Bir karartı adım adım ilerliyor.

Yokuşları, merdivenleri, sokakları, caddeleri çıkıyor.

Durmadan, yorulmadan soluksuz…

Günün aydınlanmasına çok az kaldı,

bildiği bir yeri arar gibi.

Bir insanın son çırpınışlarıymış gibi,

yürümeye devam ediyor, ne ses ne gürültü ne de kararsızlık…

Sonra bütün bunları izlerken, bunlara neden şahit olduğumu bilmediğim gibi, bir an bende peşinden giderken buluyorum kendimi.

Nefes almadan, yorulmadan, korkmadan  gidiyorum, gidiyoruz.

Bazen, bazı köşelerde karanlıkla bir oluyor, kayboluyor sonra çıkıyor ortaya öyle hissiz, öyle belirsiz. Gideceği yeri de yönü de,   adresi de biliyor, sadece bazı yerleri son defa geçmek, dolaşmak istiyormuş gibi ilerliyor, gidiyor durmadan yürüyor öyle hissiz, öyle belirsiz…

Sabah oldu olacak, gün doğdu doğacak bir sokakta, birçok evin bitişik olduğu yerde kaybediyorum. Bakıyorum, bakıyorum ama  hiçbir şey yok.

Bu benim düşüncem, neden bunu devam ettiremiyorum, ilerleyemiyorum. Yolun ortasında nereye gideceği belli olmayan karanlık bir düşüncenin içinde öylece kaldım, bekliyorum.

Gün açtı açacak, sabahın o hafif rüzgarını hissediyorum. Sonra göz kapaklarımda bir ağırlık, bir güç tarafından yavaş yavaş  kapanıyor.

Ve karanlık, alabildiğine karanlık….

 

Bir anda açıyorum gözlerimi, odanın lekeli ve nemli tavanını görüyorum.

 Hepsi rüyaymış diyorum, o sokaklar, o karartı o karanlık, hepsi benim kafamın içindeymiş meğerse. Ama  onu şimdi bile hissedebiliyorum tüm sıcaklığı ile içimin her yerinde.

Duvarlara daha fazla ışık düşüyor, gün açmış, sessizlik bozuldu bozulacak

babamın sesi geliyor sonra;

 Zamanı gelmişti diyor

Birkaç sokak ötede, 

adı da İbrahim’miş.

Benim düşüncem, benim gittiğim yol, gördüklerim rüya değilmiş. 

Hiçbir sese karşılık vermiyormuş.

Hırıltılı sesler ile yükselen göğsü,  gözleri tavanda  öylece bakmış uzun  uzun.

 

Beyaz bembeyaz her yer, önce yaşamının tüm renkleri sonrada yüreği, büyük bir ses ile yükselip inmiş, yükselip inmiş ve o renklerde  o canda o beyazlığın içinde kaybolmuş.

İlk ağlayan babam olmuş…

İşin en ilginç yanı ise ben bu güne kadar babamın ağladığını hiç görmedim.

Sonra başka ağlama sesleri…

Yaşlar birer birer dökülmeye başlıyor yeni atılmış toprağa düşen,  günün ilk ışıklarına…

Toprak kokusu artan seslerin arasına sabahın  kokusu arasına karışarak yayılıyor.  

Her yer toprak kokusu ile doluyor.

Çizgiler, yollar, mesafeler  kimileri için artıyor kimileri içinse bitmeye doğru gidiyor.

Bir sürü  durgun yüz, belli belirsiz konuşmalar ve mırıldanmalar açılan avuçlara sığdırılan aminler.

Ve ortada bu günün öğününü bedavaya  getirdik düşüncesi…

Bir araya gelenler birer birer ayrılıyorlar.

Her şey unutulmaya başlıyor hızla.

Çizgiler, mesafeler  yer değiştiriyor.

Yolların bitmez denilmesine rağmen bitiyor.

Ve zaman bazıları için orada duruyor.

Ölüm hep genç kalıyor.

Unutmak hep kısa…

Yaşamak hangi renktir derseniz yine kesinlik yok.

Cevapsız, belirsiz, bilinmez.

 

Peki biz yaşadığımız bu hayatın hangi rengini yaşıyoruz?

Daha kaç renk var önümüzde  ya da hep aynı renkte mi devam edeceğiz ?

Daha söyleyecek kaç  satır kaldı.

Kaçıncı sayfasındayım ömrümün.

Daha kaç kelimeden, satırdan, cümleden sonra biter zaman bilinmez,

 Allah bilir ancak…

 

Ama dünyaya geldiysek, dünyadaysak her anın değerini bilmek, her rengin hakkını vermek,  her sayfayı dolu  yaşamak,  her satırda  yeni kelimeler peşinden gitmek, içinde güzelliği iyiliği barındıran cümleler kurmak ve hala zaman varsa buna müddet tanıyorsa durmadan, beklemeden heyecanla ilerlemeli insan. Çünkü geriye kalan yalnızca iyiliktir, çünkü yaşamın rengi ancak yapılan iyiliklerle güzelliklerle belli olur.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: