Bilmem. Sokağa en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. En son o bir çift zeytin gözü gördükten sonra bir daha çıkasım gelmedi de. Tak, tak, tak… Duyduğum son ses bu oldu. Kapı zili, tuvalet sifonu, duvar komşumun oğlan bebesinin Hot Wheels arabasını koltuğun altına kaçırdığı için zırlamasının seslerini saymazsak eğer…

Tapu kadastrodaki bir işim için sabahın erken saatinde yola koyulmuştum o gün. Bir insan neden tapu kadastroya gider onu da bilmem. Hayatında kaç defa gider, gitmelidir? Kadastro kelimesi denince aklıma her daim Rusya’nın Hazar kıyılarındaki 10-15 köyden başka yerde bilinmeyen yerel bir halk dansı geliyordu. Kadınları kırmızı beyaz yeşil entarili, babushka’lar gibi… Oğlanları kırmızı şapkaları siyah beyaz yelek-gömlek-şort kombinleriyle hemen çömelip zıplamaya hazır ve nazır. Ya da bir İtalyan dansı. Kulaklığımdaki müziği olanca kısıp aklımı bu düşüncelere kaydırmışken gözlerim bir yandan metro istasyonunun beyaz-mavi fayansla kaplı duvarlarında geziniyordu.

Yarısı düzensiz göz kırpan, diğer yarısı ise kendi etrafını bile aydınlatmak konusunda oldukça gönülsüz olan bu beyaz uzun florasan lambaların metro durağını olması istenenden daha yorgun gösterdiğini düşünüyordum. Sonra birden hiçliğin ortasında bir çift far ışığı belirdi, metro vagonu önümde duruverdi. Hayır, beni istediğim yere götürecek araç bu değilmiş. Yine boşuna heyecanlandım. Çok ani bir şekilde. Tak, tak, tak… Nefesimi alıp verdim. Hem de tam üç defa. Üç. Anlayabiliyor musunuz? Çok önemli bir iş başarıp sanki hiç karşı tarafa giden rayların önünde bekleyen ben değilmişim gibi ağırkanlı adımlarla arkama dönüp yürümeye başladım. İçimden dualar ederek. Allahım, nolur kimse anlamamış olsun, nolur. Sekiz buçuk adımda diğer rayların önüne vardım. Bir adımın yetmiş üç santim, geçenlerde merak edip ölçmüştüm. Bu da eder bize altı yüz yirmi santim. Hadi yarım adımımı yanlış ölçmüş olsam hadi altı yüz on santim. Şanslıymışım ki bu defa istediğim yöne giden metro hemencecik geldi. Ne beni yordu ne kendini yordu. Terlerim şakaklarımda kaldı. Sevindim.

Hiçbir zaman koltuk meraklısı olmadım. Hayatımın hiçbir yerinde. Siz şimdi sanıyorsunuz ki metroda ağır hareket ettiğim için koltuk kapamadım, onun ceremesini çekiyorum. Yakınmalarım hep o yüzden. Hayır öyle değil işte. Hiçbir zaman diyorum. Bayram yemeklerinde büyükler masasında bana da bir götlük yer açabileceklerini bildiğim halde yerde çocuklara bakıcılık yaparak yemek yerken de. Yetişkinlikle çocukluk arasında herkesin başına gelebilir böyle şeyler, gelmez mi? Siz söyleyin yahu hatırlamadınız mı bu oyunu? Babaların sofrasında yeterince yer yoksa önce sünnet olmayanlar diğer tarafta yerdi. Sonra bu liseyi bitirmeyenler oldu. Sonra da oy birliğiyle askere gitmeyenlerin diğer tarafta yemesine karar verildi. Aileye sonradan dahil olan birkaç şişman enişteye yer açmak için, ki enişteler genelde şişman olur, önüme konan basamaklar gittikçe arttı. Benim artan rütbelerim hiçbir zaman bu basamakları tırmanmaya muktedir olmadı.

İlkokulda sıranın ve oturağının ortasına ispirtolu siyah kalemle ısrarla çizdiğim çizgiyi, çizginin hiçbir hükmü olmadığını gösterircesine her seferinde pantolonunun kıçıyla silen, ferrarili beyaz yakalığıyla havasından yanına yaklaşılmayan sıra arkadaşıma karşı da koltuk sevdalısı olmadım mesela. Bir yerden sonra pes ettim, sıranın ucunda oturdum hep. Ya da lisede uzun eşşek oynarken bile isteye yastık oldum ki insanların sırtına bindiğimde koltuk sevdam mazallah yanlışlıkla depreşmesin. Üniversitede rahattım, sıralar tek kişilikti hep. Üniversiteyi de en çok bu yüzden severim zaten. Ama ne zaman sabahın altı buçuğunda kalkıp traş olup kravat bağlamayı kendime alışkanlık edindim, işte canım en çok o zaman yandı. Hayır ilk birkaç hafta traş olurken yanağımı kesmemden bahsetmiyorum. Tamam yanağımı da kestim, ama olay o değil.

Şirkete peş peşe yapılan mülakatlarla alındığımız? kıdemdaşım Faruk Bey’ciğim sağolsun çenemde gıcırdamayan diş bırakmadı üç ayda. A Bey sanırım gönderdiğim dökümanı okumamış kendisine sorabilirsiniz Haluk Bey. Veya… O işe A Bey bakıyordu Hülya Hanım. Veya… Aaa A Bey de çok sigara kokuyor yahu. Evet okumadım ulan, bakmadım, bok gibi de kokuyorum. Her fırsatta beni birilerine şikayet etmekten geri de kalmıyor dürzü. Aferin, hak ettin, pes ettim, yine. Buyrun Haluk Bey bu istifam, evet ailevi sebepler, babam felç geçirdi evet memlekete taşınmam lazım, kusura bakmayın. Hay Allah performansımdan çok da mı memnunmuşsunuz. Yazık olmuş. Yerime suyunu sıkacağınız başka bir körpe mezun bulursunuz, üzülmeyiniz efenim. Yine sevemedim koltukları işte, olmadı. Döner sandalyeleri döndüğü için biraz sever gibi olmuştum gerçi yalan olmasın, olmadı. Hiçbir zaman koltuk sevdalısı olamadım. Tamam metroda da ayakta kaldım, ama olay o değil işte.

Şans her zaman yanımda olmuştur. Karşı kapının önünde yaslanabileceğim bir tutacak buldum. Bugün de buldum. Dün de bulmuştum. Bir omuz değil gerçi, ama olsun. Kim bulmuş bir omzu metro vagonunda, siz buldunuz mu mesela? Ben hiç bulmadım. Yolum uzun. Aa! Ne? Kapının hemen girişinde, dibimdeki koltukta oturan kadın durağa yaklaşınca birden ayaklanıverdi. Ben de sanki yüz yirmi yedi yıldır bu anı bekliyormuşum gibi hemen kalktığı yere çöküverdim. Kadının sıcaklığı kaybolmamış bile, neyim ben profesyonel şehirli mi? Şans diyebilirim ya da. Kararlıyım, bugün bu şansı döndürüyorum. Fır fır döndürüyorum. Kefeni yırtıyorum. Kefene cep diktiriyorum. Sarık yapıyorum başıma oturtuyorum. Başımın üzerinde yerin var diyorum. Tak, tak, tak…  Uzaklardan gelen bir melodika sesi, ambulans sireni gibi yaklaştıkça canımı sıkıyor. Çaprazımda muhtemelen Kırşehir’den taaa buralara hastane için gelmiş altmışlarında bir çift. Sıhhiye durağında kontrol edeceğim, orada inerlerse anlayacağım ki adamcağızın sigarayı bırakmakla olan imtihanı başarılı geçmemiş, adam sınıf tekrarı yapacak. Tekrar tekrar bırakacak, tekrar tekrar kahveye giderken liseli bir ergen gibi bahçe duvarına sakladığı paketten bir dal alıp karısından gizli kuytu köşede içecek. Ergen dediğime bakmayın. Üzerine biraz bol gelen haki renkli takımıyla ve özensiz biçimde bağlanmış siyah başörtülü feracesiyle bu yaşlı çifti vagondaki diğer siyah hoodieli, kulağında müzik dalgın bakışlı diğer ergenlerden kolayca ayırt edebilirsiniz. Sanırım bu ikili de kendilerinin metroda oluşturdukları o garip tezatın farkına vardıklarından bakışlarını bir noktaya sabitlemekten başka bir harekette bulunmayı kendilerince bir günah sayıyorlar.

Bilmem. Tak, tak, tak… Düzensiz tak’lar. Yaklaşan melodika sesi. Hatırla sevgili, o mesut geceyi. Çamların altında verdiğım buseyi. İşte, yaklaşıyor. Yaklaşıyor vicdan azabım. Bu defa dokuz yaşlarında suratı beyaz florasanlar altında parlayan bir dilenci çocuk olarak yaklaşıyor. Geçen sefer bir kağıt toplayıcısının çuvalından zıplamıştı sırtıma, bütün bir günü kambur geçirmiştim. Bu defa dokuz yaşlarında, hayır, kardeşi de var. O da olsa olsa altı yaşında olsun, fazlası yok. Vicdanım bu defa da şu an okulda defterindeki yıldızı beğenmediği için silerken çilekli silgisinin kokusunu derin derin içine çekmesi gereken bir kız çocuğu suretinde, bir de üzerinde tavşanlı pijamasıyla atletine donuna her yerine kum kaçıra kaçıra kamyonuyla oynaması gereken bir oğlan çocuğu olarak çıkıyor karşıma. Kız çocuğunun ağzında mavi bir melodika, okullarda müzik öğretmenleri arasında yakın zamanda moda olanlarından. Ama beyaz tuşları kirden kahverengiye dönmüş olanlarından. Çok nadir. Boynunda çamaşır ipine asılmış beyaz köpük bardak, ellerini meşgul tutmasının çözümü olarak… Hatırla sevgili o mesut geceyi. Üzerinde gri bir eşofman takımı olduğunu sanıyorum, göremedim, anlayamadım, bakamadım. Pembe yeleğinden gözlerimi alamadım. Kardeşinin, ablasını kaybetmekten ölümüne korktuğu için sımsıkı eteğinden asıldığı o tozlu topraklı pembe yeleğinden. Bir de yeşil gözlerinden… Zeytin yeşili gözlerinden… Fıstık yeşili, nane yeşili, ilkbahar yeşili, ecevit mavisi, hayır o değil, zümrüt yeşili…  Florasanların altından geçerken yeşil sarı arasında sallanıyor gözleri. Tak, tak, tak… Tak’lar kardeşinin ayağını yere sürüye sürüye yürürken elinde tuttuğu sarı kepçesini duvarlara demirlere koltuklara vurmasından geliyormuş meğer. Beynimin içinde söndürüyorum bu takları, eritiyorum. Yeşil gözler karşımda duruyor şu anda, sabit, koyu renkli derisinin arkasından beynime ateş ediyor. Üç el. Dan, dan, dan… Tak’lar dan oluyor. Zaman yavaşlıyor. Hiçbir zaman Sıhhiye’ye varamıyoruz. Kızılay’a hiç varamıyoruz. Bugün 24 Ekim. Ankara Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne gidiyoruz. Ben ve iki adet vicdanımla birlikte.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: