibisin.

Can, benim için bir umut ışığıydın. Sana baktıkça, oğlumu görür gibi oluyordum. Ama biliyorum ki, sen bambaşka bir bireysin. Senin kendi hayallerin, kendi umutların var. Ve ben, senin bu hayallerini gerçekleştirmen için elimden geleni yapacağım.”

Ahmet abinin anlattıkları beni derinden etkiledi. Onun, beni oğlunun yerine koyduğunu öğrenmek, hem şaşırtıcı hem de duygulandırıcıydı. Ama aynı zamanda, onun bana duyduğu sevgi ve şefkat içimdeki boşluğu dolduruyordu.

Eve döndüğümüzde beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Anneannem, İpek, Hikmet amca ve Mert, ellerinde pastalar, balonlar ve hediyelerle beni karşılıyordu. İçimde bir umut ışığı yandı.

Doğum günü partisi, kahkahalarla, oyunlarla ve şarkılarla geçti. Ama içimde bir ukde vardı. Konuşamamak, kendimi ifade edememek…

Partinin sonunda tekerlekli sandalyemle salonun ortasına geldim. Derin bir nefes aldım ve bağırdım. “Sizi çok seviyorum!”

Salondaki herkes şaşkınlıkla bana baktı. Ben, konuşmuştum! Gözyaşları içinde anneanneme sarıldım. “Anneanne, konuştum!”

O günden sonra hayatım değişti. Artık konuşabiliyor, kendimi ifade edebiliyordum. Ahmet abi, bana umudu öğretmişti. İşaret dili, bana yeni bir dünya açmıştı.

Ama sürprizler bitmemişti. Anneannem, bana bir zarf uzattı. İçinde, annemin bana doğduğum zaman yazdığı bir mektup vardı. Annem, bana her zaman inanmamı ve hayallerimi gerçekleştirmemi söylemişti. Gözyaşları içinde mektubu okurken içimde tarifsiz bir mutluluk hissettim.

Artık, hayallerimi gerçekleştirmek için hiçbir engelim yoktu. Ahmet abi gibi cesur, güçlü ve yardımsever olacaktım. Ve bir gün, ben de başkalarına kendi öykümü anlatarak umut olacaktım.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments