Distopyanın bir edebi tür olarak tarihi çok eskilere dayanmamakla birlikte gücünü modern dönemin çılgınlığından almıştır. Bu çılgınlık; iki büyük dünya savaşı, hızla gelişen teknoloji ve sanayi devrimi sonrası oluşan sosyal ve ekonomik uçurumun insan hayatına etkilerinin bir araya gelmesi olarak görülebilir. İnsanlık tarihi boyunca özellikle edebiyat ve felsefe alanlarında krizler sonrası oluşan akımlar bazı baskın olmuştur ve distopyaların oluşum sürecinde modern dönemin makineleşmesi, savaşlar ve yükselen totaliter rejimler dünyayı belki de daha önce görülmedik bir çıkmaza sürüklemiştir. Bununla birlikte bilim ve teknolojinin hızlı gelişmesi, özellikle distopya yazarları açısından oldukça popüler bir konu olmuştur. Bunun en iyi örneklerinden olan Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında gelişen teknoloji sayesinde insanlar embriyoların tüplerde birleşimiyle tıpkı bir üretim makinesinden çıkan ürünler gibi üretilirler. Böylece, insanlar arasında herhangi bir yakınlık kalmaz ki; cinsel birleşim ve üreme de ortadan kalkmıştır. Distopyaları, güçlü ve mutlu bir gelecek umudunun artık tümüyle yitirilmesi ve modern hayatın getirdiği karanlık, kaotik çıkmazların içine hapsolmuş insancıkların korku dolu öngörü hikayeleri olarak tanımlamak mümkündür. En ünlü distopik hikâye anlatıcılarından biri George Orwell için distopik bir yaşam; birbiriyle aynı 24 saatlerin içine sıkışmış insanların, bir fabrikada üretim hattından çıkan metalar gibi makineleşmiş yaşamlarında düşünmeye dahi izni olmadan onlar için planlanmış şeyleri yapmalarıydı. Kulağa oldukça ürkütücü gelen bu yaşam şekli, özellikle 2020 yılından bu yana girdiğimiz evrensel krizde çok da uzak görünmemekte. Buna bir virüs, nükleer patlama ya da teknolojik bir evrimin tamamlanması sebep olabilirdi. Günümüzde toplam fiziksel ağırlığı birkaç gram olan bir virüsün sebep olduğu dehşet, bu distopik öngörülerin aslında ne kadar yakınımızda olabileceğini gösterdi. Korkuyla beslenen insanlar evlerine hapsedildi ve “yeni normal”lerle yeni dünyaya adapte olmaya zorlandı. Uyum sağlayamayanın yok olduğu evrimsel sürecin içinde değişen dengeler totaliter baskıları artırmaya zemin hazırladı. Peki, asıl önemli soru; distopyalar bize ne öğretebilir? Bu konuda İngiliz bilim kurgu yazarlarından belki de en önemlisi olan H. G. Wells’in ileri görüşlülüğünden yararlanmak faydalı olacaktır. Wells, eğer savaşı bitirmezsek onun bizi bitireceğini söyler. Burada savaşı nükleer, biyolojik ve hatta psikolojik savaş olarak anlamak ve 21.yüzyılın tam ortasına oturtmak yanlış olmayacaktır. Medeniyetin yarattığı “tanrılaşan insan” problemi, dünya ve doğayla olan savaşımızda durumun insanların lehine olmadığı çok açıktır. Buzullarımız eriyor, sıcaklık yükseliyor ve ormanlarımızı günden güne kaybediyoruz. İnsan, doğayı bu hale getirerek asıl kendine savaş açmış oldu ve çözümü ne yazık ki kaçmakta ve yok saymakta buluyor. Rousseau, medeniyetin asıl büyük düşman olduğunu söylerken yanılmamıştır belki de. Eğer insanlık tarım devrimiyle başlayan süreçle yetkinlik sahibi olup, doğaya hükmetme gafletinde bulunmasaydı ve doğanın kendi kurallarıyla denge içinde yaşayabilseydi, bu tür toplumsal distopyalara bu denli yaklaşmazdı. Ancak, Âdem ve Havva’dan beri, insan sıklıkla sınırların ötesine geçmeyi arzulamıştır. Bu arzu, felaketine sebep olsa dahi kendi cennetiyle yetinmeyip, o cenneti cehenneme çevirmekten geri kalmamıştır. Savaşlar, silahlar, sömürge yarışları hatta keşifler bile insanın kendi sınırlarını aşmaktaki ısrarı sonucu ortaya çıkmıştır. Şüphesiz bu sınır tanımazlık, distopyaların oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Bunca sınırsızlığın yanında günümüz toplumundaki büyük bir kesim salyangoz kabuğunun içinde yaşamını sürdürmektedir. Ekranların arkasından, cam fanusların içinden hayata karışmak nasıl mümkün değilse, ulaştığımız noktanın distopik yönlerini yok saymak da imkansızdır. Bizi yönetecek insanları seçerken, akşam yiyeceğimiz yemeğe karar verirken kendimizi özgür ve yetkin hissederiz sanki gerçekten hayatın akışına müdahale edebiliyormuşuz gibi. Oysa her günü birbiriyle aynı olan distopya kurbanlarından farkımız hala özgür olduğumuzu düşünmemizdir. Henüz düşünce polisi ve yasakları olmasa da istediğimizi düşünüp yaşayabildiğimiz bir dünyada var olmadığımız yadsınamaz bir gerçektir. Yani, 21.yüzyılda dahi ilerlediğimiz bunca şeye rağmen hümanizma, eşitlik ve özgürlük adına atılan adımların oldukça ilkel kalması ne yazık ki insanlık suçudur. Ve dünyamızın, neredeyse sonuna gelen kaynaklarımızın kıymetini bilmemek ise aslında yaşayabileceğimiz en kötü distopyaya sebep olacaktır. Önlenmesi neredeyse mümkün olmayan insanın kendini yok ediş hikayesi, tüm bu öngörülen distopyaların ötesindedir. Varlığını tehlikeye sokan insan bilinci, sadece dürtüleri peşinde koşan ve sonunu görmekten aciz ilkel bir canlıya dönüşmüştür. Savaşı bitirmek kurtarır ancak insanlığı; doğayla, sınırlarıyla ve en önemlisi kendisiyle olan savaşı.

                                                                                        

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: