Ayaklarının altından koşarak geçen kertenkele, ritmini bozdu ve onu daldığı derin boşluktan çekip çıkardı. Aklı vücudundan ayrılmış gibiydi. Üç saattir yoldaydı. Yürümeye başladığı alacakaranlıktan beri tek değişen şey, koyu bir mordan artık göz kamaştıran turuncuya dönen gökyüzüydü. Hepsi birbirinin aynı olan yirmi bin metre. Bindiği kamyon sabaha karşı beşte onu yolun başında bırakmış, o da hiç sağa sola bakmadan önündeki şose yolda yürümeye başlamıştı. Nasılsa bir süre sonra karşısına bir köy tabelası çıkacaktı. O zaman köye girer bir çay içer, ayaklarını dinlendirir köylülerle sohbet ederdi.

Sınıf arkadaşlarının pek çoğu, şu anda yoğun geçen gecenin yorgunluğuyla uyuyor olmalıydı. Ama o Menhus Köy’e gidecek, meydanda ki kahvede oturacak, muhtar ve diğer köylülerle sohbet edecek, en az dört çocuğa bir saat yazım dersi verecekti. Tabii bunu yaparken belgelemesi yani kayıt altına alması şarttı. Bunun karşılığında hiçbir şey kazanmayacaktı. Bu bir nevi meydan okumaydı. Profesörleri derste ahkâm keserken birden gaza gelmiş; kelimeler birbirini takip etmiş, ufak bir gerilim dahi yaşanmıştı. Yaşam ilkesi edindiği suya sabuna dokunmama refleksi geride kalmıştı. Bütün bunların neticesinde şu anda olduğu yerdeydi. İçinde bilgisayar, birkaç parça kıyafet, büyükçe bir termos olan sırt çantasıyla yola düşmüştü.

Annesi “Madem böyle bir işe kalkıştın, arabayla git,’’ demişti. Ama sınıfta göreceği muameleden çekindiği için otobüs ve otostop yolunu tercih etmişti. Yola iki gün önce çıkmış olmalıydı. Otobüs yolculuğunun gündüz başlayıp gece sürmesi, indiği şehirde sabaha karşı otel bulamayışı, ufak terminalde neon lambaların altında bank üstünde uyumak zorunda kalması tüm dengesini şaşırtmıştı. İlk durağından sonra gideceği köye otobüs veya minibüs olmadığından ilk günden beri tercihi olan otostopa dönüş yapmıştı. Ama onun içinde, en güvenli ve süreklilik gösteren araç olan kargo araçlarını, beklemesi gerekmişti. Onlarda tüm yükleme tamamlandıktan sonra gece yarısı hareket ediyorlardı.

Kargo bayini güçlükle ikna edip, yolculuk için izin aldıktan sonra çalışanlarla yemek yemiş ve gelen gidenleri gözlemlemişti. İnsanlar ticari araçlarla geliyor bazen çuvallar bazen ufak karton kutular bırakıyorlardı. Bu kuytu yerden bu kadar çok gönderinin olması onu şaşırtmıştı. Bu gönderilerin neler olabileceğini düşünüp vakit geçirmeye çalıştı. Aklına fazla bir şey gelmemişti. Kim ne gönderirdi ki Anadolu’nun bu kuytu köşe ilinden?

Yüklemesini izlediği, bineceği kamyonun kapısı kapanıp bandrollü kilit takıldıktan sonra yaşlı şoför ona seslenmişti, “Hadi çömez, yük beklemez.’’ Adam kısa boylu, tıknaz, sigaradan sararmış dişleriyle bir vasatlık imgesi gibiydi. Siyah kumaş pantolonu, beyaz çorapları, arkasına basarak giydiği yumurta topuklu siyah ayakkabısı, koltuk altıyla yakası ter izinden sararmış beyaz kısa kollu gömleği, boynundaki beyaz mendil ve kulağının arkasında duran hiçbir zaman yakmadığı sigarası adamı tanımlamaya yeterdi. Tek dikkat çeken noktası, kır düşmüş saçlarına rağmen siyaha boyanmış bıyığıydı. Yine de bir şekilde güven vermişti çocuğa. Zaten başka bir şansı yoktu. Kazasız belasız onu indireceği durağa kadar sürecek ve yolu işaret edecekti. Fazla bir beklenti gereksizdi.

Tüm bunları sırayla, tane tane düşünürken hâlâ yürüyordu. Tekrar saatine baktı. Sadece on dakika geçmişti. Altında oturabileceği bir ağaç aradı. Yoktu. Hani o uzun yolculuklarda, altındaki serinliği arabadan bile hissettiğin, tarlaların tam ortasında olan, ya da iki tarla sınırı üstüne dikilen, o küçük ağaçlardan da yoktu. Hatta her köy yolu üzerinde olması gereken suyun bilek kalınlığında aktığı hayratlar da yoktu. Acaba bunlar sadece dayatılmış simgeler miydi kırsala dair. Kırsal hep hayal ettiğinden başka mıydı?

Burada sadece kertenkele vardı, bir tane. O da metrelerce geride kalmıştı. Üstünden kuş uçmuyor, bulut geçmiyordu. Rüzgâr hiç yoktu. İçinde olduğu boşlukta tek canlı oydu sanki. Bir koşu bandı üstünde hissetti kendini. Önündeki sayaçta adımlar sürekli artıyor ama manzara hiç değişmiyordu. Sağında ve solundaki bantlar boştu. Sadece onun üstünde yürüdüğü bant gıyır gıyır lastik sesi çıkartarak dönüyor, dönüyordu.

 Yolun orta yerine oturdu. Yürüyerek geçirdiği saatler ona araç trafiği konusunda hiç endişeye mahal olmadığını öğretmişti. Sırtından çantasını çıkardı. İyi ki büyük kamera falan taşıması gerekmiyordu. Bir cep telefonu, hafif bir tripod işini görecekti. Ayrıca yanına üç tane tam dolu güç kaynağı almıştı. Çantasında ağır olmasına rağmen onu üzmek yerine memnun eden tek şey, iki litrelik su termosuydu. Yola çıkarken benzin istasyonundan aldığı soğuk suyu içine doldurmuştu. Kana kana su içti. En son ne zaman bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Su dudaklarının kenarından aksa da damlaların soğuk ıslaklığı vücuduna değmiyordu. Termosu ağzından indirirken üstüne baktı. Tişörtü zaten sırılsıklamdı. Üstüne yapışmış tişörtünü değiştirmeye karar verdi ve sırtından çıkardı. Sol göğsü üzerindeki ufak sörf tahtası ona asıl olmak istediği yeri hatırlattı. Ama alakasız bir yerdeydi şimdi. Ve bu kendi tercihiydi. Yani sonuçlarına katlanacaktı.

Saatlerdir bu anı bekleyen rüzgâr, gövdesi çıplak ve savunmasız kalır kalmaz harekete geçti. Tozları yerden söküp kum taneleri ve dikenlerle birlikte vücuduna, yüzüne fırlattı. Hayyy, diyerek küfretmeye başlayacaktı ki bunun ne kadar boş olduğunu gördü. Muhatabı çoktan kaybolup gitmişti. Eliyle gözlerini sildi. Ağzına giren kumları tükürdü. En iyisi yürümekti.

Çok şükür telefon çekiyordu. Annesine mesaj attı ve konum gönderdi. İyi olduğunu ve merak etmemelerini yazdı. Ama gönderdiği konumda sadece beyazlık ve kırmızı işaret ikonu vardı. Çevresinde hiçbir yerleşim birimi yoktu. Uzun bir yol, ekranın ortasında kırmızı nokta ve çok sayıda hiçbir şey. Gülümsedi ama annesinin komik bulacağına ihtimal vermedi. Tekrar mesaj atmak istedi. “Gerçekten iyiyim, merak etme,’’ demek istedi ama bu kadını daha da endişelendirirdi.

Tişörtünü değiştirmekten vazgeçti. Üstü çıplak yürüyecekti. Ayağa kalktı ve aynı yolda yürümeye devam etti. Hem yürüyor hem şarkı söylüyordu. Enter Sandman. Sesinin kötülüğü veya yüksek çıkması konusunda endişe etmesine de gerek yoktu. Rahatsız olacak kimse yoktu. Önce güldü sonra sustu. Keşke biri çıkıp bir şey deseydi. “Sus” yada “Oha” fark etmezdi. Kurt ulusa, kuş uçsa, korna çalsa, siren duysaydı. Bunlardan hiçbiri olmadı. Ve hiçbir şey olmadan sadece yürüdü koşu bandında. Saat on iki olmuştu. Yedi saattir yürüyordu. Güneş tam tepesindeydi. Gölge yoktu. Saatinde yürüdüğü mesafeye baktı son dört saatte sadece on üç kilometre yürümüştü. Temposu oldukça düşmüştü. Dizlerinde derman kalmamak böyle bir şey miydi? Sabit durunca hafifçe sallanmaya başladı. Yere oturdu hemen. Termostaki suyla beline astığı kirli tişörtünü ıslattı ve kafasına sardı. Bandana almalıydım diye düşündü. Ama bu keşkelerin sonuncusu olmalıydı. Aslında burada olmamalıydı. Kendi gazına yenik düşmüştü.

Sırtı çok ağrıyordu. Normalde sadece üç dört kilo olan sırt çantası şimdi ona yirmi kilo gibi geliyordu. Omuzlarını arkaya doğru çevirip ağrıyı hafifletmeye çalıştı, faydası olmadı. Normalde salonda ağırlık çalıştıktan sonra şınav çekerdi omuzlarını rahatlatmak için. Bunu yapmaya gücü kalmamıştı. Sadece durdurmak istiyordu her şeyi. En baştan başlamak istiyordu. Başı ensesinden başlayarak şakaklarına kadar zonklamaya başladı. Kendi sıktığı bir mengenenin ağzındaydı kafatası. Ne zaman stres yaşasa böyle olurdu.

Düşünüyordu ama bir sonuca varamıyordu. Bu köy neredeydi. Kafasını sağa sola çevirdi. Gözünün gördüğü hiçbir yerde hareket yoktu. Ev, ağaç, çit ya da bir canlı yoktu. Artık kertenkele de görmüyordu. Başı önde yürümüşse fark etmemiş olabileceğinden korkarak ama gereksiz olduğunu da bilerek kafasını geriye doğru çevirdi. O tarafta da hiçlik vardı. Gelmeden önce koordinatlarını bulmuştu köyün. Şimdi saatinden teyit ediyordu. Buralarda olmalıydı bu lanet köy.  

Kamyon şoförü de orada inmesini salık vermiş, yolu işaret ederek yürümesini söylemişti. En fazla üç dört saate varırsın demişti. Normal şartlarda çoktan Menhus Köy’e gelmiş olması lazımdı. Yanına erzak bile almamıştı. Filmlerde köylüler şehirlilere çok hürmet gösterirdi. Buna güvenerek, “Geceyi birinin evinde geçiririm. Sabahta beni traktörle falan ana yola bırakırlar,” diye düşünmüştü. Zihni ilerlemek istiyor ama vücudu izin vermiyordu. Sırtındaki ağrıyı topuklarındaki yanma takip etti. Artık durmalıydı. Çantasını yastık yapıp yolun ortasına uzandı. Gözleri kapandı.

Göğsündeki acıyla uyandı. Eliyle acının olduğu yere vurdu. Hiç de küçük sayılmayacak bir böcekti. Kene olabileceğini düşündü. Hızla yerinden kalktı. Tişörtü kafasından düştü. Kurumuştu. Demek çok vakit geçmişti. Gözleri hemen göğsüne ve bacaklarına takıldı. Kıpkırmızıydı. Güneş dokunduğu her yerine imzasını atmıştı. “ Annemi dinleseydim keşke,’’ diye söylendi. Saatine baktı. Sadece iki saat geçmişti. Rüzgâr vücuduna ve yüzüne attığı sert tokattan beri hâlâ esmiyordu. Yatmadan önce çantasının yanında duran büyük diken topu hâlâ aynı yerdeydi. Etrafında görme umuduyla bir yılan, çıyan, tarla faresi aradı gözleri. Veya bunları avlamak için uçan bir şahin, atmaca. Her ne olursa olsun da canlı olsun. Gerisini sonra düşünürdü.

Olduğu yerde şortunu indirdi. İşemeye başladı. Son damladan sonra biraz daha salladı. Tam da çocukken arkadaşlarıyla yaptığı şaka gibi. Yine aynı şey oldu tabii. Yerden sıçrayan tozlu damlalar ayakkabısının ucuna yapışmıştı. Hiç umursamadı.

Fermuarını çekerken uzakta bir toz bulutu gördü. Gözlerini kısıp ne olduğunu görmeye çalıştı. İki parmağıyla görüntüyü yakınlaştırmak geçti içinden nafile olduğunu bilerek. Biraz daha beklemesi gerekti. Bu bir traktördü. Ona doğru geliyordu. Yerde duran kirli tişörtü çabucak giydi. Çantasını sırtına taktı ve traktöre doğru yürümeye başladı. Zaten tek yol vardı.

Attığı her adım yanık derisinin altındaki fay hattını harekete geçiriyor, cildini çatlatıyordu. Ama duramazdı, her adımda traktöre daha çok yaklaşıyordu. Daha net seçiyordu artık. Traktörü yaşlı bir adam sürüyordu. Koyu yeşil gömleği, siyah bir yeleği -olmazsa olmaz- boynunda poşusu ve kasketi. Artık el edecek mesafedeydi.

Elini kaldırdı. ‘’Dayı!’’

Traktörün motor sesinden olsa gerek adam duymuyordu. Yürümeyi bırakıp koşmaya başladı. Ayağı takıldı ve yüzükoyun toprağa yapıştı. Ellerini koymakta gecikmiş, vücudunu ve yüzünü darbeden koruyamamıştı. Dudağının kenarından sızan kanın tadını aldı. Göğsü çok ağrıyordu, kanayan ellerini göğsüne koyup tekrar hareketlendi. Kaburgalarında çatlak olabilirdi. Duramazdı. Daha da hızlandı. Artık iyice yaklaşmıştı traktör. İkisi de yolu ortalamıştı. Adamın oturduğu yerde hafif zıplamasını seçebiliyordu.

İki elini kaldırıp olduğu yerde sıçramaya başladı. Her sıçrayışta bütün eklemleri ve kemikleri küçük lego parçaları gibi birbirinden ayrılıp yeniden birleşiyordu. ‘’Dayı, buradayım,’’ adam duymuyor, görmüyordu. İnat etmişti, kenara çekilmeyecekti. ‘’Buradayım, aloo.’’ Traktör artık burnunun dibindeydi, fren yapsa bile duramazdı. Yapmadı zaten ve çocuğun içinden geçti. Traktör hızlı olmasına rağmen sanki geçişi ağır çekimdeydi. Koskoca traktör binlerce metal aksamın birbirine vururken çıkardığı sesler eşliğinde içinden geçerken, o etrafına bakıyordu. Motor bloğu, çeki kancası, arkada çektiği boş römork kollarının yanından akarak geçmişti. Ve hatta direksiyona takılı kehribar tespih. Köylü ise oturur vaziyette tam üstünden geçmişti. Suratına bakıyor ama görmüyordu onu. Kafası sabit değildi. Sürekli sallanıyordu. Traktör ilerliyor, adamda zıplamaya devam ediyordu. Ses kesilmedi. Çocuk titremeye başladı. Üzerinden az önce bir traktör geçmişti. Kendine bakmaya korkuyordu. Önce çığlık atmaya başladı. Yumrukları kapalı bir şekilde bağırdı. Traktörün sesi kısılırken tek gerçeği kendi çığlığı olmuştu. Kopup yere düşmesinden korktuğu kollarını yukarı kaldıramıyordu. Gözyaşları toz içindeki yanaklarından akarken küfretti, ‘’Buradayım, a…. k…..’’ Artık kendi sesini de duyamıyordu. Ne kadar öyle kaldığını bilemedi. Traktör uzaklaşmış olmalıydı.

Olduğu yere çöktü. Titremesi durmamıştı. Sinirleri iflas etmişti. Parmakları kilitlenmişti. Dudakları arasından tükürükle karışık küfürler birbirini takip ediyordu. Başını ellerinin arasına almış, ileri geri sallanmaya başlamıştı. Vücudundaki her kas zonkluyordu. Kendi inlemesinden rahatsız oldu. Bir zaman sonra duruldu, hıçkırıkları azaldı. Toprak zeminde sıçramaları kesildi. Geriye kıçına batan taşların acısı kalmıştı. Ellerine, kollarına, gövdesine baktı, hepsi yerindeydi. Ellerini vücudunda gezdirdi ama canı acıdı. Teni yanmıştı, elleri kan içindeydi, göğüs kafesindeki ağrı dayanılmazdı.

 Yabanıl bir kuş sesi geldi kulağına . Sanki bir kuş konmuştu sol omzuna. Evcil olmayan fakat yumuşak, şefkatli, samimi bir dokunuşu vardı. Ama o dönene kadar gitmişti herhalde kuş, göremedi. Belki de hiç gelmemişti. Zaten burada sadece yokluk, boşluk, hiçlik ve toz vardı. Bir de uğursuz bir adamın kullandığı bir traktör.

Çantasından suyunu çıkardı. Doya doya içmeye başladı. Su yine dudaklarının kenarından aktı. Göğsüne değen ilk damlayla irkildi.

Dümdüz yatıyordu. Parlak ışık gözünü alıyordu. Yanında saçlarını okşayan Leyla’yı gördü. Anlayamadı. Gözlerini odada gezdirmeye çalıştı. Sigara uyarısı ve pandemiden korunma yöntemlerine dair iki tabela, büyük bir ilaç dolabı, boş bekleyen bir sedye, beyaz bir masa, iki plastik koltuk ve koluna takılı olan serumun taşıyıcısını fark etti. Parlak ışığın kaynağı tam tepesinde duran floresan lambaydı. Duvarda, “Visit Turkey’’ yazan, iki poster. Uçsuz bucaksız Patara Plajını ve Sümela Manastırını tanıdı hemen. Mavi ve yeşil.

“Su,’’ diyebildi. Leyla hemen elinde tuttuğu bardağı dudaklarına dayadı. Suyun tadı aynı termostaki gibiydi. “Nasıl?’’

Leyla işaret parmağını dudağına koydu. “Sen dinlen şimdi.’’

“Ne oldu?’’

Kız istemeyerek anlatmaya başladı “Sabah her zamanki gibi kalktık. Kahvaltıdan sonra plaja indik. Güneşlenmek istedim. Şemsiyeyi açmadan yattık. Sen uyuyordun. Kalktın havuza girmek için yürürken yere düştün. Hava çok sıcak. Galiba güneşten etkilendin. Şimdi otelin revirindeyiz. Birazdan ambulans gelecek.’’ Leyla durakladı. Dudaklarının titremesi sesine de vurdu. “Üzgünüm,’’ dedi.

Çocuk kızın elini sıktı. Sıkabileceği en sert şekilde. Kıza gülümseyerek sordu: “Sen Menhus Köy’e gittin mi hiç?’’ Kız gülümsedi. “Nemrut Remzi’nin memleketine mi? Tabii ki hayır. Sürekli anlatıp duruyor ya. Güya bizim gibilere ders veriyor.’’

 Cevabını bildiği için eğlenerek o da sordu “Ya sen?’’

“Bayağı yaklaştım,’’ dedi çocuk.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: