İçeri adımını attığında sıcaklıkla birlikte ağır bir koku da yüzüne vurdu. Soğuktan donmuş ellerini ve yüzünü ısıtacağını düşünürken beklemediği bu koku keyfini kaçırdı. Aslında asıl keyfini kaçıran kokunun nahoşluğu değil de hatırlattığı anılardı. Üstü topraklanmış geçmişin bir koku ile açığa çıkması canını sıkmıştı.

            Kapının girişinde üç dört ihtiyarın kendisine baktığını fark etti. Tanımadığı insanların kendisine bu kadar dikkatli bakmasından rahatsız oldu, girişe yığılan kalabalığın arasından sessizce geçip ilerlemeye başladı. Geçtikten sonra başı ile selam verse miydi diye düşündü. Parmak uçlarına basarak yürümesine rağmen ahşap zeminin eskimiş tahtaları gıcırtısıyla, hayalet gibi fark edilmeden geçip gitmesine izin vermiyordu. Yürürken yanından geçtiği kişilerin yüzüne bakmamaya çalışıyordu; sanki yüzlerine bakarsa tanımadığı bu insanlara neden geldiğini açıklaması gerekecekti.

            Nihayet arkasını vereceği bir kolon bularak önüne oturdu. Yaslandığında bir şeyin sırtına battığını hissetti, sekiz on kadar tespihin asılı olduğu demir bir askıydı bu. Biraz tereddütten sonra tespihlerden en az süslü, sıradan duranını eline almaya karar verdi. Sanki elinde buraya ait bir şey olursa kendisinin de buraya aitmiş gibi olacağını düşündü. Tam karşısında duran, neredeyse bir insan boyundaki ayaklı, ahşap, koyu kahverengi, sarkaçlı saate baktı. On beş dakikayı nasıl geçireceğini düşünen bir iç sıkkınlığı ile etrafı seyretmeye başladı. Tepesinde onlarca ampul ile duran devasa avize dikkatini çekti. Yüksek kubbeden sarkan kalın bir zincirin tuttuğu bu koca kristal yığını, mekana ayrı bir ihtişam katıyordu. Bu ihtişamı, avizenin aşağı düşerse kendisi ile birlikte onlarca kişiyi öldürebilecek büyüklükte olmasına bağladı.

            Bir an sadece kendisinin etrafı seyrettiğini fark etti. Diğer insanların günlük ve rahat tavırlarından buranın müdavimi oldukları belliydi, sadece kendisi yabancı gibi duruyordu. Ön sırada yetmiş yaşlarında bir adam gözlerini kapatmış, başı önüne eğik ama vücudu dik bir şekilde oturuyordu. Ağzı kıpırdamasa ve hafifçe ileri geri sallanmasa görenler uyuduğunu düşünürdü. İçerinin sıcağına rağmen üzerinde kalın yün bir yelek, başında da yün takke vardı. Belinde, pantolonun kemer halkasına takılı ve arka cebine giren kancalı demir bir anahtarlık vardı.

Omzuna aniden dokunan bir el ile irkildi. Dokunuştan ziyade camı tıklatır gibi sert bir dürtmeydi bu. Az önce incelediği ihtiyarla aynı yaşlarda ama ona hiç benzemeyen, yüzündeki kemikle deri arasında sanki hiç et yokmuş gibi zayıf, kuru, bir adamdı dokunan. Sinirli bir duruşu vardı fakat adamın kaşlarına baktığında çatık olmadığını, duruşunun fazla ciddi olduğunu düşündü. Yaşlı adam konuşmadan kendi dizlerine vurarak toparlanıp oturması gerektiğini işaret ediyordu; neden sonra ayaklarını kıbleye uzatarak oturduğunun farkına varabildi. Hemen toparlanarak, kendisin uyaran ihtiyar gibi ayaklarını altına alıp dizlerinin üstüne oturdu.

Sağ tarafta iki adam koyu bir sohbete dalmıştı. O kadar sessiz konuşuyorlardı ki el kol hareketlerine bakan pandomim yaptıklarını sanırdı. Bir tanesi iri cüsseliydi, ama şişman sayılmazdı. Yaşına rağmen takım elbiseli ve sinekkaydı tıraşlı olması yılların getirdiği düzen ve alışkanlığını bırakamayan bir memur olduğu hissini veriyordu. Bir süre sonra ilk içeri girdiğindeki kokuyu artık hissetmediğini farketti. Küçüklüğünü anımsatan bu koku abdest alan insanların ıslak ayakla bastığı halı, ter, duvarlardaki rutubet ve havasızlık karışımı bir kokuydu. Bir anda tanımadığı yüzlerce insanın çıplak ayaklarıyla bastığı halıya biraz sonra alnını ve burnunu değdireceğini hatırlayınca midesi bulanmış gibi yüzünü ekşitti, sonra bu hareketini kibirli bularak kendisini mahcup hissetti. Yüzünde oluşan mutsuz ifadeyi gören oldu mu diye kafasını hareket ettirmeden gözleriyle etrafına bakmaya çalıştı ama yanında oturanların yüz ifadesini göremeyince rahatsız oldu.

            Başını pencereye doğru çevirdi, camdaki yansımada az önce hareketleriyle kendisini paylayan ihtiyarın da pencereye baktığını hissetti; hatta camdaki yansımada göz göze geleceklermiş gibi gözlerini kaçırdı. Ayakları bir aslan ayağını andıran uzun ahşap saate tekrar baktığında keyfi kaçtı, o kadar oyalanmasına rağmen henüz beş dakika geçmişti. Kamburunu düzeltmek için dizlerinin üzerine doğrulduğunda üstüne oturduğu sol ayağı uyuşmuş ve karıncalanmıştı. İçinden ayaklarını uzatmak, en azından bağdaş kurmak geldi ama sert bakışlı ihtiyarın kendisini izlediğini düşünerek bundan vazgeçti; bunun yerine vücudunun ağırlığını sağ ayağına vermeye karar verdi.

            Caminin duvarlarında arapça yazılar ve tablolar vardı. Özenle yazılmış bu yazılar bakarken birden müze niyetine gittiği bir kilisenin duvar ve tavanındaki resim ve freskleri hatırladı, onları ararpça yazıdan daha estetik bulduğunu anlayınca, aklındaki bir günahı atmak ister gibi aniden geçmişini düşünmeye başladı. Zaten baksa da “elif “ ve “te” harfi dışında hiçbir harfi hatırlamadığını gördü. İlkokulda annesinin zoruyla gittiği Kuran kursunun yaşlı hocasına “te” harfini, gülümseyen yüze benzettiğini söylediğinde ensesine yediği şaplağı unutmamıştı; birden hocaya kin duyduğunu hatırladı ve bu nefretin en doğal hakkı olduğunu düşündü.

            Beklemediği anda okunan ezanın sesiyle sıçradı. Bu kadar yüksek ses olmasını caminin içinde olmasına bağladı; ya da başka zaman da böyle okunuyordu ama kendisi duymuyordu. Diğer insanlara uyarak ezanla birlikte toparlandı. Odaya bir büyük girdiğinde yapılan saygı gösterisine benzeyen bir hareketti bu toparlanma. Ezan devam ederken içerdeki insan sayısı hızla artmaya başladı. Kendisinin de bahçede bekleyip ezanla birlikte içeri girebileceğini geç akıl ettiği için hayıflandı. Ezanın bitimiyle herkes ellerini kaldırınca geç kalmamak için hızla ellerini dua eder vaziyete getirdi. En son dört yıl önce babaannesinin cenazesinde ellerini açıp dua ettiğini anımsadı. Diğer insanlar gibi dua okuyor görünmek için ağzını oynatmak istedi, sonra bu hareketi yersiz ve komik bularak vazgeçti. Tekrar mı ezan okunuyor diye düşünürken bunun namaza başlamadan önce okunan ezan benzeri dua olduğunu anladı ama adı aklına gelmedi. Siyah, kısa sakalları kalemle çizilmiş gibi düzgün kesilmiş bir adam hızla ayağa kalktı, elindeki mikrofondan görevli olduğu anlaşılıyordu. Mikrofonun kendi elinde olsa garip duracağını düşündü ama gözleri kapalı,  yüksek sesle bir şeyler okuyan, ciddi duruşlu bu adamda hiç de öyle durmuyordu. İnsanlar yavaş yavaş ayağa kalkıyordu. Dizlerinin üstüne doğrulduğunda iki ayağının da uyuştuğunu anladı fakat diğer insanlardan geri kalmamak için aceleyle ayaklandı. En son cumaya ne zaman geldiğini hatırlamaya çalıştı, bulamayınca da şimdi neden geldiğini düşündü. Artık herkes ayaktaydı, bu sefer de köşe kapmacaya benzeyen hummalı bir saf doldurma hareketliliği başladı. Herkes bir öndeki boşluğa geçiyor, onun boşalttığı yere arkadan biri geliyor, az önce bir ön safa geçen daha önündeki boşluğu tekrar dolduruyordu. Derken birisinin yavaşça ittiğini fark etti. Kendisine dokunan kişinin, camiye ilk geldiğinde toplanması için uyaran ihtiyar olacağından çekindi ama o olsa bu kadar yavaş dokunmazdı diye aklına getirdi. Kısa boylu tombulca bir adamdı bu. Boyu o kadar kısa geldi ki önüne bakan adamın yüzünü değil taktığı işlemeli krem rengi takkenin desenlerini ve takkenin deliklerinden çıkan kırlarşmış saçlarını görebildi sadece. Dokunmanın verdiği mesajı alarak bir saf ilerledi fakat daha da öne ilerlemek zorunda kalırım diye endişe etti. Sanki çok önlerde olursa herkes kendisini izleyecekmiş gibi bir his vardı, oysa kalabalığın içinde çok farkedilmemek istiyordu. Neyse ki saflar hızla dolunca rahatladı. O da herkes gibi ayak parmak uçlarını, halıdaki saf çizgisine denk getirmek için adım atmadan ileri geri küçük manevralar yaptı. Soldan iki sıra yanında duran kırk beş elli yaşlarında gür siyah saçlı bir adam kenara çekildi. Adamın kafasında takke olmamasına rağmen saçları doğal yün bir takke gibi duruyordu. Adamın kenara çekildiği yerden beyaz sarık ve cüppesiyle imamın ön tarafa doğru ilerlediğini gördü. Sarığı, etrafını çerçeveleyen naylon kaplama ile parlak ve kalıp gibiydi. Beyaz cüppenin bol kollarındaki sırma rengi işlemleri havalı buldu. Ön saftakiler de gür saçlı adamın yaptığı gibi kenara çekilip imama yol açtı. İmam da duraksamadan ama yavaş adımlarla yerine doğru ilerliyordu. İnsanların kendilerine bir şey söylenmeden kenara çekilip imamın da o boşluktan ilerlemesini, alışveriş merkezlerindeki sensörlü otomatik kapılara benzetti, bu benzetmeden dolayı kendisini zeki ve eğlenceli buldu. Hatta dudaklarında hafif bir tebessüm kıpırtısı hissetti ama bu o kadar belirsizdi ki dışarıdan bakan biri anlayamazdı.

            İmamın geçişinden sonra açılan saflar tekrar kapandı. En öne geçen imam, arkasına dönerek safları kontrol ediyordu. Adeta verdiği bir görevi, kendisi gelmeden yerine getiren öğrencileri sessiz ama dikkatlice kontrol eden bir öğretmen gibiydi. Kontrol tamamlanınca önüne döndü, ellerini yanında iki kez sallayarak kulaklarına kadar kaldırdı. Tok bir  “Allahüekber” sesi tüm camide duyuldu. 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: