Anadolu’nun bağrından kopmuş,

            İki genç adam…

            İki temiz yürek…

            İki dost…

            İki yolcu…

            “Öğretmen Ali ve Doktor Erdem…”

            Onlar aynı göğün altında, aynı amaç uğruna bir araya gelmiş iki gençti. Doğdukları ve büyüdükleri şehirler ayrı olsa da onlar aynı yolun yolcusuydular. Üniversitede tanışmış olan bu iki  delikanlı birbirlerinin hemderdi olmuş, hem iyi bir dostluk kurmuş hem de aynı yola yoldaş olmuşlardı. İki ayrı hayat tek bir yolda kesişmişti: “İyilik yolunda.”

            Amaçları; dünyada unutulmaya yüz tutmuş, insanların kalplerinde üstü küllenmiş iyilik duygusunu yeniden ortaya çıkarmaktı.

            Dünya öyle bir hale gelmişti ki;

            Sevgi Neydi,

            Saygı Neydi,

            Vefa Neydi,

            Aile Neydi,

            Dostluk Neydi,

            Güven Neydi,

            Kardeşlik Neydi,

            Diğerkâmlık Neydi,

            Fedakârlık Neydi,

            Samimiyet Neydi,

            Ahde Vefa Neydi,

            Adalet Neydi…

Bir bir unutulmuştu.

Herkes kendi derdine düşmüş, düşene el uzatmak yerine bir tekme de onlar vurur olmuştu. Dillere pelesenk olmuş bir “Ben” kelimesi her şeyi kendinde toplamıştı. “Benim hayatım, Benim duygularım, Benim param, Benim mutluluğum, Benim hayallerim…”

            “Güzel olan her şeyi ‘Ben’ hak ediyorum. Öyleyse her yol bana mübahtır” gibi anlayışlar yüzünden insanlar dünyada kendilerinden başka insanların da olduğunu umursamaz olmuşlardı. “Komşu komşunun külüne muhtaç” sözü, artık sadece raflardaki kitaplarda silinmeye yüz tutmuş duruyordu. İnsanlar arasında yardımlaşma, dayanışma görülmez olmuştu. İnsan insana muhtaç değil gibi yaşıyordu.

İşte bütün bu ahval içinde Ali ve Erdem daha okul sıralarında iken bir karar vermişlerdi. Güçlerinin yettiğince, imkânları el verdikçe insanlara iyilik yapacaklardı. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderecek, insanlara yardım edeceklerdi. Böylelikle kalplerin birbirine yeniden ısınacağını ve iyiliğin halka halka tüm dünyayı saracağını umut ediyorlardı.

            Karar verdikleri şeyi hayata geçirmek için ilk adımı atarak yola koyulmuşlardı. Yol onları nereye götürür bilmiyorlardı. İkisi de yolun insana verdiği huzur ve uzaklara daldıran sonsuz derinliği ile düşüncelere dalmış ilerliyorlardı.

            Hava sıcaktı. Arabanın camlarından esen rüzgâr da olmasa boğulurlardı herhalde. Mataralarındaki suyun bitmesiyle hem su doldurmak hem de serinlemek için bir çeşmenin yanında durdular. Orada dinlenirlerken ilerideki bir tarladan geldiğini düşündükleri sesle irkildiler. Ardından gelen bağrışma sesleriyle tarlaya doğru yöneldiler. Geldiklerinde bir traktörün devrilmiş olduğunu ve yerde yaralı birinin yattığını gördüler.

            Erdem hemen sağlık çantasını alıp yaralının yanına eğildi ve durumunu kontrol etti. Kanaması vardı ve hemen hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Köylüler en yakın hastanenin bir saatlik mesafede olduğunu ancak köylerinde bir sağlık ocağı bulunduğunu söylediler. Ama doktorumuz yok dediler. Kısa sürede başka seçeneği olmadığını anlayan Doktor Erdem, ilk müdahaleyi sağlık ocağında yapabilmek için köylülerin de yardımıyla yaralı adamı köydeki sağlık ocağına taşıdılar. Erdem yaralıya gerekli müdahaleleri yaptıktan sonra daha iyi bir tedavi görebilmesi için muhtarın hazırlattığı araç ile onu hastaneye götürdü.

            Tam zamanında müdahale etmişlerdi. Ya kaza anında orada olmasalardı. Kim bilir belki şuanda o adam hayatta olmayacaktı. Çok şükür ki durumu iyiye gidiyordu. Erdem hastane doktoru ile görüşüp oradan ayrıldı. Köye döndüğünde Ali, muhtarla konuşuyordu. Erdem’i gören köylüler ona teşekkür ettiler. Hepsi bir yandan dua ediyordu onun için.

            Erdem de Ali’nin yanına gelip muhtarla yaptıkları konuşmaya katıldı. Muhtardan aldıkları bilgiye göre sağlık ocağı uzun zamandır boş duruyordu. Muhtar gerekli yerleri aradığını ama doktor gönderilmediğini söyledi. Bina bakımsız kalmıştı. İçerisindeki ilaçların ya tarihi geçmiş ya da geçmek üzereydi. Ali, muhtara köyde biraz dolaştığını ve bir okul göremediğini söyledi. Muhtar da üzgün bir ifadeyle köylerinde okul olmadığını, çocukların da kasabadaki okula gitme imkânlarının olmadığını söyleyince Ali ve Erdem birbirlerine baktılar. İkisi de ilk iyilik duraklarının bu köy olduğu konusunda hemfikir olduklarını birbirlerine bakarak gözleriyle teyit ettiler.

            Muhtara bir süre köyde kalmak istediklerini, okul ve sağlık ocağı ile ilgili ne yapabileceklerine bakacaklarını söylediler. Bunun üzerine sevinen muhtar hemen köylüye haber etti. Onlar için sağlık ocağının yanındaki boş evi temizleyip, hazır ettiler. Herkes bu iki gencin ne yapacağını merak ediyordu. Çocuklar, artık bir okulları olacak mı diye heyecanlanırken, köylüler de hastalarını yeniden köylerinde tedavi ettirebilecekler mi diye düşünüyorlardı. O gece hepsi güzel umutlarla dolu rüyalar gördü.

            Sabah olur olmaz okul inşası için arazi bakmaya başladılar. Nihayet köyde, “Bilge Dede” diye tanınan Mehmet dede, tarlasını okul yapılması için gönüllü olarak vereceğini söyledi. Tarla küçüktü ama bir okul için yeterliydi. Ali, mühendis arkadaşını arayarak durumu bildirdi. O da elinden geldiği kadar yardım edeceğini, oraya gerekli işçi ve malzemeleri göndereceğini söyledi. Bu çok iyi bir haberdi. Köyün kadınları çoktan sağlık ocağını temizlemeye başlamışlardı. Erkekler de boya badana işini hallediyorlardı. Köyde yoğun bir hareketlilik vardı. Küçük büyük herkes üzerine düşeni yapıyordu. Erdem, köye bir doktor gönderilmesi ve yeni ilaçların temini için görüşmelere başlamıştı bile. Yeni bir doktor gönderilene kadar Erdem ilgilenecekti hastalarla.

            Sonunda okul inşasına başlanmıştı. Doktor Erdem sağlık ocağında hastalarla ilgilenirken Ali Öğretmen de çocukları köy meydanına toplamış, eğitime başlamıştı. Köyde okuma yazma bilen sadece üç beş kişiydi. Bu yüzden Ali Öğretmen okuma yazmayı öğrenen çocuklara bir görev verdi. Onlar da anne babalarına okuma yazmayı öğreteceklerdi.

            Haftalar geçti böylece. Her geçen gün köylünün yarası daha da sarılıyordu. Ali ve Erdem’deki bu azmi ve fedakârlığı gören köylüler eskisinden daha sıkı kenetlenmişlerdi birbirlerine. Bu iki iyi kalpli insanın köye geldikleri ilk gün iyilik tohumları serpilmişti gönüllere. Şimdi ise hepsi filizleniyordu.

            Kış kapıdaydı. Soğuklar başlamadan, kar yağmadan köye doktor gönderilmeliydi. Yoksa yağan karla yollar kapanır, bu mesele yine bir sonraki yaza kalırdı. Okulun bitimine az kalmıştı. Yeni eğitim yılında çocukların kendi okullarında eğitim görmesi için herkes canla başla çalışıyordu.

            Ali Öğretmen okul binasında çocuklardan bir iz bulunsun istiyordu. Onları da bu iyiliğe dahil etmek istiyordu. Bir gün ellerinde boya kutuları ile çıkageldi. Çocuklar hayretler içinde ona bakarken “Bugün resimlerimizi okulun bahçe duvarlarına çizeceğiz” dedi. Çocuklar sevinçle koştular okula. Sadece boyalar değil, aynı zamanda dikilmesi için fidanlar da konmuştu bahçeye. Ali Öğretmen önce ellerini boya kutusuna daldırdı ve aynısını çocukların da yapmasını istedi. Herkes sevdiği renge daldırmıştı ellerini. Sonra hep birlikte ellerini duvara baskı yaptılar. Okul bahçesinin duvarları çocukların el izlerini taşıyordu artık. Ortaya inanılmaz güzel bir renk cümbüşü çıkmıştı. Çocukların mutluluğuna diyecek yoktu. Okullarına güzel bir iz, unutulmayacak bir anı bırakmışlardı. Ardından fidanları diktiler bahçeye. Onlar fidanları dikerken köyün “Çiçek Güzeli” lakaplı Ayşe teyzesi, evinin önündeki tüm çiçekleri saksılarıyla el arabasına yükleyip okula getirmişti. Ali Öğretmene, “Sizin yetiştirdiğiniz bu körpe çiçeklerin yuvası benim çiçeklerimle süslensin” dedi. Bu çiçekler de gelince bahçe iyice renklenmişti.

            Köye veda etmeye az kalmıştı. Çünkü beklenen doktor iki haftaya geliyordu. Bir öğretmen de atanmıştı köye. O da bir aya kadar gelirdi. Okul artık eğitime hazır haldeydi. Herkes çok büyük emek vermişti. Okulun açılışı yapılacaktı. Köyde bayram havası esiyordu. Her yer balonlarla, fenerlerle süslenmişti. Yüzlerde tebessüm, kalplerde coşku vardı. Kırmızı kurdele gerildi. Muhtar, kurdeleyi Ali Öğretmen’in ve Doktor Erdem’in birlikte kesmesini istedi. Onların fedakârlığı, cesareti, azmi olmasaydı bütün bunlar olmazdı. Ali ve Erdem kurdeleyi alkışlar içerisinde kestiler. Hep birlikte büyük bir coşkuyla İstiklal Marşı’nı okudular. Çocuklar gözyaşları içerisinde koşup sarıldılar bu iki güzel insana. Bu duygu selinde Ali ve Erdem de saklayamadı gözyaşlarını. Çocuklardan biri öne atılıp, “Ben de sizin gibi olacağım öğretmenim. Ben de iyilik bulaştıracağım herkese.” deyince huzur kaplamıştı yürekleri. Herkes mutluluktan ağlıyordu. Bu iki insan köye de, köydeki insanlara da çok şey katmıştı.

            Artık vedalaşma vaktiydi. Köylüler Ali ve Erdem’i evlatları gibi benimsemişlerdi. Çocuklar da öğretmenlerinden ve doktor amcalarından ayrılmak istemiyorlardı. Ama yol beklemezdi. Daha birçok insan vardı yardım bekleyen. Zor da olsa vedalaştılar. Köylüler onları hediyelerle uğurluyorlardı. Tam arabaya binecekleri sırada çocuklar ellerinde çiçeklerle koşup geldiler. “Bu çiçekleri okulumuzun bahçesinden sizin için topladık” deyip, o koca yürekleriyle teşekkür ettiler.

            Ali de Erdem de arkalarına baktıklarında bacalarından buram buram iyilik kokan evler, gönlü geniş insanlar, geleceğe umut olan çocuklar görüyorlardı. Arkalarında güzel şeyler bırakmış olmanın huzuruyla ayrıldılar köyden.

            Yeniden düşmüşlerdi yola.

Kim bilir yeni durakları neresi olacaktı…

Hangi kalplere dokunacaklardı…

Kimlerin yaralarını saracaklardı…

Şimdilik cevabı bilinmeyen bu sorularla kayboldular ufukta…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: