Bizim oralar, yokuşuyla bir de insanıyla meşhurdur. Dükkânların küçük bir çarşıya dönüştürdüğü meydan dışında her şey yokuşlara kurulmuştur: evler, sağlık ocağı, karakol, muhtarlık… Yaz geldi mi huzur da gelir ancak gerisi hep rezillik. Hele ki kışın kar yağmaya görsün… Evine çıkamadığı için haftalarca dükkanında yatan çok esnaf vardır. Bu yüzden esnaflar dükkanlarına “ikinci ev” der: “İkinci evi sekizde kapattım.”, “Bu hafta cumartesi günü benim ikinci ev kapalı olacak.”, “Geçen hafta benim ikinci eve bir kadın gelmiş… Süt, süt!”.

            Esnaf yukarı çıkamaz, memur da aşağı inemez. Bu yüzden kışın hastaya, hırsıza geceleri bakacak adam çok olur kurumlarda.

            Çocuklar bile sevinmez buralarda karın yağışına. Kardan adam yapsalar yokuşta durmaz; leğenle, poşetle kaymaya kalksalar çıkışı göze alamazlar. Geçen kış Kasap Rüstem’in oğlu Hamza heveslenmiş bir filmde görüp, tutturmuş; ben de kayacağım, diye. Anası da “Git kay da belana kavuş, kör olmayası.” diyerek koymuş bunu kapının önüne. Sabinin bembeyaz buz üstünde kayarken çıkardığı sevinç çığlıkları, yokuşu tırmanmaya çalışırken yerini acı acı feryatlara bıraktı. Kaya kaya koca yokuşu tırmanmaya çalışırken kırdığı kolu ve anasından yediği dayak, sönen hevesine tuz biber oldu.

            Baharın gelişine başka insanlar sevinirken, bizler için yeni bir çile başlıyor demektir. Yağışlar artar; yokuşlardan akan ve türlü pisliği de beraberinde sürükleyen yağmur suları, meydana dolar. Ee tabii, dükkanlar sular altında… Esnaftan feryatlar, lanetler yükselir. Bu lanetlerin ilk durağı da belediye başkanı olur. 20 yıldır çözemediği altyapı sorunu nedeniyle atılan bu küfür dolu lanet nidâlarından Başkan’ın buralardan çok uzaktaki bir yayla köyünde gömülü olan anacığı da nasibini alır. Feryatlar, küfürler, kovalar, sular… Nihayetinde yaza yetişilir ve sonbahar itibariyle yaşananlar, hafızalardan silinir.

            Elbette ki bu hafıza temizleme işinin temelinde bana da işlemiş olan çaresizlik ve eylemsizlik yatar. Zorluk ve sefalet ile çevrili bu hayatı bırakma düşüncesinin doğurduğu bilinmezlik ve akabinde bedene sinen çaresizlik… Her şeyi akışına bıraktıran ve şartları iyileştirme konusunda tek bir adım dahi attırmayan eylemsizlik… 20 senedir aynı belediye başkanını seçme ve her afette aynı belediye başkanına sövme… Ancak bu sövme işi, anlıktır ve Başkan’ın olmadığı ortamlarda yapılır. Başkan; esnaf ziyaretine çıktığında ise ona iliklenmiş ceketler, bükülmüş boyunlar ve ailesine götürmesi için birtakım ikramlar sunulur.

            Başkan yok iken sövdüklerini davranışlarına da yansıtabilen üç beş esnaf vardır. Onlardan biri de Bakkal Seyfettin’dir. Seyfettin Abi, semt bakkalından öte köy bakkalı gibidir. Mahrumiyet yerlerindeki bakkallar gibi insanların ihtiyacı olabilecek türlü şeyi bulundurur dükkanında. Üstelik de ürünlerini kâr payını düşürerek oldukça ucuza satar. Terzi Muammer Efendi’nin market zincirlerinden bir tanesine dükkanını -düzlük alanda olmasının verdiği özgüvenle- değerinin beş katı fazlasına kiralamasından sonra işleri kötüleşse de veresiyeden başka seçeneği olmayanların alışverişe devam etmesiyle ayakta kalmıştır.

            Seyfettin Abi; herkesçe sevilen ve saygı duyulan, filmlerde karşımıza çıkan o, mahallenin akıl danışılan tonton bakkalı değildir. Politik söylemlerini dilinde tutmayarak davranışlarına da indirgediğinden Başkanca sevilmez. Başkan sevmediğinden mahalle esnafı da ondan uzak durur. Bu da Seyfettin Abi’nin işine gelir. Kendi gibi olan birkaç esnaf arkadaşıyla görüşür. Kırk beş yaşında olmasına rağmen altmış yaşındaki insanların olgunluğuna sahiptir. Ağırbaşlıdır, davranışları ölçülüdür. Bunlar da bende herkesin aksine ona saygı duymam gerektiği hissiyatını yaratmıştır. Dükkanına girmeden önce bilinçsizce üstüme çeki düzen veririm mesela. Onunla konuşurken ses tonumun kalınlaştığını fark ederim.

            Bir gün havaların soğumasıyla üzerime çöken hâlsizliği ve boğazımdan akciğerime indiğini hissettiğim öksürüğü keser umuduyla adaçayı almak için Seyfettin Abi’nin bakkalına gittim. Tüm hastalık hissine rağmen içeri girmeden önce üstüme çeki düzen verdim, boğazımı temizledim. Tezgâhın arkasında Seyfettin Abi yerine eşi Leyla Abla duruyordu.

  • Abla iyi günler, Seyfettin Abi yok mu?
  • Yok, Çağlar. Hastaneye gitti.
  • Hayırdır abla, hasta mı oldu? Sanırım salgın var. Ben de pek halsizim, hatta bunun için geldim, adaçayı almak için.
  • Yok kuzum. Onunki öyle bir hastalık değil.
  • Yüzü bir anda bıkkınlık, çaresizlik ve umursamazlık karışımı bir ifade takındı:
  • Bizim şu, yıllardır yapamadığımız çocuğun sebebi Seyfettin’miş. Amaan… Zamanında anası olacak kadın beni az suçlamadı. Yaşasaydı da görseydi oğlunun…
  • Üzüldüm abla, umarım tez zamanda şifa bulur.
  • Hiç sanmıyorum ya, neyse… Umalım madem. Ya Çağlar, sen görmeyeli olgunlaşmış, hoş bir beyefendi olmuşsun. Sahi, kaç yaşındaydın sen?
  •  

Gözlerini gözlerime dikti. Bakışları keskinleşti. Uzun zamandır planlanmış ve gerçekleştirmek için fırsat kollanmış bir niyetin nihayete erebileceğine dair doğan inancı, elinde kalmış ürününü alıcıya kakalamak isteyen esnafın bakışlarına benzer biçimde yüzüne yansıdı.

  • Aa! O zaman ne diye abla, deyip duruyorsun? Akran sayılırız biz ayol!  dedi dudağında beliren şuh gülümsemesiyle.

Seyfettin Abi’nin yaşından ve Leyla Abla’nın görüntüsünden yola çıkarak yaşını tahmin edebildiğimden söyledikleri bende önce utanç hemen ardından heyecan yarattı. Hislerimin yüzüme yansıyacağını bilerek çikolata raflarına yönelttim bakışlarımı.

  • Bu arada adaçayı iyileştirmez seni. Bende bir macun var. Bir kaşık içiyorsun, ne halsizlik ne öksürük… Hiçbir şeyin kalmıyor. Yarın öğlen gel de sana bir kavanoz vereyim. Hatırlıyorsun değil mi bizim evi?
  • Abla hatırlıyorum da zahmet olmasın size. Adaçayı içersem bir şeyim kalmaz benim.
  • Bana ne zahmet olacak canım. Hem onca yokuşu inip çıkacak olan sensin. Önümüz kış; hastalığını ilerlemeden kesmek, bağışıklığını güçlendirmek lazım, dedi gülerek.

       Bu gülümseyişte anne şefkati de ilk buluşmasına gidecek genç bir kızın şiddetli heyecanı da vardı. Gülüşünün hangi tarafına tutunacağımı bilemeden yarım yamalak tamam, diyerek dükkândan çıktım. Dörtnala koşan kalbim ve onun hızına uymaya çalışan ayaklarımla zamanı silerek kendimi eve attım. Kapıyı açınca beni soluksuz gören annem panikleyerek bir şey mi oldu, diye sordu. Hayır, dedim. Ada çayı nerede, dedi. Bitmiş, dedim. E o zaman sana ayva hoşafı yapayım da için ısınsın, dedi. Cevap veremeden odama gittim, kafamı dağıtmak adına kendimi işe verdim.

       Ertesi sabah uyandığımda kendimi daha da hâlsiz hissediyordum. İştahım yoktu, yerimden kalkacak gücüm de yoktu. Sanırım vücudum Leyla’nın vereceği macuna kendini iyiden iyiye hazırlamıştı. 11.00 gibi kalan son gücümle yataktan kalkıp giyindim ve Leyla’nın yanına doğru yola koyuldum. Bizim evin yokuşunu inip geriye kalan yokuşları tırmandım. Sonunda evin önüne geldim. Elim zile basmaya tereddüt etse de içimdeki merak ve tarife sığmayan tuhaf bir heyecanla bir anda harekete geçtim. Daha zile basar basmaz kapı otomatı açıldı. İkinci kata çıkarken kalbim daha da hızla çarpmaya başladı. Bu heyecanı en son lisedeyken yan komşumuzun kızıyla apartmanlarındaki merdiven boşluğunda öpüşürken hissetmiştim. 

       Kapıya geldiğimde heyecanıma kaşlarıma sözümü geçiremeyeceğim bir şaşkınlık eklendi. Leyla kapıya dayanmış beni bekliyordu. Üzerinde, gündelik hayatında asla üstünde göremeyeceğimiz ve mevsim şartlarına uygun olmayan askılı, narçiçeği bir elbise vardı. Elbisesiyle vücudundaki fazlalıkları ustaca kapatmış, yaptığı makyajla dün gördüğüm hâlinden en az beş yıl geriye gitmişti. Bal rengi saçlarını omuzlarına bırakmış, ayağına giydiği topuklu terlikle bir nebze de olsa boyunu, boyuma denkleştirmişti.

  • Hoş geldin Çağlar. Ben de seni bekliyordum. İçeri gelsene.
  • Yok abla… Bu lafı duyar duymaz, elinden oyuncağı alınan çocuk gibi yüzü düştü ve sol tarafında bulunan ayakkabılığın aynasından kendisini süzdü. Elindeki oyuncağı alan kişi olarak durumu toparlamak adına hızlıca söze girdim:
  • Yok Leyla, rahatsızlık vermek istemem. Macunu alıp gideyim.

Asık suratı oyuncağına kavuşmanın heyecanı ile eski neşesine kavuştu. Tüm coşkusuyla devam etti:

  • Olur mu öyle şey? Hem dün çayını almadan dükkândan çıktığın için sana adaçayı da demledim. Bir fincan iç, öyle gidersin.

       Ona bir kez adıyla seslenmiş olmanın verdiği gevşeme ile içeri girdim. Halsizliğimden eser kalmamıştı. Sanırım vücudum o an itibariyle olacaklara kendini hazırlamıştı. Sen salona geç, ben çayı ısıtıp geliyorum, dedi. Kalbim merdivenleri çıkarkenkinden daha hızlı çarpıyordu. Bir süre salonu inceledim. Son gelişimden bu yana hiçbir şey değişmemişti. Sadece cenaze kalabalığı eksikti.  Bir iki dakika sonra Leyla geldi. Masanın arkasına yerleştirilmiş sehpalardan birini aldı ve tam bana doğru eğilerek sehpayı önüme bıraktı. Yaşına göre oldukça diri sayılabilecek göğüsleriyle bakıştık. Hızlıca başımı çevirdim. Leyla o anda beni izlediği için gülerek mutfağa tekrar yöneldi. Aynı hareketi adaçayını getirdiğinde de yaptı ve bu sefer peçeteyi bardak altlığına iliştirme bahanesiyle daha uzun süre o pozisyonda kaldı. Bu sefer saçlarının bir perde gibi örttüğü göğüsleriyle daha az ama daha büyük bir zevkle bakıştık. Leyla servis işini bitirince karşımdaki koltuğa oturmak yerine yanıma oturdu. Bedenini bana doğru çevirerek bacak bacak üstüne attı. Narçiçeği elbisesi daha da kısaldı.

  • Ee Çağlar, neler yapıyorsun? Anlat bakalım. Boğazımın kuruduğunu fark ettim. Adaçayından bir yudum aldım. Çok sıcakmış, damağım yandı; istemsizce geri çekildim.
  • Valla ne olsun. Çalışmayla geçiyor günlerim. Malum işleri evden yürütüyorum. İşletmelerin, şirketlerin sayısı arttıkça benim işler de yoğunlaşıyor.
  • Aman, yoğunluk, işten güçten olsun! Hem ne güzel evinden çıkmadan para kazanıyorsun. Şuh bir kahkaha atarak sözlerine devam etti: seni alacak kız yaşadı!
  • Kısa vadede öyle bir planım yok. Zaten henüz öyle bir kız da yok, dedim gülümseyerek onu rahatlatmak istercesine. İsteğim hedefine ulaştı, yüzü aydınlandı.
  • Genç, yakışıklı, işi gücü olan adamsın. Çok şaşırdım vallahi. Ama üzüldüm, desem yalan olur. Kafasını eğdi, iç çekti. Kalbimin ağzımda attığını hissettim, rahatlamak için adaçayından bir yudum aldım. Biraz daha soğumuştu, kafama diktim.
  • Hemen bitireyim de gideyim, diyorsun yani, dedi üzüntülü bir ifadeyle. Yaptığım davranıştan utandım:
  • Yani daha fazla rahatsızlık vermek istemem tabii ama niyetim o değildi.
  • Ne rahatsızlığı? Yanımda olman güzel, dedi. Kaykıldı, kayarak yanıma biraz daha yanaştı. Kaymanın etkisiyle eteği biraz daha kısaldı. Sağ elimi avuçlarının içine aldı:
  • Çok mutsuzum Çağlar. Şu hayatta yüzüm içtenlikle hiç gülmedi. Her gün aynı terane, aynı pencere, aynı perde… Ben de mutlu olmak,heyecanlanmak; ben de yaşadığımı hissetmek istiyorum. Saksısında kendi hâline bırakılmış yeşil yapraklı bir bitki gibiyim. Ben de çiçeklenmek, renklenmek istiyorum. Ama bunun için saksıma damlatılan su ve pencereden vuran güneş yetmiyor.

    Gözlerimin içine içine bakılarak söylenen bu sözleri daha önce bir yerlerden hatırladığımı fark ettim. Ben de ona bakarken bu sözleri daha önce nereden duymuş olabileceğimi düşündüm. Okuduğum kitaplardan olamazdı zira çoğunlukla tasarım ve kodlama kitaplarına bakınırdım. Bakışmamızın bir anında hatırladım: Annemin haftanın her gününe yayılmış dizilerinin birinde başoyuncunun daha sonradan kocası olduğunu öğrendiğim adama sarf ettiği replikti bu. Yüzüme alaycı bir gülümseme kondu, Leyla’ya fark ettirmemeye çalışarak hemen sildim. Bu arada bana daha çok sokuldu. Ben de ona doğru yanaştım. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Elimi ensesine götürdüm ve dudaklarımızı kavuşturdum…

    İki ay böyle gizli kapaklı görüşmelerle devam etti. Yasaklanmış olanın verdiği heyecan ve tutkuyla her defasında daha da yoğunlaşan duygularla seviştik. Ben, görüşmelerimizi sıklaştırmak istesem de konu komşunun dikkatini çekmemek adına bu isteğimi dizginliyordum. Yanına gitmeden önce onu arıyor, annem şüphelenmesin diye bir müşterimle konuşuyor gibi yapıp müsaitlik durumunu öğreniyordum. O da eğer evde kocası varsa annemin adıyla hitap ediyordu bana.

    Onu düşünmekten duramadığım günlerin birinde yine evini aradım. Soğuk bir ses tonuyla müsaitim, dedi. Bu soğukluk beni ürküttü ve kafamın içinde birbirinden farklı ancak ucu her seferinde benim davranışlarıma dayanan türlü senaryolar yarattı. Apar topar evden çıkıp evine gittim. Bu sefer merdivenleri büyük bir endişeyle çıktım. Kapıda Leyla’yı görünce ürktüm. Rengi atmıştı, üstü başı dağınık hâldeydi.

  • İçeri gel, konuşmamız lazım, dedi. Biten her ilişkimin son cümlesi: Konuşmamız lazım. İçeri geçtik.
  • Ne oldu? Bir sorun mu var? Yoksa kocan?…
  • Hayır ancak daha önemli bir durum var. Bir süre sustu, kafasını eğerek halıdaki geometrik şekle takılı kaldı. Sonra bir çırpıda hamileyim, deyiverdi.

Kafamın içi uğuldadı. Uğultu, çınlamayla kulaklarıma indi. Sesler etrafa yayıldı. Gözüm karardı, başım döndü, soluklarım hızlandı. Bir süre tek laf edemedim. Leyla ise soluk teni ve dağılmış hâlinin aksine oldukça sakindi. Söze başlamak için benim bir şeyler söylememi bekledi. Baktı ki olmayacak, konuşmasına devam etti.

  • İki gün önce öğrendim. İki gündür ne yapacağımızı düşünüyorum. Allah’tan bu süreçte Seyfettin’le de beraber olduk. Bir ay kadar bir açık veririm onu da doktor arkadaşımın yardımıyla kapatırım bir şekilde. Arkadaşım da yaşamıştı böyle bir ilişki, anlayacaktır hâlimi.
  • Çocuğun benden olduğuna nasıl bu kadar eminsin?
  • Eminim çünkü kocamla seninle ilişkimiz başlamadan, en son üç ay önce beraber olmuştuk. Bir de 20 gün önce… Aldıralım çocuğu, deyiverdim. O ana kadar sakin kalabilmiş kadın o andan itibaren hıçkırarak ağlamaya başladı. Hıçkırıkları müsaade ettikçe “Ben anne olabilmek için ne kadar uğraştım, ne kadar bekledim biliyor musun? Asla çocuğumdan vazgeçmem.” diyordu. Sonra da hem ağlayıp hem kahkaha atarak “Anne oluyorum, anne oluyorum!” diye bağırmaya başladı. Sonra durdu, koluyla gözyaşlarını sildi, tehditkâr bir tavırla;
  • Aramızda ne yaşandıysa asla yaşanmadı, anladın mı? Seyfettin zaten tedaviye başlamıştı. Çocuğu kendisinden bilecek. Sen de ana değilsin neticede, bu çocuğu unutacaksın, anladın mı beni?

         Öylece suratına bakakaldım, sakinleşmesini fırsat bilerek hiçbir şey demeden evden çıktım. Doğruca odama attım kendimi. Bir kaçış yolu olarak kulağımdaki dinmek bilmeyen uğultu eşliğinde bir süre biriken kartvizit tasarımlarımla boğuştum. Sonra duşa girdim. Başımdan akan sular, gözyaşlarıma karıştı. Bütün gece uyumadan plan yaptım.

          Ertesi sabah İstanbul’dan eşyalı kiralık daire aradım. Beğendiğim iki ilanı İstanbul’da yaşayan arkadaşım Yusuf’a gönderdim ve benim için evlere bakmasını kendisinden rica ettim. Çok meşgulmüş, kusura bakma, dedi. Daha sonra evlerden en ucuz olanın sahibini arayarak yarın evi görmeye geleceğimi, küçük bir kaparo göndereceğimi ve bu sürede evi başkasına kiralamamasını söyledim. Hay hay, dedi. Anneme de İstanbul’daki bir şirketten iş teklifi aldığımı, maaşının çok iyi olduğunu, sigortamın düzenli yatacağını üstelik şirketin yol ve yemek ücretini de ayrı olarak maaşıma yansıtacağını söyledim. Önce çok sevindi, sonra ise yüzü karardı. Ben de bir aylık deneme süresi dolunca onu da yanıma alacağımı söyleyince pencereden mahalledeki yokuşlara bakarak sevinçle boynuma atladı. Aynı gece için otobüs biletimi aldım.

          Sabah İstanbul’daydım. Ev sahibini aradım, eve gittik ve anında evi kiraladım. Yemek yiyip otobüs saatine kadar turladıktan sonra tekrar annemin yanına döndüm. Kişisel eşyalarımı iki valize doldurup yola koyuldum. Otogara giderken Seyfettin Abi ile karşılaştık. Bizim oralarda haberler tez yayılır. İş anlaşmamı ve taşınacağımı öğrenmiş tabii.

  • Hayırlı olsun Çağlar, oğlum. İş teklifi gelmiş, İstanbul’a taşınıyormuşsun, dedi. Yüzüne bir huzur, bir çocuksuluk gelmişti. Baba olacağını(!) öğrenmişti sanırım.
  • Evet, taşınıyorum. Buranın yokuşlarından kurtuluyorum sonunda.
  • Buradaki gibi olmasa da yokuş her yerde var oğlum. Hem sen asıl düze yerleştin mi rahat edemezsin. Alışmışsın netice de tırmanıp inmeye. Yokuşları boş ver de oranın iti uğursuzu çok olur. Aman, diyeyim kimseye güvenme.

 

Kafamı eğdim. Zor bela teşekkür ederek yoluma devam ettim.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: