Babamın ölümünün üzerinden tam on üç yıl geçti. Kabrini eskisi kadar sık ziyaret edemiyorum. İçimdeki özlem ve ölüm acısı da biraz küllenmiş gibi, zira acılar azalmasa yaşamak mümkün değil. Ama bu duygu; beni suçlu hissettiriyor ve kendimden utanıyorum. Onu kaybettiğimiz ilk yıllar hiç bir bayram ziyaretini aksatmazdık. Hatta Cuma günleri bile ziyaretine giderdim. Kabristanın üzerine, aynı babamın evinin bahçesi gibi onun en sevdiği çiçekleri dikmiştik. Hercai menekşe, beyaz gül, pembe gül, sümbül, nergis çiçeği… Hatırladıklarım bu kadar, ne yazık ki bakımsızlıktan şuan bu çiçeklerin hiç biri yok. Babam servi ağacını çok severdi. Mezarının başucuna servi, ayakucuna da bol gölge yapması için çam ağacı dikmiştik. Servi ağacı kendi kendini yetiştirdi, bir hayli de uzamış. Ama çam ağacının ömrü kısa sürdü, bakımsızlıktan kurudu.

Bugün günlerden Cuma, öğle namazı saatini beklersem yine araya başka bir iş girer ya da farklı bir sebepten yine kabir ziyaretini ertelerim düşüncesi ile sabahın erken saatinde evden çıktım. Hatta kahvaltı dahi yapmadım. Çam ağaçları ile çevrili güzel bir toprak yol başlangıcında arabamı park ettim. Bulunduğum yerden kabristan yaklaşık 500 m2 kadar mesafededir. Sabah sporu için şehrin merkezinde bu kadar güzel bir yürüyüş parkuru bulamam. Toprak yolda yürümenin hazzı ve çam ağaçlarının bol oksijenli keskin kokusu ile her adım ayrı bir huzur veriyor. Doğanın nimetlerinin verdiği mutluluğunun yanında, içimde gönül borcumu ödeyeceğimin haklı gururu ve hafifliği de var. Keşke bunca zaman sonra gelmişken bir buket çiçek ya da birkaç çiçek fidesi alıp öyle gelseydim. Ama bu saatte açık dükkân bulamazdım. Başımı gökyüzüne doğru kaldırdığımda, karşıdaki servi ağaçlarının gökyüzü ile buluştuğu muhteşem manzarayı görüyorum. Servi ağaçlarının etrafında pervane gibi dönen kuşların sesleri, buraya kadar ulaşıyor. Kuşların ne cins olduğunu, isimlerini merak ediyorum. Babam sağ olsaydı, o bilirdi. İsimlerini, hangi mevsimde geldiklerini, yaklaşık gramajlarına kadar tüm detayları ile bana anlatırdı. Teknolojiden faydalanmak için elim biran cebimdeki telefona gidiyor, ama babamın anlatımı gibi lezzetli bir öğreti olmaz diye, vaz geçiyorum. Tekrar servi ağaçlarına bakıyorum, hatta biraz da içimden onlarla konuşuyorum. “Lütfen az sonra babamın yanında olacağım. Bu kadar uzun süre gelemedim.  Bana kırgınlığı olabilir, hatta belki de çok kızmıştır. Siz bana yardım edin servi ağacı, beni anlayın ve anlatın. Gelemeyişim maksatlı değil, dünyaya bir çark kurulmuş bende o çarkın içinde yuvarlanıyorum. Yapmaz, ama ne olur yanına geldiğimde babam kaşlarını çatmasın, bana kırgın bakmasın. Beni; evinin o güzel bahçesinde merdiven başında beklediği günlerdeki gibi karşılasın. Kollarını sonuna kadar açsın, kocaman elleri sıkıca sarılalım. Buluşmamızın sevinci ve heyecanı ile hemen merdiven basamaklarına çökelim. Önce art arda soru cümleleri, dert yanmalar ve sonrasında sessizliğimiz ile konuşalım. Ne güzeldir onun yanında susmak. Bir müddet sonra; “hadi çayın suyunu koy. Annen sen geleceksin diye kulur kurabiye, birde börek yaptı. Çayla birlikte yeriz” diyor. Bir taraftan da sohbet devam ediyor. Komşunun ağacı hastalık yapmış, onun kuru dallarını kesmiş hem nasıl budama yapılır, tarif etmiş. Diğer komşunun bahçesinde çekirdekten zeytin ağacı çıkmış, ona aşı yapmış; diğer türlü meyvesi olmazmış. Evvelsi gün dayım gelmiş. “O da benim gibi” diyor. “Kendisine hiç bakmıyor, sigara çok içiyor, e birde yaşlılık var. Teyzenin kızı Elif ablanın ikinci çocuğu oldu, kızı olmuş. Annen işte bugün bebek görmeye gitti. Senin geleceğini biliyor ya, biz çayı demleyinceye kadar gelir, oyalanmaz. Sağlığımız yerinde şükür, ama annenle iki başımıza canımız sıkılıyor. Bu ara pek televizyon da izleyemiyoruz. Eski filmleri koymuyorlar artık. Türkü, eğlence, yarışma programları da yok. Haber dersen; bizim yürekler dayanmıyor artık. İnsana, çocuğa, hatta hayvana tecavüz; kadın cinayeti, fakirlik haberleri… Annen izlerken hep ağlıyor, ben de kahroluyorum ve televizyonu kapatıyorum. Kalbim çarpıntı yapıyor. Erkenden yatıyoruz. Ülkemizde ve dünyada ne olmuş takip edemiyoruz. Çarşıya indiğim günlerde gazete alıyorum. Annenle birlikte bulmaca çözüyoruz. Bulmaca çözmek çok keyifli, öyle gecelerde geç saate kadar oturuyoruz.”

            Tüm gece boyunca yağmur yağmıştı. Şimdi ise hava açık, güneş bulutların arasına saklanmış ama berrak ve aydınlık bir gün. Böyle fırsatı her zaman bulamam. Ciğerlerimi yırtacakmış gibi kocaman bir nefes çekiyorum. Çam ağaçlarının bol oksijenli kokusunu içime çekerken, başımı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. Gece yağmur yağdıran bulutlar, şuan süt beyazı renkte ve her biri ayrı bir servi ağacına sarılmış gibi görünüyor. Bulut ve servi ağaçlarını anne oğula benzetiyorum. Her bir bulut servi ağacına yüzünde gururlu bir gülümseme ve şefkatle kucaklar gibi sarılmış. Gözlerimi bu güzel manzaradan alamadığım için; yürürken ayağım küçük bir taşa takılıp tökezliyorum. Toprak yol olsa da sendelerken biraz da gürültü yapıyorum. İçimde derin bir düşünceden ya da uykudan uyanır gibi bir his oluyor. Hemen sağ tarafımda iki adım ileri mesafemde bir sincap beni fark etmiş, hızlıca çam ağacına tırmanıyor. İlk kez sincap gördüğüm günü anımsıyorum. Hıdrellez günüydü, tüm akrabalar ile birlikte pikniğe gitmiştik. Ne çok küçüktüm, ne de yetişkin; ertesi yıl ortaokula başlayacaktım. Babam bu gördüğüm çam ağaçlarından daha kalın gövdeli yüksek bir çınar ağacına uzun bir salıncak kurmuştu. Büyük küçük hepimiz sevinç çığlıkları eşliğinde tüm gün salıncakta sallanmıştık. Sevimli sincap tekrar aşağıya inecekmiş gibi ağacın gövdesinden geri bana bakıp benimle göz göze geldi, kaç salise sürdü bilmiyorum. Belki kendince selam verdi bana, ‘günaydın, ne güzel bir gün’. Ayakkabılarım biraz toz olmuştu eğildim, ellerimle sildim. Ayağa kalktım yoluma devam etmek için, o an mezarlık yolundan sapıp, başka bir patika yola girdiğimi fark ediyorum. 300 m2 hadi 500 m2 olsun, bu kadar kısa mesafede yolumu kaybedecek değilim. Ama çam ağaçlarının sıklığı kafamı karıştırıyor. İçimde bir ürperti, daha dürüst olayım birazcık korkuyorum. Sanki güneş varmış gibi gözlerimi kısıp, bir elimi de alnıma koyup, olduğum yerde kendi etrafımda bir kez dönüyorum. Masal dünyası gibi, ileri de mavi, kırmızı, sarı çadırlar gözüme çarpıyor. Şimdi yerlerde çikolata parçaları ya da elinde kırmızı bir elma ile siyah şapkalı bir cadı karşıma çıkarsa şaşırmayacağım. İç sesime sus diyorum, beni korkutma! Birden bacaklarıma birileri dokunur gibi oluyor, bu mevsim de yılan olmaz ki diyorum. Gözlerimi kapatmışım açmaktan korkuyorum, ama biran önce kendi yoluma dönmek için bu sanrılardan kurtulmalıyım. Tekrar gözlerimi açtığımda fiziksel görüntü olarak 9 – 10 yaşlarında çok aşırı zayıf, iri siyah gözlü, saçları kazıtılmış bir çocuk, cinsiyetini anlayamıyorum. Ten rengi bir hayli esmer mi ya da kirden mi bu kadar siyah seçemiyorum. Arada yalvarır gibi iki elini çenesinin altında birleştiriyor, sonra çadırları gösteriyor, anlamadığım dilde bir şeyler söylüyor. Bir an sinirleniyor, hareketleri isyan eder gibi bana bir şey yapmasından çekiniyorum. Eliyle işaret ettiği yere bakacağım, ama diğer taraftan çocuk da olsa karşımdaki kişiden içim ürperdi, gözlerimi onun üstünden ayırmaktan korkuyorum. Bu kadar küçük bir çocuktan neden korktuğuma hayret ederken, yine de kontrollü bir şekilde başımı gösterdiği yöne doğru çeviriyorum. Bir taraftan gömlek giymeye çalışan, atletli benim yaşlarımda bir erkek bize doğru koşuyor. O da zayıf, esmer, üzerindeki giysilerin hiç biri yeni değil, üstelik de kirli görünüyor. Bize doğru koşuyor, aynı zamanda “dur, dur, yardım, bekle, yardım, lazım”…diye bağırıyor. Ne kadar doğru anladım, bilmiyorum. Biraz aksanlı, biraz da öksürüyor hatta Türkçe konuşmakta zorlanıyor gibi. Ben ne yapacağıma karar veremeden, karşımda sadece bir çocuk varken, şimdi yanıma bir de erkek geliyor ikisini birlikte nasıl atlatıp buradan uzaklaşacağım onu düşünüyorum. Keşke bu kadar erken saatte ve yalnız gelmeseydim, hem sanki gün içinde başka boş vakit mi kalıyor. Benden ne isteyecekler para mı, keşke cüzdanımı yanıma almasaydım. O ara nasılsa yine servi ağaçlarını görüyorum. Bu sefer bulutlar biraz uzaklaşmış servi ağaçlarından. Servi ağaçlarını görünce tabii ki yine aklıma babam geliyor. Bu yüzden benden yardım isteyen insanlara karşı duruşumu, önyargımı iyi yönde törpülemem gerektiğini düşünüyorum. Bu arada karşıdan koşarak gelen erkek yanımıza yaklaşıyor, yolun sınırında ellerini dizlerine koyup eğilerek nefes nefese dinlenmeye çalışıyor. “Merhaba, yardım lazım. İnşallah arabanız vardır. Bu saatte burada araba bulmamız çok zor. Çocuk çok hasta, baygın!” Sonra ellerini dizlerinden çekip, dik bir şekilde durmaya çalışarak “benim adım İdal, çocuğu işaret ederek adı : Habip. Habip ablası çok hasta, babası yok. Bizde araba yok. Acil yardım lazım. Hastane gitmek gerek.” İki, üç kelimeden oluşan cümleler ile kendisini ifade ediyor. Habip’i işaret ediyor. “Türkçe yok, bilmez.” Diyor. Sonrasında birkaç cümle daha söylüyor. Ya Türkçe konuşmuyor ya da benim algım durdu. Ne yapmam gerektiği konusunda kararsız kaldım. Ya da ben şuan onları dinlemiyor, sadece izliyorum. Sonra tekrar “lütfen, lütfen” kelimeleri ile irkiliyorum. Karşımda yol kenarından benimle konuşan İdal gelmiş kolumdan tutuyor, beni çadırlara doğru yürümem için yönlendirmeye çalışıyor. O an yine babam geliyor gözlerimin önüne, evimize gelen hiç kimseyi geri çevirmezdi, böyle bir durumda da karşısına çıkan insanlardan kötülük beklemez, yardım ederdi. Bunları hatırlamak beni cesaretlendiriyor. Tek bir kelime ile cevap veriyorum. “Tamam” diyorum. İdal bu defa kolumdan daha sıkıca tutuyor, birlikte yürümeye başlıyoruz. İdal ismini ilk defa duyduğum halde bir kere de anladım. Diğer başka söylediklerini arada kaçırıyorum, tüm anlattıklarını anlamıyorum. Beni sarı çadırın olduğu yere götürüyor. Çadırın önünde bir kadın ateş yakıyor, yanındaki leğenin içinde hamur var. İdal “benim hanım” diyor. Kadın beni görünce ayağa kalkıyor. Çadırın perdesini açıyor. Çadırın önüne geldiğimde içeride başka bir kadın ve kucağında Habip’ten biraz daha uzun belki de yaşça da büyük olduğunu düşündüğüm esmer uzun saçlı bir kız çocuğu, halinden baygın olduğu çok belli. İdal tekrar “yardım” diyor, “araba var mı” diyor. “Evet” diyorum. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar, bence daha çok çığlık atıyorlar. Ben arkamı dönüyorum ve yolumu hiç kaybetmemiş gibi arabama doğru yürüyorum. İdal benimle birlikte yürüyor, bazen de yanımda koşuyor. Bir taraftan da kendilerini anlatıyor. Bir yıla yakın zaman önce Suriye’den mülteci olarak geldiklerini, göç esnasında Habip’in babasını kaybettiklerini. Burada sadece savaştan kaçabilen iki aileden beş kişi kaldıklarını, İdal’ın da oğlu varmış, ‘rahmetli’ diyor. ‘Habip Türkçe bilmez ama çok işte çalışıyor, para istersen veririz’ diyor. Sadece hasta olan kız ve İdal Türkçe biliyormuş. Kızı okula da gönderiyorlarmış. ‘Onun adı da Elvin’ diyor. ‘Savaş kötü, göç çok zor’ diyor. Zor mu anlamında, “gurbet” diyorum. Ne sorduğumu anlıyor “göç” diyor, “göç zor”. Sağ ayağıyla toprağa bir tekme savuruyor. Hazır buralardan uzaklaşmadan tekrar servi ağaçlarına bakıyorum. İdal’e göstermeden servi ağacına doğru bir göz kırpıp, bu dünyadan ebedi hayata göçmüş babama gülümsüyorum. ‘Anladım’ diyorum, ‘başım üstüne’, ‘ayağıma gelen bu fırsatı anladım babacığım!’

Arabanın kontağını çevirdiğimde radyoyu açık bıraktığımı fark ediyorum. Babamın plaklarından en çok dinlediğimiz ve her seferinde “bu şarkı size, beni hatırlatsın” der; “biz seni hiç unutur muyuz” der, üzülürdüm. Müzeyyen Senar “Keklik dağlarda çağılar, yavrum yavrum diye ağlar.”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: