Acıma yabancıyım, hüzün benim değil. Yaşamak için nefes almak yeter dediler ama ben nefes bile alamıyorum. Ciğerlerim oksijene kapılarını kapattı. Gözlerim yalnızca yaşların çıkışına izin veriyor. Bedenim var olmaya savaş açtı, kendi kendini yok etmeye çalışıyor. Midem kanıyor. Yemekler içimde zehre dönüşmeye ant içmiş gibi… Kalan tüm gücüyle ölüme sarılmak isteyen bu beden bana ait değil. Bu ben değilim. Ruhum içerde hapsolmuş can çekişirken benden her şeyi kabullenmemi bekleyen insanlar gerçek olamaz. Bu hayat, can çekişmekten ibaret olamaz.

Reddediyorum.

            Varlığımı, acımı, nefesimi, bulantımı, yaşamı, yaşımı… reddediyorum. Bir şeyleri kabul etmekten çok sıkıldım. Acıya boyun eğmek var olan tüm saçmalıkları görmezden gelmek demek. Ben o acının içinde çırpınmayı seçiyorum. Varsın boğulayım, en azından çabalayarak ölmüş olacağım. Var mısın? Boğulabilir miyim? Çırpınmaya gücüm yeter mi?

Hiçbir şey bilmiyorum.

Savaşıyorum. Şu aralar yaptığım tek şey karşı çıkmak. Olduğum yerde durursam anılara teslim edilirim. Yorulmuş olabilirim ama güçsüz değilim henüz. Toparlanmak için çaba sarf ediyorum. Aslında düşünmekten kaçmayı denedim uzun süre. Ayaklarım notalara takıldı ondan da vazgeçtim. Şarkılar ruhumu kemirirken deliliğin sınırına yaklaşıp durdum. Kabul etmek ve vazgeçmek arasında bir adım var artık. Fakat vazgeçmek bir kabulleniş şekli değil bulunduğum yerde. Bu bir savaş yöntemi. Kaybolduğum karanlıktan çıkmak için savaşıyorum. Ellerim kollarım bağlı olsa da sürünmemi engelleyemezler deyip yere attım kendimi. Kanlar içindeydim gözlerimi araladığımda. Çakıldığım yerde kırıklarımı toplayıp cebime attım ve oluşan kan gölünde kulaç atmaya çalıştım. Her şey çok yeni. O yüzden her şey çok yabancı. Yüzmeyi yeni öğrendim hâlâ çırpınmayı yüzmek sandığım zamanlar oluyor. Ama en azından yenilik kavramına farlı bir yoldan girmeyi öğrendim. Derinlerde kaybolduğunda yeni olan her şey temiz değilmiş. Temiz olan her şey de yenilenemezmiş mesela. Bu yolu haritalarda göremezdim. Sanıyorum ki bedenimin körlüğü ruhumun gözlerini açtı.

Sanıyorum.

Sanmak, sanrı, sancı, san, sen… Sanıyorum ki bu hüznün bir sorumlusu yok. Acı kendi kendini var etti ve ben yalnızca ona izin verdim. Yanlışlıkla oldu… Bunun bir savaş başlangıcı olduğunu bilsem kapılarıma zincirden kilitler vurup kendimi içeri hapsederdim. Çünkü içim, dışardan daha güvenliydi önceden. Kapıyı açtığım an tozlar etraftaki her pembeliği siyaha boyamaya başladı. Çok geç fark ettim… Aşk bir Truva atıydı ve ben kendi ellerimle onu kabul edip askerlerinin içimi yerle bir etmesine izin verdim.

Benim suçummuş. Şimdi anlıyorum.

Hayat kapıyı açıp acıya savaş açmak ya da kapıları sonuna kadar kilitleyip kendini çürümeye mahkûm etmekten ibaretmiş. Henüz o kadar güçlü olduğumu sanmıyorum. Kapıyı tekrar itmeye yetecek kadar toparlansam yeter. İçerde kendimi tedavi etmeyi denesem en azından mikrop kapmaz açılan yaralarım. Kapım açıkken iltihaplanan zihnimdir diye düşünmeye başladım şimdi de. Savunmasızdım, silahsızdım, hazırlıksızdım. Hastalığı kendi ellerimle kendi bedenime kabul ettim. İltihaplanması için zihnimi kemiklerinin arasından sıyırdığımda kurtulduğum şeyin kafes olduğunu sanıyordum. Her şeyi kendim uydurmuş olabilir miyim? Uymak, uyumak ya da uydurmak… Diğer taraftan, ben uydursam uyumlu olurdu bazı şeyler. Bu acı uyumsuzluktan ibaret. Reddediyorum. Dibine kadar gerçek çektiğim bu acı. Dibine kadar acıtıyor yaşadığım hayat.

Uyumam lazım.

Uymayan her şeyi uyuyarak yıkıp tekrar inşa edebilirim. Yaralarımı sarıp kapımı ikinci kere açabilirim acıya. Bu sefer hazırlıksız olmayacağım.  Daha önce yaşadın diye telkin edeceğim kendimi. Daha önce gördün, daha önce dinledin diye kalkan tutacağım kapının önüne. Temkinli olacağım. Ama önce uyumam lazım. Hayat, uykusuz direnmek için fazla karanlık. Işıkları açmam lazım.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: