Sokaktaki tek ses ayakkabısından çıkan o ritmik, sinir bozucu sesti. Saat kaçtı bilmiyordu fakat gece yarısını geçmiş olmalı diye düşündü. Altından, gecenin yansımasıyla siyaha dönmüş suyun aktığı köprüden geçmek üzere bir ayağını köprüye attığında köprünün tahtalarından tatlı, isyankar bir gıcırtı yükseldi. Bu anlamsız gıcırtı kısa bir süreliğine yalnızlığına yoldaşlık eder gibi oldu. En azından o böyle hissetmişti. Belki de gerçekten yalnızlığından sıyrılmaya ihtiyacı olduğundandı. Bir yarım ay şeklinde olan köprünün ortasına geldiğinde altından geçen suyu seyretmek için bir dakikalığına duraksadı. Nefes nefese kaldığını da o an fark etti. Düşünceleri de tıpkı bu su gibi karanlıktı işte. Birkaç saat önce yaşadığı şeyler onu ilk başta dehşete düşürmüş, sonraysa telaştan ne yapacağını bilemez bir halde kendini sokağa atmıştı. Fakat şimdi tıpkı bu su gibi karanlık ve durgundu işte. Derin bir nefes aldı. Burnuna, anasonla ıslak toprak karışımı tatlı-kesif bir koku ulaştı. Nefesini titrek bir şekilde geri verdi. Gözünden akan bir damla yaşı, ancak köprünün korkuluğunu tutan ellerinden birine düşüp orayı ıslattığında fark edebildi. Elleri de mi titriyordu ne? Bir an için tüm gücünün o bir damla gözyaşının içinde akıp gittiğini hisseder gibi oldu. Öfkeyle “Kendine gel” dedi. “Ağlamanın, sızlanmanın hatta duraksamanın bile zamanı değil. Son trene yetişmek için hala bir şansın olabilir. Haydi. Kendine gel”. Vücudu, sözlerinin ve duygularının ardındaki tehlike ve ciddiyet alarmını almış olacak ki, köprüden inmek üzere hareketlendi. İşte. Ana caddeye çıkmıştı. Birkaç yıl önce buraya ilk geldiğinde en sevdiği yer olan ve her gün mutlaka uğradığı bu cadde şimdi ona aynı hisleri vermiyor gibiydi. Yine de buradaki tek tük insan toplulukları biraz olsun rahatlamasına yardımcı olmuştu. Biraz önce koşar gibi attığı adımlarını, ışıkları yanmakta olan dükkanların içine şöyle bir bakabilmek dürtüsüyle biraz yavaşlattı. Geceleri dışarıda olan insanların, gündüzün telaşesinden ve karmaşasından saklandığını, kurtulmaya çalıştığını düşünürdü zaman zaman. Şuradaki çift mesela. El ele oturmuş bir şeyler konuşan hani. Ya da ilerideki büyük bir masada oturan kalabalık grup. Sesleri ve neşeleri dükkana sığmıyor, kapıdan dışarı taşıyordu sanki. Bu şekilde bazen açık kapılardan bazense camın ardından o saatin başka hayatlarını seyrederek yürürken gözü bir dükkanın karşı duvarındaki sarkaçlı antika saate takıldı. 1.15’ti. Evet, düşündüğü gibi hala son trenin kalkması için zaman vardı. Işıkları, sesleri ve sıcaklığıyla caddeyi süsleyen dükkanları geride bıraktı ve adımlarını yeniden hızlandırdı.

Gar, birkaç insan dışında bomboştu. Bir an buranın sokaktan daha ıssız, soğuk ve ürkütücü olduğu hissine kapılarak ürperdi. Belki de soğuk değil, yalnızca korktuğu için gelen bir ürperme hissiydi. Üzerindeki yazdan kalma ince ceketine biraz daha sarılmıştı şimdi. Aylardan henüz eylüldü ama geceleri hava, kışın habercisiydi. Garın kahverengi, altın işlemeli, asırlık gibi duran büyük saatine baktı. 1.25’ti. vakit geçmiyordu sanki. Ne kadar olmuştu evden çıkalı? Acaba çıktığını gören olmuş muydu? Hayır hayır. O saatte çevredeki tüm evlerin ışıkları kapalı olurdu. Sokağın kısık lambası altında da kim görecekti ki onu? Kuruntu yapıyordu işte. Sakin olmalı ve gelen ilk trene atlayıp gitmeliydi buradan. Sonrası kolaydı zaten. Ah bir çıkabilseydi şu şehirden…

Aslında evde yaşananlardan, kendini sokağa atıp buraya gelene kadarki sürede düşüncelerinin içinde öyle kaybolmuştu ki, birinin onu takip ettiğinin farkında değildi. Öyle ki, o ıssız sokakta bile yalnızca kendi ayak seslerini dinlemiş, lambaların altından geçerken yalnız kendi siluetini seyretmiş fakat gecenin içinde kendisini adım adım takip eden gölgesini fark edememişti. Takipçisi bile onun bu kadar dikkatsiz oluşuna şaşırmış, hatta ironik şekilde üzülmüştü bile. Şimdiyse ondan birkaç bank ötede oturmuş, onunla beraber trenin gelmesini bekliyordu. Yolda gelirken köprüde duraksadığında köprünün diğer ucundaki telefon kulübesini hatırladığını zannetmiş, önünden geçtiği dükkanlardan birine girip sabit telefonu kullanmak istememesine ise bir hayli şaşırmış ve anlam verememişti. Sadece yürümüştü, ardına bir kez bile bakmayı akıl edemeden…

Kafasından geçen görüntülere saplanıp kalmış bir haldeyken eskitme saatin gonguyla yerinden fırlayacak gibi oldu. 2 mi olmuştu saat? Neredeydi o zaman bu tren? Gecikecek günü bulmuştu. Öfkeyle yerinden kalkıp ileri geri yürümeye başladı. Ayakkabılarından çıkan hafif metalik ses ise her defasında sinirlerini daha da yıpratmaya yetiyordu. Bu işe nasıl bulaşmıştı inanamıyordu hala. Hayatı boyunca en büyük hayali başarılı bir tiyatro oyuncusu olmaktı. Hatta bir gün kendi oyununu bile yazabilirdi. Bu yüzden onca yol kat edip bu şehre gelmişti. Peki nasıl olmuştu da bu noktaya gelebilmişti her şey? Düşündükçe başı ağrıdan çatlayacak gibi oluyordu. Acaba çıkmadan evi ne kadar toplayabilmişti? Yoksa her şeyi ortada mı bırakmıştı? Hatırlamıyordu işte. Her şeyi o kadar aceleyle yapmıştı ki. Oflayarak kalktığı banka yeniden oturdu. Bağdaş kurup dirseklerini dizlerine dayadı. Başını ellerinin arasına aldı. Derin derin soludu. Sokaktaki koku, burada yerini küf ve paslı demir kokusuna bırakmıştı. Gözlerini kapatıp düşünce dünyasında kaybolmaya hazırlanırken yanına birinin oturduğunu fark etmedi bile.

Uzaktan onu izliyordu öylece. Öfkeli olduğunu buradan bile anlayabiliyordu. Ayağa kalktı. Onun hareketlerini takip ederken bir taraftan da yaşananlardan sonra artık birbirlerine daha yakın olduklarını hissediyordu. Sonuçta her şeyi biliyordu. Onu ele verebileceği gibi pekala yanında da olabilirdi fakat bu, onun seçimi olacaktı. Henüz zamanı değildi. Kafasının karışık olduğunu ve şu an tek istediği şeyin buradan bir an önce uzaklaşmak olduğunu biliyordu. Biliyordu, çünkü o ve kendisi birdi, aynıydı. O da anlayacaktı bunu ama zamanı gelmemişti işte. “Her şey sırasıyla” diye geçirdi içinden. Yeniden banka oturduğunu gördü. Saat 2’yi geçiyordu. Tren gecikmişti. Garip. Oysa hep zamanında gelirdi. Neyse. Belki de artık tanışma zamanımız gelmiştir.

Bu düşüncesi üzerine hemen yanı başında, bankın üzerinde duran kutuyu ve buruşmuş gazete yığınını eline aldı ve gidip sessizce, başını elleri arasına almış olan kişinin yanına oturdu. Kendisini fark etmesi için hafifçe boğazını temizledi. Yanından gelen sesle bir kez daha irkilen kişi, artık yorgunluktan kıpkırmızı olmuş gözlerini yanındaki yabancıya çevirdi. Sonun başlangıcı olan bu dakikalarda birbirlerine dikkatle bakarlarken, başından beri kendilerini izleyen biri olduğundan bihaberdiler. Arkadaysa hiçbirinin dinlemediği bir Vivaldi şaheseri yükselmekteydi.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: