İlk yaratılıştan beri tanrıyı arama serüvenini her devirde devam ettiren insanoğlu semavi dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte özellikle İslamiyet ekseninde Allah’ı aramaya başlamış, mistik dünya görüşünün oluşmasının ardından animizmden totemizme, büyüler yoluyla şifalanmaya veya Allah’a ulaşmak için dini liderlerle ya da eski zamanlardan gelen ritüellerle çıkış yolu aramışlardır. İslam mistizminde her şeyi içine alan Bir inancı vardır. Bu inanç bağlamında Bir”, kâinatın bütünü ve sonsuzluktur. Dini mistiklere göre de Bir”, Allah’tır. Bu yüzden mistikler Allah yolunda cefa çekmeyi, sıkıntı içinde olmayı, her sıkıntının O’ndan geldiğini ve her türlü sıkıntıya boyun eğmeyi kabul etmişlerdir. Dini mistikler için bu sıkıntılı yola Çinliler Tao, Müslümanlar Tarikat, Hıristiyanlar ise Via Mystica olarak adlandırmışlardır. Bu inanç bağlamında Mistizmin tanım olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Birinci tanım, dini mistizmdir. Bu düşünce sisteminin amacı, literatürde zühd olarak geçen Allah için dünyadan yüz çevirme, ruhu huzura kavuşturma ve insanı hakikat ile tam bir uyuma kavuşturmadır. İkinci tanım ise din dışı mistizmdir. Din dışı miztizimde kişi ruh olarak var olmak için kendi ruhi güçleriyle özdeşleşme içine girer. Dini mistizmde insanın nihai amacı, benliğinin çok ötesinde olan Allah’a ulaşmaktır ve bu Allah’a ulaşma yolculuğu yaratıcının yardımıyla mümkün olur. Mistiğin gözünde insan, Allah’tan kopan bir parçadır bu amaç doğrultusunda insanın tek gayesi, hakiki varlığa ulaşmak ve onunla bütünleşmektir.  İslam mistizmine bu pencereden bakacak olursak İslam tasavvufu aklımıza gelmelidir. Tasavvufa göre bütün âlemlerin var olması ve kâinatın hayat kaynağı Allah’tır. Bu bağlamda kâinattaki her şey O’nun eseridir. Bu amaçla tasavvuf, İslam inancındaki arayışlarını soru ve cevaplarını gönül yolculuğu ile bulmaya çalışır. Tasavvuf ehli bireyin gönül yolculuğuyla kâinatın yaratıcısı Allah’ı aramasındaki sebebi, Allah’ın akıl yoluyla ulaşılamayacağının bilincidir. Bu yüzden tasavvuf dünyanın nasıl yaratıldığını ve her şeyin sonunun nasıl olacağını âlemlerin yaratılmasını ve yok olmasını İslam dininin görüş ve esaslarına göre bulmaya çalışır. İslam tasavvufunda ortak sistem olarak Vahdet-i Vücut anlayışı esas alınır. Bu anlayışa göre kâinattaki her şey Allah’ın bir parçasıdır. Zariyat suresi 56. ayette şöyle buyurulur: Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Dolayısıyla insan O’ndan gelmiştir ve O’na dönecektir. İnsan tasavvuf yolculuğuna başlarken ruh ve nefis temizliğine öncelikli olarak esas alır. Bu yolculukta kişinin kendini bilebilmesi ve nefsini tanıması ön şarttır. Bundan dolayı da tasavvuf kendisini kurallar koyan tarifler yapan salt düşünceden ibaret sanan görüşlere karşı çıkmaktadır. Tasavvuf düşüncesi kabına sığmayan özgürlükçü ve cömert düşüncenin kendisidir. Bu minvalde tasavvuf sahaya inmiş ve insan ahlakını güzelleştirmeye çalışmıştır. Sufiler tasavvufta İslam hukukuna şeriat, tasavvufi yola tarikat, doğruluğa hakikat tanımlamasından yola çıkarak üç anlamda ele alırlar. Bu düzeyler birer arınmadır. Önce insan nefsin aşağı niteliklerinden ve kötülüklerinden arınır daha sonra insani arzularına köle olmaktan arınır ve son olarak da sıfatlar düzeyinde arınıp seçilir. Tüm bu mertebeler, sevgi ile birlikte geçilir. Sevgi ile saf hâle gelen sufi, tamamen ilahi sevgiliye erişmiş, O’ndan başkasını düşünmeyen varlık haline gelmiştir. Bu görüş çerçevesinde bu dünyanın diğer âlemin bir yansıması olduğunu düşünen sufiye göre gerçek dünya öteki âlemdir. Bundan dolayı da insanın bu dünyadan vazgeçmedikçe mutlu olamayacağını, gerçek huzurun Allah’a ulaşmakla mümkün olacağını inanır. Tasavvuf düşünceleriyle şekillenen Karagöz oyunu da tasavvuf felsefesini tam manası ile yansıtan geleneksel Türk tiyatrosunun bir koludur.

 

Karagöz oyununa kısaca değinecek olursak, bir aydınlatma aracı ile yarı saydam bir perdeden yararlanarak, perdenin seyirciye bakan kısmının gerisinde iki boyutlu saydam ya da saydam olmayan kuklaların yazılı bir metne dayanmadan taklit, şive vb. tekniklerle oynatılmasıdır. Karagöz oyununun kökeni hakkında yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından çeşitli görüşler öne sürülmektedir. George Jacob’a göre Karagöz oyunu, Çinlilerden Moğollara, Moğollardan da Türklere geçmiştir. Metin And ve Saim Sakaoğlu gibi halk bilimciler ise oyunun Orta Asya’da Türkler tarafından meydana getirildiğini savunmuşlardır. Bir diğer görüş ise Karagöz oyununun kaynağının Bizans olduğudur. Halkın yaygın olan görüşüne göre Karagöz ve Hacivat, Orhan Bey zamanında Bursa’da cami inşaatında çalışmışlar. İkisi arasında her gün sürüp giden nükteli konuşmaları ve bu konuşmaları merak eden işçilerin cami inşaatını bırakıp onları izlemelerinden dolayı, işin aksaması neticesinde Karagöz ile Hacivat’ın Orhan Bey tarafından idam edilmeleriyle sonuçlanmıştır. Orhan Bey’in bir müddet geçtikten sonra idam olayından pişman olması ve Sultan Orhan’ın acısını dindirmek isteyen Şeyh Küşteri’nin bir perde kurdurup, deriden yapılmış Karagöz ve Hacivat tasvirlerini perde arkasından oynatıp, onların şakalarını tekrarlayarak padişahın üzüntüsünü bir nebze azaltmayı amaçlamasıyla ortaya çıkmıştır. Tek bir sanatçının şive ve taklitleriyle icra edilen oyunda hayali hayalbaz denilen ustadan başka, Yardak isimli çırak, Sandıkar isimli çırağın yardımcısı ve Dayzeren adlı def çalan diğer kişiden oluşmaktadır.

Tasavvuf penceresinden baktığımızda hayal oyunu, gölge oyunu, hayal gölgesi adıyla anılan Karagözde tasavvufi ögeleri çokça görmekteyiz. Karagöz perdesinin arkasındaki icracı, nasıl ki perdeye aksettirdiği hayali kuklalarla türlü türlü oyunlar oynuyorsa görünüşte yeryüzünde insanlar da aralarında birtakım oyunlar oynuyorlardır. Fakat ara yerden perdenin kaldırılmasıyla tek sanatçı olan Allah’ın varlığı çıkmaktadır. Buradaki Karagözde filozofik mistizm olduğu söylenemez. Bu oyunlar, daha çok sosyal eleştiri ve hiciv tarzında yazıldığı için ahlak dersi verme amacı güdülür. Buradan hareketle Karagözün tamamen mitsizimden oluştuğunu söyleyemeyiz; fakat mistizmin, Karagözün çıkış noktasından itibaren görüldüğü bir gerçektir. Burada dikkat çeken önemli nokta, Karagözün ilk icracısının Şeyh Küşteriolmasıdır. Karagöz’ün ilk icracısının şeyh kimliğinin olması ise diğer önemli altı çizilesi gerçekliktir.

Şeyh Küşteri, Ahmet Yesevi’nin tarikatına mensup olup Horasan’dan Bursa’ya göçüp burada irşad faaliyetlerine devam eden veli bir zat idi. Bursa da sevilip sayılan bir veli olan Şeyh Küşteri’nin dergâhına yoğun ilgi vardı. Bir gün dersten sonra bir talebesi Şeyh Küşteri’ye, “Hocam, bize irşadlarınızla Hak yolunu anlattınız. Bu suretle bizler, uhrevî âlemi öğrendik. Fakat bu dünyevi âlemdeki hayat nedir?” sormuştur.

O zaman Şeyh Küşteri başından sarığını çözerek odanın bir köşesine perde halinde germiş ve müritlerine dönerek:

Bu perdenin dört köşesi vardır. Esasen dünyamız da dört köşeye dayanır. Bu dört esas atalarımızca da kutludur. Bu dört köşe, dört kapıyı temsil eder: Marifet, Hakikat, Şeriat ve Tarikat kapısı… Bunlardan birincisi ilmi, ikincisi fazileti, üçüncüsü kanunları, dördüncüsü mürşidi ifade eder.” dedi. Ardından dört kenarlı olan perdenin her dilimini üçe bölerek on iki bölüm yaptıktan sonra:

Bu bölümler on iki imamı temsil eder.” dedi. Bu perdenin arkasından bir meşale yakmış, sonra sağ elini meşale ile perde arasına tutarak bir gölge meydana getirmiş ve talebelerine dönmüştü.

İşte mollalar, şu gördüğünüz perde ruhtur. Şu elimin gölgesi de cisimdir, dünyadır. Arkasında yanan meşale ise…”

Ve meşaleyi püf diye söndürmüş.

Şu yanan meşale püf deyince görüyorsunuz ki sönüyor. İşte bu, insandaki ölüm neticesi ile kaybolan ruhtur. Meşale söner sönmez o cisim kaybolur. İşte insanoğlu bu perdedeki hayallerdir. Dünya kurulalı, ezelden ebede kadar bu hayaller o perdeye gelip geçeceklerdir. İşte hayat dediğimiz budur. Yalnız şunu biliniz ki baki kalan perdedir. Bu perde ise dünyamızdır. İnsanlar bu perdede oynayan hayallerdir. Lâkin şunu bilin ki, bu perdenin sahibi Rabbülâlemin’dir. Yani bu âlemlerin yaratıcısı olan Allah’tır. O Rab ki güzelliğin ve faziletin sönmez nurudur. O nura âşık olanlar, O’nun sevgilileridir!” diyerek, bu büyük mutasavvıf zat, Türk tasavvufunun izahını talebelerine yapmıştır. İşte Karagöz’de beyaz perdedeki hayal şeklindeki tasvirler de insanlığın yaşadığı hayattır. Şeyh Küşterî, bu maksatla Karagöz oyununu icat etmiştir, diye rivayet edilir. Bu minvalde Karagöz oynatıcıları da Şeyh Küşteri’ye olan saygılarından dolayı Karagöz perdelerinin ismini Küşteri perdesi derler ve Karagözde okunan gazellerde de onun ismini anarlar. Türk edebiyatının müstesna icatlarından biri olan Karagöz oyunu, ilk bakışta bir eğlence ve oyun olarak görülse de arka planında tasavvufi simgelerle doludur. Karagöz’ü çok seven, Karagöz oyununu çok iyi bilen, hatta zaman zaman oynatmış da olan Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, bu oyundaki simgeleri şöyle beyan ederlerdi: Karagöz oyunu, Vahdet-i Vücut’u gösterir. Sahne, kâinatın simgesidir. Yanan kandil veya meşalenin şu’lesi, hayatın yani canlılığın simgesidir. Karagözcünün görünmemesi, Cenâb-ı Hakk’ın gözlerden nihân olmasına simgesidir. Ne Karagöz’de hayat vardır ne de Hacivat’da; hepsini Karagöz’cü oynatır. Nasıl ki, ne sende can var, ne bende. Senden ve benden konuşan, konuşturan Hakk Teâlâ Hazretleridir. Ama birimizin sesi Karagöz gibi çıkar, diğerinin sesi Hacivat gibi. Perdenin dört köşe olması, dört iklime; dört iklim, dört mevsime; dört mevsim, dört kitaba işarettir. Perde gazeline parantez açarak oyun metinlerini inceleyecek olursak özellikle perde gazellerinde tasavvufun çokça işlendiğine rastlarız. Karagöz oyunu önce Allah’ın övülmesiyle başlar ve dua ile bitirilir. İkinci karakter olan Hacivat oyunu besmele ile başlatır ve secde pozisyonunda yere kapanır. Karagöz perdesi görünüşte insanlara oyun oynatılan yer ya da suretlerin gösterildiği bir perde olarak görünse de asıl vermek istediği mesaj şudur: Bu dünyadaki her şey birer yansımadır; bu yansıma ise gerçek âlemin görüntüsüdür. Bu perdede gördüğümüz suretlerin tek bir oynatıcısı vardır ve tek bir kaynaktan meydana gelir. Bu teklik ise tasavvufta birlikten Tek olana ulaşmak ve her şeyin Teklikten geldiğine inanma düşüncesine işaret eder. Buradan çıkaracağımız sonuç ise halk eğlencesi olan bir oyunun dini düşünce ve dinsel motiflerle süslenerek salt bir eğlence aracı olmaktan öteye geçmesi ve halkın nezdinde kutsiyet atfedilerek yerini almasıdır. Gölge tiyatrosundaki bu tasavvufi yön ile birlikte din adamlarının Karagöz oynatımına iyi gözle baktıkları, özellikle din adamı olan Şeyh Şazili’i, Karagöz’ün insanları doğru yolu gösterdiği ve ahlaki terbiye verdiği için vaazlarında faydalı bir telkin aracı olduğunu belirtmiştir. Karagöz oyununda karşımıza çıkan perde gazellerinin büyük bir kısmı sufi şairler tarafından kaleme alınmıştır. Kemteri mahlası ile bilinen Raşid veya Raşid Baba bir Bektaşi şairidir. Bundan dolayı Karagöz oyununda Bektaşiliğin izlerinin olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir.

Sonuç olarak geleneksel tiyatromuzda önemli bir yere sahip olan Karagöz oyunu, perde gazellerindeki tasavvufi anlatımlarıyla ve perdenin temsil ettiği metaforlarla içindeki tasavvufi göstermesi bakımından önemli bir kültürel kodumuzdur. Karagöz perdesi tasavvufi dünyanın birer yansımasıdır. Perdedeki her şeyin bir hayalden ibaret olması ve bu yönüyle dünyadaki her şeyin de hayalden ibaret olduğunu simgelemesi bakımından perde kendi içerisinde tasavvufi anlamlar barındırır. Bu fikirle Karagöz oyununu, tasavvufun perdede şekil bulması da diyebiliriz.

 

Kaynakça

-Suret Perdesi, Mustafa B. BOZKURT

Halk Edebiyatı El Kitabı, Editörlü Yayın

Karagöz Oyunlarında Tasavvuf İzleri makalesi, Çiğdem KILIÇ

-Türk İslam Ansiklopedisi

https://defter-i-ussak.blogspot.com/

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments