Bir sabah boş veriyorum her şeyi. Kapıyı hızla çarpıp çıkıyorum. Bulutların ardındaki Güneş’in tenimi boyamaya bolca vakti var. Cebi yırtık olan pantolonumun cebinden bozuklukları alıyorum. Birkaç tur elimde havaya fırlattıktan sonra sağlam ceplerimden birine koyuyorum. Yırtık cebini bile dikmekten aciz, zavallı bir adamım ben. Kapıyı çarpınca her şeyi peşimde bıraktım sanıyorum. Oysa hiçbir şey peşimde değil, önümde. Bunu da biliyorum.

Islak saçlarımın arasından parmaklarımı geçiriyorum. Güneş diyorum. Kurutur ne de olsa. Kısa saçlarımı nemli bırakan su damlacıkları boynumdan süzülüyor. Bundan garip bir haz duyuyorum. Ayakkabılarımın tok sesi her adımımda daha da yankılanırken sese kulak veriyorum. Köşeyi dönüyorum.

Burası Ulus, her çeşit insanın bulunduğu yer. Ama buranın kendine has bir kokusu var. Her şey biraz fazla nostaljik geliyor bana. Tarihi yaşatan bu eskimiş sokaklar, biraz tozlanmış sanki. Ellerim ceplerimde, ıssız Yahudi mahallesinden geçiyorum. Yıkık dökük evlerin birinde bir kedi çarpıyor gözüme. Pencerenin önünde yatıyor, sessiz sedasız. Kimsesi de yok yanında üstelik yapayalnız. Ama varlık rahatsız olmamalı yalnızlıktan. Aksine, onu kucaklamalı. Yeniden kediye bakıyorum, hayatı yaşamaya gelmiş besbelli. Sonuçta kimse isteyerek gelmiyor hayata. Ama birçoğumuz da isteyerek gitmiyor ya. Neyse diyorum, bana ne ki zaten.

Saygımdan ellerimi ceplerimden çıkarıyorum. Saygım insanlara değil, burada zaten insan olmaz. Benim saygım bu sokaklarda yaşananlara. Kaç güzel kadın geçmiştir buradan, kaç kırık kalp, kestiremiyorum. Bu sokaklarda yaşanan geceleri ve onun getirdiği sabahları düşünüyorum. Bu evlerde kaç kişi öldü, benim geçtiğim kaldırıma kaç kadın ayak bastı? Âşık olacağım güzellikteki kadınları hayal etmeye çalışıyorum. Eğer âşık olacaksam güzelliği hayallerime sığamamalı.

Meydana çoktan inmişim, solumda Ata’mın heykeli. Ne heybetli, ne de görkemli… Bir simitçi duruyor Anafartalar Caddesi’nde. Ben kendimi bildim bileli bu adam oradadır. Ne insanlar çıkıp gitmiştir hayatımdan da bu simitçi adamın, bir gün gelmediği olmamıştır buraya. Akşama kadar bekler, işçi trafiğinin yoğun olduğu saatlerde telaşlı insanları sigarasını tüttürerek izler. Onun bu duruşu, tek derdi cebindeki telefonun modelini yükseltmek olan insanlara hazin bir cevaptır.

Yine bir simit alıyorum simitçiden. Adam yüzüme bakmadan veriyor paramın üstünü. “Üstü kalsın,” diyorum. Vereceği tepkiyi beklemeden uzaklaşıyorum. Adımlarım acelesiz, tam ritminde. Yüzüm sirke satıyor biliyorum ama çehreme sahte bir ifade yerleştirmek de istemiyorum. Her şey yeterince sahte değil mi? Şu kana kana suyunu içtiğim çeşmenin bile bir gün musluğundan tek bir damla akmayacak.

Atatürk heykelinin oraya geçiyorum. Oturuyorum heykelin yanındaki taşlara. Simiti küçük parçalara bölüyorum ve biraz güvercinleri izliyorum. Anlıyorum, hayat onlara da güzel değil. Olsa böyle uçuşmazlar. İnsan, her şey yolunda olsa bile bir şeylerin yolunda olmasından şikâyet edebilecek bir mahlûk. Farkında olsam da aldırmıyorum. Kopardığım parçalardan birini güvercinlere atıyorum. Bir parça simit için mücadele eden güvercinler her şeyi anlatıyor aslında. Hayvan bile olsa en nihayetinde yine insana dokunan bir uç var. Parçaları art arda attıkça mücadele azalıyor. Hatta bazı güvercinler payına düşeni almadan uzaklaşıp gidiyor bile.

Bir kız çocuğu görüyor beni. Beni örnek alarak elindeki simitten bir parçayı güçlükle koparıyor ve güvercinlere atıyor. Sonra bana bakıp gülümsüyor. Ben de ona karşılık daha fazla simit atıyorum. Simidin yarısı çoktan bitmiş bile. Yanındaki kadın annesi olmalı ki beni fark ediyor ve hızlıca kızının kolundan tuttuğu gibi benden uzaklaştırıyor. Annesi kızının saçlarını iki yandan örmüş. Küçük kızın omzuna değen minik örgüleri bana annemi anımsatıyor. Ben çocukken, saçlarını iki yandan ören annem, onları başörtüsünün içine saklardı. Ama annemin örgüleri daha farklı ve güzeldi, buna yemin edebilirim.

Cumhuriyet Cadde’sinde bir amca var. Eski meclisin korkuluklarına dayanmış, soluklanıyor. Yaşı almış başını, saçları kar beyazı. Elinde eski bir şapka. Belli, eskiden çiftçi olmalı. Yoksa alnının terini elinin tersiyle silerken bu kadar emektar görünemez. Attığı her adımda tıkanan nefesine karşılık bir kez daha soluklanıyor. Otuzlarımın ortasındayım, yaşlandığımda böyle mi olacağım? Yoksa daha kötü bir duruma mı düşeceğim? Belki o yaşları göremeden çoktan kara toprağa kavuşacağım. Düşünmenin ehemmiyeti yok, yaşayıp göreceğim işte. İnsan doğasıdır bu, önemsiz şeyleri pek düşünür. Anı yaşayacağım der, üç ay ertelemeli kredi çeker tatile gider.  Daha tatilde başlayan bu stres, sonraki yıla kadar çektiği krediyi ödemek için kaldığı ek mesailerin derdine değmez. Yalnız kalmak istediğini söyler ama yalnızlıktan da çocuk gibi korkar. Diyorum ya, insandır şikâyet eder.

Bu boğucu düşüncelere daha fazla dayanamayıp Atatürk Bulvarı’na çeviriyorum bakışlarımı. Bu sefer de daha yirmili yaşlarına gelmemiş olan bir genç çarpıyor gözüme. Tatlı bir sırıtışla telefonda konuşuyor. Hemen kendi lise-gençlik yıllarım geliyor aklıma. Hayattan habersiz olduğumuz, her şeyi şakaya aldığımız yıllar… Arkadaşların aklına uyup okuldan kaçarken yakalandığımız öğretmenler… Derin bir iç çekiyorum, güzel günlerdi biliyorum. O zaman farkında olup kullanamadığım gençliğim için bir iç çekiş daha… Ah, o yıllarıma geri dönmek için nelerimi vermezdim! Ergenliğin vermiş olduğu cesarete kapılıp yaşadığımız maceralara bir yenisini eklerdim. Şimdi yeni şeyler yap yapabilirsen. Memnun olmak da, etmek de bir o kadar zor.

Vakit yavaştan akşam oluyor. Hava kararmak üzere. Caddeleri bir kalabalık alıyor, otobüsler tıklım tıklım dolu. Güvercinleri soracak olursanız onlar da evlerine gitmişler artık. Bu sırada bir kadın geçiyor önümden. Bu ılık bahar havasında paltosuna sarınmış yürüyor. İliklerine kadar üşüyor olmalı. Bunu kızaran yanaklarından ve titreyen vücudundan anlayabiliyorum. Ses çıkartan topukluları arasında incecik bacakları, ortalamanın üzerinde bir boyu var. Dudaklarındaki kırmızı ruj çekiyor en çokta dikkatimi. Gözlerimi ondan ayırmaya çalışıyorum ama başarısız oluyorum. Dalgalı saçlarını savururken bir yasemin kokusudur sarıyor etrafımı. Ben bu kadını uzun zamandır tanıyorum, buna eminim. Her sabah uyandığım güneş, her saniye aldığım nefes, bu kadın olmalı. Güvercinlere attığım simidin bittiğini fark ediyorum. Simit satan adam bile gitmişken, bana burada durmak düşmez biliyorum. Saçımı ve üstümü dikkatle düzeltiyorum. Kalkıp yavaş adımlarla yürümeye başlıyorum. Karanlıkta, kırmızılı kadının ardından yürüyerek evime dönüyorum.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: