Hiç bu kadar gergin olmamıştım…

Kulaklarımı mutluluktan oldukça uzak, korku dolu ve göz yaşları ile harmanlanan çığlıklar tırmalıyordu. Bedenim dizginlenemeyen dalgalı denizde umutsuzca yalpalanan bir gemi gibi sarsılıyordu. Yüreğim hiç bu kadar azgın ve acımasızca atmamıştı. Babam , Afrika’nın kuzeyindeki en güçlü imparatorluk Hiva’nın kralı Hazari , artık yanımızda değildi. Uykusunda huzurlu aynı şekilde umuyorum ki memnun bir biçimde Tanrı’nın bahçesindeki sofraya konuk olmuştu veya daha güçlü bir ihtimalle tüm zalimler gibi mağdur kanıyla kaynayan iğrenç kokulu şeytan kazanına fırlatılmıştı. Aslında ölümün korkunç gizemli kokusunu önceden duymuştum. Dün gece ürpererek birden uyanmıştım. Vücudum terden yapış yapış olmasına rağmen hala deli gibi yazın en sıcak gecesinde bile zemheride terk edilmiş gibi üşüyordum. Muhtemelen babamın ölümünü hissetmiştim.” Geceleri her insan böyle şeyler yaşar” diyerek aldırış etmemeye çalıştım fakat ruhumu tıpkı bir fare gibi kemiren bu hisse istemeye de olsa teslim olmuştum. Gözlerimden anlam veremediğim bir biçimde akan yaşlar ile yeniden uykuya dalmıştım ta ki sabah kâhyanın soğuk hüzünlü aynı şekilde tedirgin sesi ile uyanana kadar. Uyandığımdan beri feryatlar göz yaşları ve ağıtlar dinmemişti. Ağlayan , yas tutan hanedan üyeleri aksine benim zihnim bunlardan çok uzak bambaşka düşünceler ile meşguldü.”Ne yapmalıydım bundan sonra ?” Babam artık hayatta olmadığından dolayı tek varis bendim. Zalimlik, zorbalık, medeni olmaktan uzak yollarla kazanılmış; üzerinden kanlar damlayan, masumların kor gibi yanan kalbi ile ayakta kalan tahta ben geçecektim. Yüreğimde babamın tazecik ölümünün acısı ile nasıl yönetici olacaktım? Tüm bu düşünceler ile boğuşurken altın tokmaklı kalın menteşeler ile duvara sabitlenmiş heybetli kapı aralandı. İçeri ellerinde güçlü uzun mızraklar bulunduran iki bekçi , aralarında ise elinde babamın altın kabzalı geniş ağır kılıcını yanında taşıyan artık yaşlanmış bilge kâhya , uzun kar beyazı ak saçlı , yaşlarla ıslanmış narin yüzlü , acının keskin buz gibi nefesine aldırış etmeden gururla parlayan güneş sarısı gözlü annem yani kraliçe Neffi girmişti .Annemin bileğinde babamın Mısırdan hediye olarak getirdiği zümrüt ve altınla süslenmiş yılan bilezik vardı. Babamın vefatından dolayı üzerinde siyah; olabildiğince gösterişten uzak, uzun bir elbise ile başını ve boynunu örten; omuzlarına kadar uzanan altın sarısı şalı, kraliçe olduğunu temsil eden gümüş tacı ile güçlü ,aynı şekilde kederli ve gururlu , annem mermer zeminde insana korku veren ayak sesleri ile yanıma doğru yanaşıyordu. Onu görünce rüyadaymışım gibi irkildim. Ardından yıllardır ailesinden uzak bir askerin annesine özlemle sarıldığı gibi ona sımsıkı sarıldım. İşte o an tüm dert, keder dünya üzerinden silinmiş gibiydi. Artık korku yoktu anneme sarılırken kendimi güvende hissetmiştim. Annem kollarını benden ayırdı , yüzüme şefkatle baktı , alnımı öptü. Ardından ,tıpkı bir kraliçeye yakışır biçimde, zarif parmaklarıyla kahyaya babamın kılıcını getirmesi için işaret verdi. Kahya yüzünde zoraki buruk bir gülümseme ve her zaman gösterdiği saygı ile önümde eğildi. Babamın ismini haykırdı babamın benim için temenni ettiği hatta neredeyse öngördüğü kader destanını okudu kılıcı teslim edip yerine geri geçti. Kılıcı elime aldığım an sanki efsanelerde anlatılan kötü ruhların büyüsüne kapılmışçasına huzursuzlandım. Elimde tuttuğum kılıç fakir, zengin ,  iyi , kötü , masum , günahkar demeden tüm kadın,  erkek ve çocukların kanıyla yıkanmıştı. Kılıcı daha fazla tutmak istemediğime karar verdim. Yatağımın yanında içinde, benim destanımın da bulunduğu, babamın sırf bu gün için topladığı resmi belgeler hatta değerli mücevherler barındıran sandığın üstüne bıraktım . Annem son defa gözlerimin içine baktı yavrusunu aslana yem etmiş ceylandan farksız ürkek ve kederli gözlerle…

Tahta geçmek, yönetici olmak istemiyordum. Hep olduğum gibi babamın öğütleri aksine ışığa muhtaç olanlara güneş olmak istiyordum . Babamın ve diğer atalarımın felsefesi kör kal, öldür, tahtı yücelt iken ben tam tersi tahtı yüceltmenin tek yolunun iyilik ve adalet olduğunu düşünüyordum. Elimden geldiğince kendi vicdanımı dinler aklımla hareket ederdim. Zalim olmak bana göre değildi ben canavar olamazdım tıpkı babam gibi olamazdım. Aslında babam hanedana ve tabi kendi ailesine karşı hep merhametli ve sevecendi fakat o tahta geçip o tacı takınca bambaşka birine dönüşüyordu. Güç adeta onu zifiri karanlığına hapsediyor önüne geleni öldürmeye itiyordu. 20’li yaşlarıma kadar her yöneticinin zalim olduğunu düşünürdüm ta ki sevgili kâhyam aynı şekilde akıl hocamın bana Sokrates, Platon gibi bilginlerin anlatılarını öğretene kadar. Onları okudukça zihnimin geliştiğini vicdanımın yumuşadığını hissediyordum. Onlar gibi toplumun mutlu kalmasının tek yolu olarak adil ve iyi bir yönetici olunması gerektiğini düşünüyordum. Ayrımcılık yapılmamasını uygun görüyordum. Fakat babamın bana yazdığı kader bunlardan çok uzaktı. Düşünmekten bitap düşüp yatağıma tekrardan uzandım. Güneş en tepeye çıktığı vakit halkın önünde aile yadigarı olan tacı takacak, kılıçla halkı kutsayarak yönetici olacaktım. Gözüm tekrardan sandığın üzerine duran kılıca takıldı. Balkondan içeriye giren güneş ışığı ile gökkuşağı renklerini saçarak ışıldıyordu. Kılıçtan yansıyan kıvılcımlar gözlerimi kör edercesine kamaştırmıştı. Yanında tam olarak algılayamadığım bir karaltı vardı. Kâhya kılıcı bırakırken sandığın üzeri boştu buna yemin edebilirdim. Fakat şuan kılıç tek başına orada değildi. Yavaşça yatağın üzerinde doğruldum, sandığa doğru elimi tereddüt ede ede uzattım, kılıcın sert güneş ile ısınmış kabzasını tutup havaya kaldırdım. Karaltı aslında benim mühürüm ile kapatılmış sarı eski bir parşömendi. Kahya bu parşömeni kılıcı teslim ederken gizlice bırakmış olmalıydı. Mührü yavaşça kağıda zarar vermeden kırdım. Gizemli kâğıdı korkusuzca, heycanlı bir şekilde açtım. Parşömen üzerinde kâhyaya ait el yazısı ile şöyle diyordu:

“Yönetici erdemli olmalıdır”

Çözüm bu kadar basitti. Erdem olacaktım tahtın getirdiği sorumluluk ağır olabilirdi fakat çözümü diktatörlük, zalimlik kabalık değil; adaletli, erdemli bir yönetici olmalıydım. Babamın bana yazdığı kasvetli günahkar kadere uymayacaktım! Bu söz sayesinde içime bir nebze de olsa su serpilmişti. Kendimi daha güçlü, huzurlu hissediyordum. Doğru olan erdemli olandı iyilikten şaşmayacak, gün ışığı olmaya devam edecektim. Hemen hızlıca yataktan fırladım. Kavurucu sıcağa karşılık mermer zemin buz gibiydi ayaklarımdan vücuduma gelen ferahlık hissi şu anki ruh halimi daha da iyileştiriyordu. Koşarak balkona çıktım. Taç giyme töreni için halk toplanmış, askerler dizilmişti. Benim için şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyordu. Övgü dolu sesler davullar ile iş birliği içerisinde yükseliyordu.Halkım babam gibi olmamamı umuyordu bunu ruhumun derinliklerinde hissediyor hatta halkımın gözlerinin içinde bile görüyordum. Halkımı asla yüz üstü bırakmayacaktım diktatör olmayacaktım. Heyecanlı aynı zamanda huzur dolu bedenim dışarı çıkmak, halka iyi bir yönetici olacağımı haykırmak için beni tetikliyordu. Hislerime daha fazla karşı koyamadım. Kapıya yanaştım, altın rengi kapı kolunu çevirdim, muhafıza kahyayı getirmesini emredip içeri girdim. Kısa bir süre ardından kapı ardına kadar açıldı. Yaşlı kâhya saygıda hiçbir kusura yer vermeyerek huzuruma kabulünü istedi. Kâhyanın gözlerine bakarak, gülümseyerek hazır olduğumu, halkımın karşısına çıkmak istediğimi söyledim.  Kâhya sabırla beni dinlerken gözünün yatağın üstünde duran parşömene takıldığını gördüm. Yüzünde hafif tebessüm ile başını önüne eğerek odadan dışarı çıktı. Bir müddet sonra odaya birkaç görevli beni hazırlamak için içeri girdi…

Altın yolda yavaş yavaş ilerliyordum. Birkaç güçlü adım sonunda halkımın karşısına çıkacaktım. Kılıcı odadan çıkarken elime almıştım. Kabzasını sıkı sıkı tutuyordum. Yere her sürtündüğünde adaletimi simgelermiş gibi kıvılcımlar çıkarıyordu. Tacım tahtın yanında ufak bir sandıkta daha ilk doğduğum günden hazırlanmıştı. O günden beri annem tacı en büyük hazinesi olarak bilmiş, gözü gibi sakınmıştı. Dışarıda benim için okunan dualar dile getirilen övgülerin gürültüsü kulakları sağır edecek cinstendi. Dışarı attığım her adımda korkum azalıyordu. İçimden sürekli “Erdem yönetici olacağım” diyordum. Son adımı attım , artık tahtın yanındaydım. Annem, görevliler , kâhya  ve tabi yüce halkım bembeyaz giyinmişlerdi. Güneş tam tepede yeryüzünü kavuruyordu. Muhafızlar sıcaktan bunalmıştı fakat saygıda kusur etmemek için en ufak hareketten bile sakınıyorlardı. Altın süslemeli , kan , vahşet ve acımasızlıktan yapılmış tahta oturdum. Kâhya doğduğum günden beri yazılan sözde “Kaderimi” belirleyen destanı okuyarak sandığı açtı. Annem tacımı, en kıymetli hazinesini, narin elleriyle büyük bir titizlikle kaldırdı başıma yerleştirdi. Tüm bu olanlar karşısında halk çılgınca bağırıyor, alkışlar dinmiyordu. Tacı kafamda hissettiğim an sırtımdan tüm vücuduma doğru güçlü bir ürperti beni sarstı. Güç bendeydi artık en güçlü devletlerden biri olan Hiva’nın sahibiydim ben. Güç aklımı almıştı. Bu gücü kaybetmemek için her şeyi yapabilirdim. Bu zenginlik için her şeyimi feda ederdim. Neler oluyordu bana? Güç aklımı başımdan almış gibiydi. Ülkemi genişletmek, hanedanı en kutsal olana kadar yüceltmek , hazineme hazine katmak için adeta deliriyordum. Sokrates, Platon, Aristotales kimin umrundaydı ki! Bu kadar güç kolay elde edilemezdi. Bunu kaybedemezdim. Hepsi benimdi, her şey benim olmalıydı. Yüzümde ufak bir gülüş belirdi. Kendinden emin, istediğini yapmakta özgür olduğunun farkında olan, güçlü, yıkılmaz yöneticinin gülümsemesiydi bu. Beni izleyen annem ve kâhyanın yüzleri birden asılmıştı. Nedenini tahmin edebiliyordum. Babama benziyordum. Hatta tüm atalarıma benziyordum. Halkıma baktım. Gözeleri korkuyla bana bakıyordu. Bunun verdiği zevk… Daha öne hiçbir şey bunu yaşatamamıştı. Tahtı korumak için genç ruhum kıvranıyordu. Kalbim, avına atılmaya hazırlanan bir yılan gibi olabildiğince güçlü atıyordu. Hatta güneş bile benden o kadar korkuyordu ki yavaştan batmaya başlamıştı bile. Elim ile işaret edip benim için okunan şiirleri susturdum. Ardından ağzımdan şu sözler tek tek döküldü:

Ben güzelliği uğruna güneşin utanarak batmasını sağlayan kraliçe Neffi ile gücü sayesinde depremlere sellere hükmeden kral Hazari’nin kızı, yüce Hiva’nın tek varis kraliçe Nefzi. Taht uğruna karşıma çıkan her erkek, kadın ile çocuğu alt etmeye yemin içmiş ilk ve tek kadın diktatör! Ey halkım bağlılığınızı kanıtlamak ve kraliçenizi şımartmak için önümde diz çökün.

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: