Geldi geleli, bahçesindeki duvara bakıp, düşünüyordu. Aslında hep istediği, ama şehirde hiç imkânını bulamadığı bahçesi, ona bir ödül gibi sunulmuştu. Sunulmuştu da emek istiyordu. Vakti var mıydı? Bilmiyordu. Elinde kahvesi, kokusunu içine çeke çeke uzunca düşündü.

-“Gri şehirden sonra tam vakti” dedi ve kahvesinden son yudumlarını alıp, hazırlanmaya koyuldu.

Yıllardır özenle sakladığı tomurcukları çıkarttı, anneannesinden kalma, beyaz ve yanları kırmızı oyalı tülbendin içinden. Zaten en çok da anneannesi severdi ve o sevdirmişti ona da bunları. Sonra ardiyesine gidip, karıştırdı. Bir çapa, bir kürek ve bir de ibrik aldı. İbriği doldurmak için mutfağa doğru ilerledi. Tam musluğu açıp, ibriği dolduracakken içinden:

-“Bu su olmaz! Bu can suyu olacak, temiz olmalı, tertemiz. Bunca yıl bekledim. Bunca yıldan sonra gerçekleşecekse bu rüya, tertemiz suyla can suyunu almalı ve özü tertemiz doğup, gövermeli dünyaya.”

            Temiz sudan koydu ibriğine, malzemelerini belindeki palaskasına taktı. Ağır adımlarla ama heyecanlı şekilde bahçeye çıktı. Hava her zamanki gibi sımsıcaktı. Tenine değen ılık rüzgâr bir an iyi hissettirdi. Sonra başını sağa sola yatırdı, yeni uyanmışçasına, temiz hava onu yeniden doğuruyordu. Omuzlarından kulunçlarına doğru yayılan sıcaklık gittikçe daha mutlu hissettiriyordu. Mutluluk? Bir havanın teninde sıcaklığını hissettirmesi kadar kolay mıydı? Bu zamana dek madem bu kadar kolaydı da neden fark edememişti? Yoksa her şey günlük bir yanılsama mıydı? Elindeki tomurcukların olduğu tülbendi iyice sıktı. Daha da mutlu oldu. Çocukluğundan beri düşlediği şeyi yapacaktı.

            Sonbahar olsa da kurak, çöl rengi bahçede dikkatli adımlarla yürüdü. İçinden:

-“Bir patika olsaydı, sonra buralara yapacaklarım da pek zarar görmezdi” diye geçirdi. Sonra duvara doğru ilerledi. Boyuna yakın bir duvardı. Zaten onu sıkan da böylesi uzun bir duvarın olmasıydı. Ovanın tam ortasında oturmasına rağmen, karşısındaki dağları göremiyordu. Hatta arkasında yükselen dağların da sadece tepe kısımlarını görebiliyordu. Oysa duvar olmasaydı belki de seher vakti dağlarda gezinen keçilerin kızıllığını, atlayıp, zıplarlarken görebilecekti.

            Odası kötü değildi. Yatağında henüz uzanırken, sabah altı civarında gözlerine sımsıcak ve parlak güneş vuruyor hatta kalın perde çekili olsa dahi güneşin aydınlığı onu uykusundan uyandırıyordu.

            Dönüp arkasına baktı. Evin çevresinde kocaman bahçe, bahçenin etrafında tamamen duvar vardı. Koskoca ova ortasında bir hapishanedeymiş gibi hissetti o an ve elindeki tülbendi iyice sıkıp, duvar kenarına hızlı adımlar atarak yürüdü. Tülbendi biraz ıslattı ve duvar dibinde bir yere koydu. Duvar da tülbent gibi beyazdı. Hatta, bazen bu beyaz duvarın üzerine beyaz güvercinler dahi konardı. Tek gelmezlerdi pek, çift olarak gelir, duvarın üstünde durur, birbirlerine sokulur ve öylece dakikalarca dururlardı.

            Belindeki kemerden çıpayı aldı ve toprağı temizledi. Uzun süredir böyle şeyler yapmadığından eğilirken beli biraz ağrıdı. Hamlamıştı. Kim bilir kaç yıldır doğru düzgün eğilmeli kalkmalı bir aktivite yapmıyordu. Çıpayı yerlere sürttükçe sararmış yapraklar da, ölü böcekler de bir kenara toplanıyor, toprak, çöl rengi halinden daha kızıl bir renk alıyordu.

-“Kim bilir bu toprak daha nelere gebe. Baksana temizledikçe içinden başka başka renkler, başka başka şeyler çıkıyor” diye içinden geçirdi. Sonra eline küreğini alıp kazmaya başladı. Küçük bir kürekti, zaten ekeceği şeyler de çok büyük değildi. Toprak biraz sert olsa da küçük bir kürek de yetiyordu, toprağın kalbine inmeye. Belki bir ayak bileği boyu kazdı. Sonra ellerini avuç içlerini bastırarak toprağın üstüne, tabanını düzeltti. Düzelttiği yerin tam ortasına, parmağıyla küçük bir boşluk yaptı. Narince açıp tülbendi, içinden sakince tomurcukları aldı. Bir sevgiliyi okşarcasına, narin hareketlerle tutup, tomurcukları ağır ağır açtığı parmak çukuruna koydu.

            Başını yukarı kaldırıp, güneşe baktı. Güneş almasını engelleyecek bir şey yoktu. Zaten ondan dolayı bu kadar sıkıcıydı. Bahçe, bahçe gibi değildi. Düz topraktan bahçe mi olurdu? O yemyeşil bir kasabada çocukluğunu geçirmiş, sonra gri bir şehre yerleşmişti. Ama gri şehirde dahi bahçelerde duvar değil çalılıklardan sınırlar vardı. İlla ki bir ya da iki tane de ağaç da oluyordu. Hiç bu kadar kahverengi olmamıştı ufku. Belki huzurlu bir yaşama gelmesini bozan tek sorun buydu. Düşündü iyice. “Hayır” başka büyük sorunları da vardı. En önemlisi de uzağa gittiğinden sürekli sorun çıkaran, ona geldiği yerleri özletmek için, fotoğraflar atıp, anılar paylaşan dostları ve her daim sitemkâr telefonlarla, yalnızlığını hatırlatan sevdiğini de eklemeliydi. Oysa on yıllarca burada kalıp, belki de öleceği güne kadar, ekip, biçeceği, emek emek büyüteceği bu bahçede, bir yaz akşamüzeri, sandalyesinde akşamsefalarına bakarken, gözlerini yumup, bu dünyaya veda edecekti. Huzur içinde yaşayıp, huzur içinde uyumaya devam edecekti.

            Az önce elleriyle kazdığı toprağa gözlerini dikti. Sonra içindeki tomurcuklara: “Sizler de huzur içinde uyuyun” der gibi baktı. O an bir sesle irkildi:

-“Selam komşu”

            İrkilmiş bir halde, sesin nereden geldiğini bulabilmek için etrafına baktı. Yere baktı kimse yoktu, göğe baktı kimse yoktu. Sağına baktı yok, önünde zaten yoktu. Arkasına baktı, sadece kendi evi vardı, nihayet soluna dönünce, beyaz balkonlu, modern yapılı bir villanın camından elli yaşına yakın, saçlarının yanları ağarmış ama diri ve dik duran bir adamın seslendiğini gördü.

-“Merhaba” dedi

-“Selam ne ekiyorsun. Deminden beri seni izliyorum, heyecanla toprağı kazdın, sürekli de dalıp dalıp gittin. Ne ekiyorsun merak ettim.”

-“Mor salkım. Biraz kök verirse duvara doğru yönlendireceğim, tüm bu duvar, bu beyaz, anlamsız duvar, mor salkımlarla bir anlam kazanacak”

-“E mor salkım burada tutar mı ki?”

-“Bilmem. Ama neden tutmasın ki?”

-“Ben pek ekeni görmedim. İlk seni gördüm. Bu toprak zordur. Çok emek ister, Bu toprak özeldir. Çok ilgi ister.”

-“Denemek lazım. Ne imkansızlıkları başarıyor insan, niye başaramayayım ki?”

            Biraz sessiz durup birbirleriyle bakıştıktan sonra, eğilip yere tomurcukların üstünü nazikçe örtmeye başladı. Parmak aralarından dağılan toprak, tenine değdikçe mutluluğu da artıyordu. Bu dünyaya yepyeni bir çocuk armağan ediyordu. Öylesi heyecanlıydı ki. Sanki bu çocuk dünyadaki tüm savaşları, tüm adaletsizlikleri durduracak, açlara meyveler verip doyuracak, düğün günleri ağızlarda hoş tatlar bırakacaktı. Tamamen örtükten sonra dikkatlice baktı, ve eliyle toprağın yüzeyini iyice düzledi. Elini ibriğe götürmek için hamle yapacaktı ki:

-“Komşu! Adın ne bilmiyorum ama mor salkım dikeceğine begonvil dikseydin ya! Bak etraf begonvillerle dolu, hem daha garantiydi. Madem bu kadar rahatsızsın, sen de morlu, pembeli begonviller dikseydin kesin tutardı. Hem sen nereden biliyorsun ki Mor salkım burada tutar mı tutmaz mı? Kumar oynamayı seviyorsun belli ki…”

            Kumar oynamayı hiç sevmezdi. Oynadığı olursa da parasını geri kurtarmak için oynardı ki en düşük parayla oynardı. Daha en asgari meblağın üstüne çıktığı görülmemişti. Kaybederse de bir ya da iki lira düşüğüne kadar kaybeder parasının çoğunu alırdı. Ama geri kazandığı parayı da kendine kullanmaz, ya çevrede bulunan çocuklara çikolata, şeker gibi abur cubur alırdı ya da bir fakire günlük yiyeceğini alsın diye verirdi. Kumar oynamayı hiç sevmezdi. Hele ki çocukluk rüyasını gerçekleştirmek üzereyken asla kumar oynamazdı. Zaten bu çöl rengi toprağın içindeki zenginlikleri bilmeyenler, kıymetini bilmeyenler ancak kumar diye geçip giderlerdi. Kumar gecelerindeki gibi eğlencelere yem ettikleri yaşamlarında bir kere böylesi bir emek, böylesi bir umutları olmuş muydu? Yedikleri bir meyvenin çekirdeğini özenle saklayıp, gün doğumu ekmişler miydi; tutar mı tutmaz mı diye düşünmeden, bu çöl rengi toprağa?

            Aldırmadı. Sadece başını kaldırdı, komşusuna baktı.  Gülmedi, gülümsemedi, tebessüm etmedi. Olanca sertliğiyle, toprağı bir şeylerin hırsını alırcasına avuç içiyle düzledi. Sonra elini mavi ibriğe attı. Çocukluğundan kalma bu ibrikten, can suyunu ağır ağır döktü, çöl rengi toprağın üstüne. Toprak, en lezzetli kahvelerin, kahverengisinin koyu tonu gibi oldu. Toprağa bakıp tebessüm etti. Dizlerinin üstüne çöktü. Suyu vermeye devam etti.

            Sonra son kez duvara baktı. Beyazdı, bembeyazdı ama tertemiz değildi. İlla ki kirli eller değmişti ve o ellerin gizli izleri bu safiyane beyazı çok kirletmişi. Hem zaten koskoca ovayı, dağları engelleyen duvar ne kadar temiz olabilirdi ki? Üstüne yazılmış bir sevda sözü, hatta çizilmiş bir oklu kalp dahi yoktu. Bir şeylerin anısı olarak yırtık bir afişin, parçalanmış köşesi dahi yoktu. Öylesi saçma, anlamsız ama beyazdı. Küçük küçük çatlakları vardı. Ama küçüktü. Dışarıdan içeriye duvar içinden, duvar dibindeki toprağa ışık sızdıracak bir çatlak yoktu. Yan tarafın aydınlığı yansımıyordu. İlla ki güneş olanca hükümdarlığıyla, en tepeye gelip, ışınlarını bahşedecekti de bu biçare, çöl rengi toprak şifa bulup, bereketlenecekti.

            Ayağa kalktı. Birkaç adım geriye gitti. Duvara baktı, ektiği yere baktı sonra yine duvara baktı. İçinden:

-“Birkaç aya” dedi. “Birkaç aya sen de sahte cennet olacaktın, cennet misali vaat edilen ama cehennemin ta kendisi olan bu dünya gibi sen de sahte cennet olacaksın ve beyaz aydınlığının verdiği kör karanlık dağılacak. Güvercinler, beyaz güvercinler belki daha sık gelecek ve belki yuva yapacaklar mor salkımların üzerine, sen de, dünya da çok daha anlamlı olacak. Bir duvar yok olmayacak belki ama duvarın üstünden umut doğacak…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: