Eline aldığı yassı taşı, hızla boklu dereye savurdu. Üç sekti, dört sekti beşinciye varamadan derenin dibine doğru ıslak bir gezintiye çıktı.

“Hay aksi” dedi. “Beş olaydı büyüyünce muallim olacağıma emin olacaktım.”

“O nasıl iş ?” diye sordu ustası. Ensesine şak diye vurmayı ihmal etmedi tabii. Bir yandan, dudaklarının kenarına beyaz bir sünger üleştirmiş, Arap kağıdına Virginia’sını sarıyordu.

“Öyle işte usta, dilek dilemiştim. Hani türbelere çaput bağlarlar ya.”

Türbe lafını işitir işitmez “Haa!” deyiverdi ustası. Belli bir yaştan sonra bu tarz ehemmiyetli şeyleri anlamıyorsa da anlamış gibi davranmak lazımdı. Yarın bir gün ne olacağını kimse kestiremezdi.

Ustasıyla beraber kuraklıktan mustarip bir kasabaya su bulmaya gelmişlerdi iki ay kadar önce. Muhtar eğer su bulurlarsa mükafat olarak, onları Pınarbaşı’na götüreceğinin, felekten bir gece çalıp, burunları hızmalı dansözlerden oynatacağının sözünü sahici sahici vermişti. Suyu aradıkları her gün için ustaya elli, sıska çırağına yirmi kağıt yevmiye veriyordu. Üstelik kazmaya başladıkları vakit, kuyuyu tamamlayıp su çıkarana kadar iki katını vereceğine yedi ceddini şahit tutmuş, kutsal kitaba el basmıştı.

Ustasının jeofizik konusunda yüksek bir tahsili olduğu söylenemezdi. Zaten ilkokul beşe kadar sabredebilmişti. Anam babam usulü dört işlem biliyordu o kadar. Parmaklarının sayısını geçen hesaplamalarda da ben bilmem deyip köşesine çekilir, kara tahtanın tebeşirini lap diye yutardı. Hayatı boyunca ata mesleğinin gerektirdiği neyse onu yapan münzevi bir adamdı sadece. Tam otuz senedir sondaj işiyle meşguldü. Yalnız nerede billur bir su saklanır, gider bulur, saklandığı yerden gün yüzüne çıkarırdı. Bu hüner ona Allah’ın bahşettiği bir hünerdi belli ki. Mücerret ilimlerin türküsünü çığıra çığıra kazanılacak bir beceri değildi. Yedi düvel ataları da kendi gibi aynı işle iştigal etmişlerdi. Hatta öyle söylenirdi ki II. Abdülhamit Han’ın kaldığı sarayın bahçesindeki altın işlemeli kuyuyu büyük büyük dedeleri kazmıştı. O zamandan bu zamana tencereleri fokur fokur kaynıyordu. Herkesin rızkını farklı farklı verirdi sonuçta yeri göğü yaradan.

Buz gibi yer altı suyunun yüksek yüksek tepelerde değil de derelerin kıyısında kendini gizlediğini herkesten daha iyi biliyordu ustası. İlk geldikleri hafta toprağa bir fiske vurmadan araziyi gezmişlerdi. Ahaliye danışmışlar civardaki tortuyu kayayı bir bir tanımışlardı. Bu sıra da usta her gördüğü köşeye pos bakışlar atmış, ayağıyla toprağı dürtmekle yetinmişti. En sonunda arıları bile takip ettikleri olmuştu. “Bu deyyuslar nerede güzel su varsa bulurlar.” diyerek su bulma ilminin inceliklerinden birisini de ayaküstü öğretmişti çırağına. En nihayetinde derenin yüz metre yakınında durmuş, eğilip aldığı bir avuç toprağı sıkmış sıkmış, “Aradığımız yer burası ” demişti. Toprağın birazını da çırağının beş parmaklık açık alnına sürüp “Haydi gazamız mübarek olsun” diyerek sondaj kuyusu gibi sırıtmıştı.

  İlk kazmayı vuralı hemen hemen iki hafta oluyordu. “Esfeli Safilin” dedikleri yere doğru iki adam boyu yaklaşmışlardı. Çırağı ağzına burnuna dolan taşa toprağa aldırmadan kuyunun aşağısında duruyor, bakır kaba toprağı güzelce doldurduktan sonra var gücüyle “Çeek!” diye bağırıyor, ustası da boynuna doladığı atletiyle ellerinin nasırları zonklaya zonklaya kovayı yukarıya çekiyordu.

Öğlene doğru da yemek molası verirlerdi, devamında daha sıkı çalışmak için karınlarını ekmek, peynir ve zeytin üçlemesiyle tıka basa doldururlardı. Bazı günler sarkaç çevirmekten beli sızlayan ustası “Hadi lan! Bu gün paydos!” der kendi bir ağacın altına kıvrılır, çırağını da cebine sıkıştırdığı üç beş kuruşla kasabaya gezmeye yollardı. Gitmeden de “Bak annen seni bana emanet etti! Sakın başına bir işler açayım deme külahları değişiriz!” diye tembihlerdi. “Tamam.” diye baş sallayıp, koşa koşa kasabaya inerdi çırağı. Akşama kadar kasabanın çay ocağına kurulur, kivisini yudumlayarak yeşil yeşil otururdu. Teyp’te dinleye dinleye ezberlediği türküleri de sabahtan akşama kadar kuyunun dibinde mırıldanırdı. Ustası “Ne diyon lan gene?” diye sorar, çırağı da ağzının içindeki gramofonu susturup “Bir şey yok usta çeeeek!”diye bağırırdı.

Günlerden bir gün ustasının nasırı patladı. Oluk oluk kan aktı. Boynundaki terli atleti çıkarıp ortadan ikiye yardı ve eline sardı. Diğer eliyle de nasırın olduğu yere var gücün abandı. Fırsattan istifade çırağı da kasabanın yolunu tuttu. Gayrı iş tutmazlardı bugün. Boynunun inceliğine, yel esse yere yapışacağını bildiği cüssesine aldırmadan esnaflara kafa selamı vere vere kasabanın içine doğru yürüdü. O yürüdükçe adeta emekçiler cesur pankartlarla yürüdüler arkasından. Grevlerle, yoksulluklarla, açlıkla yürüdüler.

Burnundaki kurumuş sümüğü çeke çeke, apış arası yamalı kot pantolonunu düzelte düzelte gitti her zaman olduğu gibi çay ocağına oturdu. Hayatın sillesini genç yaşta yemiş, tabiri caizse tozunu toprağını yutmuştu. Hatta toz toprak yutmanın tillahı olmuştu. Şimdilik ince olup ilerde kavruk bir tokluk kazanacak sesiyle “Ağabey bana bir kivi!” diye buyurdu. Başladı yolu izlemeye. Elinde pazar arabalarıyla, iki tesettürlü kadının konuşa konuşa yürüdüklerini gördü. Hızlıca evlerine varacaklar, aldıkları lahanayı pırasayı güzelce haşlayıp kocalarının önlerine sereceklerdi. Onca uğraşa rağmen kocalarından “Niye et yok lan bu masa da?” gibi kötü kalpli bir yanıt aldıklarında ise içeriye geçecek, camdan dışarı uzun uzun bakacak baba evinin özlemiyle içli içli ağlayacaklardı. Kivisi önüne gelmişti. Sıcağına aldırmadan koca bir yudum aldı. Ayağını ayağının üzerine koydu. Keyifle oturmaya devam etti.

Kasapla berberin olduğu yöne kıvrılan yol ağzında muhtarı gördü. Yaşlı bir adamla hasbihal ettikten sonra aşağı doğru yürüdüler. Neyse ki görmedi, diye düşündü. İki saat niye çalışmıyorsunuz, ustan nerede diye sorguya çekecekti. Ucuz atlatmıştı.

Kivisinin sonun yaklaştığında, dört yaşıtının beslenme çantalarını savurarak ona doğru geldiklerini gördü. Bacaklarını kapatıp, apış arasını güzelce gizledi. Ellerini çırptı ama çamur çoktan derisine oturmuştu. İki kız iki erkeklerdi. Kızların birisini görür görmez içi titredi. Heyecandan ne yapacağını şaşırmış, kaşla göz arasında çenesindeki sivilceyi oymuştu. Kızın saçları evlerinin önündeki otlar gibi sarıydı. Yürüyüşü anasının yürüyüşü gibi güzeldi. Hele ayakkabıları bacısına heveslenip alamadıkları ayakkabılardan bile daha beyazdı. Kızı görür görmez çırağın içine bir ateş düştü. Abası yandı kül oldu. Ezberlediği onca türkünün neden yakıldığını anlamış oldu böylece. Tozla dolu ciğerinden uzun bir nefes üfledi. O toz gitti kızın sarı saçlarının arasında yapıştı. O tozla beraber çırağın yüreğini de aldı götürdü. Günlerdir kazdığı kuyunun dibi gazlı kandille aydınlandı birden. Gözden kaybolduklarında, çırak kıza delicesine sevdalanmıştı. Kim bilir ahvali nereye varacaktı şimdi.

Günler çabuk geçti.  Kuyunun dibi her kazışta biraz daha nemleniyordu. Her vurduğu kazma darbesinde suya daha da yakınlaştıklarını hissetmeye başlamış içini büyük bir korku kaplamıştı. Kasabaya ne zaman gitse çay ocağına uğramaz, çok sevdiği kiviyi görmez olmuştu. Aşkından sokak sokak gezip, bir daha o kıza rastlamak umuduyla her taşın altına bakmıştı. Ama nafile. Sarı saçlı dilberini bulamıyordu. Belki yarın belki ertesi gün suyu bulacaklardı. Eve dönüş vakti yaklaşıyordu. Ustası nasırının acısını hangi merhemle geçirdiyse geçirmiş, canla başla çalışıyordu. Zaman kazanmak için bakır kovayı az az doldurmaya başladı. Ustasının “Daha çok doldur şu kovayı” ihtarına uymayınca da okkalı bir küfür geldi kulağına yerleşti.

Kazmayı vurduktan sonra yüzeye doğru yükselip ayağını ıslatan suya baktı uzun uzun. İçini hüzün bürüdü. Sona gelmişlerdi. Ustasına müjdeyi vermek yerine, eline kovayı alıp takozun ucuna çıktı son kez “Çeek!” diye bağırdı. Çıkınca da hiçbir şey söylemedi. Yalnız “Acıktım usta.” dedi. “Bir mola mı versek”

Öğleden sonra ustası ağacın gölgesine tüneyip uykuya dalınca, koşup bakır kovayı aldı eline. Üç dört kürek vurdu toprağa, kovayı ağzına kadar doldurdu. Ustasına minnet dolu bir bakış fırlattıktan sonra “Hakkını helal et usta!” diye mırıldandı. Gözünden boşanan yaşa aldırmadan elindeki toprak dolu kovayı kuyuya boşalttı.

Üstü başı çamur içinde kasabanın yolunu tuttu.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: