Kabul ediyorum, canını yakmak istedim. Erkek erkeğe görecektim hesabımı. Esma’ya dokunan parmaklarını yedirecektim ona. İkiletmeden kabul etti davetimi. Bu kadar çabuk… Nasıl da geldim bu tufaya! Utanmadan onca adamı da toplayıp gelmiş!

Off başım!

Enseme yediğim yumruktan sonrasını hatırlamıyorum. Elimden savrulup giden bıçağın geceyi yırttığını hatırlıyorum bir tek. Zehirli yemişler gibi döküldü yere kanlar. İsmail itinin kanları… Hırıltılı bir ses çıkararak yere devrildi. Gecenin uçurumlarından aşağı yuvarlandı o, çamurlu bir kuyuya baş aşağı bırakıldım ben. Kan ve toprak aynı anda doluyordu ağzıma. Parmaklarımdan yeniden, yeniden savrulan bıçağı görerek kapadım gözlerimi. Bayılmışım… Kaç saat öylece yattım bilmiyorum. Uyandığımda çamura bulanmıştım, her yanım ağrılar, morluklar içindeydi. Üzerime yağmur yağıyordu. Islak rüzgar yüzüme doğru estikçe pis bir koku duymaya başladım. Kafamı çevirdim, az ötemde sarı, ufak parçalı köpek pisliğiyle göz göze geldim.

Hay s.çayım!

Bacaklarımı toparlamaya kalkıştığımda baldırlarımın sızısını duydum. Alık alık etrafa baktım bir süre. Sonra avuçlarıma… Kızıl kanın bıraktığı iz öylece duruyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Kalksam da yürüyemeyecektim, belli.

Gecede bıçak, yerde ben.

Ulan!

Telefonumun aklıma gelmesiyle ceplerime saldırdım. Sabri’yi aramalıydım.

“Lan, gel al beni… Eski depoların oradayım… Yok be oğlum… Tamam, kimseye bir şey deme…”

-Esma’ya bir şey söyleme sakın!

-Tamam da İbrahim abi…

-Söylemeyeceksin!

-İyi…

Bir şey daha diyecek oldu, kaşlarım çatık kafamı çevirdim. Sustu. Sigarasını gelip elinden alacaklarmış gibi sımsıkı tutuyordu; kararlı, hırslı içine çekiyordu. Üst üste. Bir dizini sallıyordu. Aklından geçenleri biliyordum. İsmail’in karşısına çıkmak, ondan hesap sormak istiyordu.

-Sabri, yüzüme bak!

-…

-Yüzüme bak, diyorum.

Yenik gözleriyle yüzüme bakıyor. Lise ikiden beri aynı ifade. Her seferinde verdiğim karşılığı bu kez vermiyorum. Bağrıma basmıyorum bu kez.

-Bak, sakın! Üstüne vazife çıkarma! Senin hesabın değil oğlum!

-Ama!

-Yok ama! Ne ama ama!

-…

Kalkıp çıkıyor, odada yalnız kalıyorum.

Gecede bıçak, burada ben.

Ertesi gün bineceğim treni düşünüyorum. Aklıma Yenikapı tren istasyonundan kaçak binip Florya’ya, Yedikule’ye, Yeşilköy’e kaçışlarımız geliyor. Sabri’nin çelimsizliğine bakıp korkmuştum ilkin. Bu avurtları çökmüş, yamrı yumru oğlan, becerebilir miydi bilmem ki…

Çalıların arkasından sürünüp geldi Sabri, rayların üstünde yuvarlandı, zıpladı çıktı istasyona. Çitayı andırıyordu böyle yaptığında. Şempanze hüznü “Lan!” deyip ensesine uzandığımda tebessüme dönüşüp yayıldı suratına. A benim avanak gönüllüm…

Sigaramı küllüğe bastırarak söndürdüm. Yattım.

Bütün gece bölük pörçük, huzursuz rüyalar gördüm. Rüyamda Esma iki elinde ve yanlarında bavullarla büyük bir caddenin ortasında öylece bekliyordu. Seslendim, baktı. Bavulları toplayıp yanıma gelmeye yeltendiğinde, hangi bavulu eline alacağını şaşırdı. Birini alıp diğerini bırakıyordu. Hangisini alacağına bir türlü karar veremiyordu. Yanına gidemedim. Yanıma gelemedi. Rüya böylece bitti. Beni affetmeyecekti biliyordum:

-İlk benden vazgeçtin, demişti gücenik.

Küsmesin istiyordum. Kızarmış, hasta gözlerle baktı, derman yoktu. Sonra çevirdi gözlerini ellerine, sessizliği yaklaşan trenin sesi bozdu. Ayağa kalktık. Elimi tuttu, omzuma dokundu, sonra yüzüme. Gözlerinin karasından siyah üzümler döküldü yere. Uzanıp tutamadım.

Rayların tanıdık sesini dinleyerek, istasyonların uğurlayan yüzünü seyrederek gidiyordum.

Bağ evine çıkan yokuşun dibindeki kulübeden bozma evde oturuyordu Esma. Annesini tanımamış, babası kim bilir neredeymiş…

-Esma! Esmaaa!

-Hee babaanne, he!

-Kız gel buraya kör olası!

-Ne var yine, ne!

-Elinin körü var!

-Tövbee!

İsmail eğilip cigarasını yakarken dönüp bir bana bir ona baktı. Nineyle kızın aralarında geçen konuşma ikimizi de güldürmüştü.

-Kim bu?

-Ben de yeni görüyorum.

-…

-Beğendin galiba, hı?

O da beğendi, ilk kez de görmüyordu ama neden doğruyu gizledi anlayamadım, sormadım da… İçten içe bir bahçe yeşerir her insanın içinde. Kötülük otlarını tutup koparırsın ellerinle, kökleşip etrafı sarmasın diye. İyi otlara yer bırakmaz yoksa. Bir çoğalmaya görsünler bırak yeşermeyi zamanla kurur, tarumar olursun. Kökten bir ateş çakıp yakamazsın da hepsini.

 Kim içinde bir ateş yakıp kendini orta yerine bırakır?

Esma benim içimdeki bahçeyi yeşerttikçe, İsmail ayrıksı otlarına bir ateş çakmıştı bile. İçindeki alevler coştukça sığmaz oluyordu. Gözlerinden yalımlarını görüyor, bu ışığın sebebini sezsem de konduramıyordum.

Güllük’te durduk. İstasyondaki büfeden sigara aldım. Bir de karton bardakta çay. Büfenin ardı, önü trendeki insanlarla doldu. Hepsi kafasını kuş gibi eğip yemini alıyor, köşesine çekilip yemeye başlıyordu. Genişçe bir avluya yayılan cins cins kuşlar…

Sade bir kıskançlıktı ilkin, hayatında olmayana özlem… Yalnız gönül imrenirdi. İsmail’inki de böyleydi elbet. Değilmiş.

 Esma’ya her gittiğimde ardımda kalan bakışlarından biliyordum. Yüzü kızarır, soluğunu tutardı. Sırtıma kilitlenen bakışların zehri sırtımı yakardı. Kılıç oyununda savurduğu bıçak yüzümü sıyırıp geçtiğinde biliyordum. İsmail’in gözlerinde yine aynı ateş… Gözlerinden sıçratamadığını elindekinden umuyordu. Bıçağına yanmadım. Elinden savrulup uçtu. Kahkaha atıp var gücüyle sarıldı. Sırtımı yumruklayarak tebrikler yağdırdı. Üveyik vurmaya gittiğimizde biliyordum. Namlunun ucundaydım. Avdım. Keklik diye, üveyik diye beni bellemişti. Ateşi tutabilse elleriyle yüzüme, canıma sıvazlayacak, kül yığını yapıp bırakmadan rahatlamayacaktı.  

Hancı Ovası’ndan geçiyoruz.

Gavur Dağı’na kar yağmış. Bembeyaz eteklerini iki yana açmış, döndükçe aklı bulutlarda sevdalı bir kız oluyor. Dönen eteklerden ovaya atlayıp trene koşan tanıdık yüzler. Esma’nın, Sabri’nin yüzü… Teker teker belirip siliniyorlar.

Artlarında tek bir yüz bırakıyorlar. Hainin yüzü… İsmail’in yüzü…

Sigaramı üfleyince kayboluyor her biri.

Üşüdükçe sızlıyor dünkü kavgadan kalan çürüklerim. Camı ardına kadar açıyorum. Bir ses duymayı bekliyorum. İçimdeki ses İsmail’le kavga ediyor yine:

“Derdin ne senin? Derdin ne? Sen içini kanırttıkça katılaştın; simsiyah, kaba bir şey oldun. Büyüdün, büyüdün, kapladın her yanı… Derdin ne senin? Derdin ne?”

“Git buradan İbrahim… Ben seni öldürmeden git… Ben canını köpeklere yem etmeden git… Ben sonra da o köpekleri vurmadan git… Ben seni yaktığım ateşe sonra da kendimi atmadan git! Geceye bir bıçak bir de sen, ben fazlayız İbrahim!

Yoldaşım İbrahim!

Düşmanım İbrahim!”

 

-Milim kımıldasa ölüm. Bana mı sana mı?

-Gideceksin İbrahim!

-Ölüm diyorum!

-Ölüm de gelse gideceksin!

Bükülen bıçaktan kanlar yere dökülüyor. Ölüm geliyor. Ölüm görevini yerine getiriyor. Bıçakla zehirlenen geceyi solurken enseme yediğim yumrukla yere yığılıyorum. Gecede bıçak kurbanını alıyor. İsmail gidiyor.

En sonunda ben gidiyorum, raylar susmuyor:

“Celladım İsmail…

Kurbanım İsmail…”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: