“Mayday mayday! Sağ arka motor güç kaybediyor. Acil cevap! Önümüzde iniş yapılacak bir düzlük var mı? Lanet olsun! Bir füze daha geliyor!” Bunlar Marie’nin, abisinin sesini son duyuşuydu. Radyoda yayınlanan bu ses kaydı Marie’nin kulaklarında yankılanıyordu. Daha on beşinde bir genç kız iken duyduğu bu radyo anonsu ve beraberinde gelen patlama sesi Marie’nin acı hikâyesinin sadece başlangıcıydı. İkinci dünya savaşının son yıllarıydı. Marie Alman bir ailenin en küçük kızıydı. Daha yaşı 15 iken gördüğü tek şey acılar, savaşlar, ayrılıklar ve gözyaşlarıydı. Savaşın ortasında ne çocukluğunu yaşayabildi, ne de doğru düzgün okula gidebilmişti. Marie’nin iki tane de abisi vardı. Bunlardan birisi bir saldırı sırasında düşen uçağın pilotuydu ve onu o savaşta kaybetmişti.  Takvimler 1945 yılının 24 Aralık gününü göstermekteydi. Hava çok soğuktu, ısınmak için ne yakacakları odun ne de beslenmek için yiyecekleri vardı. Marie’nin babası hastaydı, abisi Harry ise çalışmak ve para kazanmak için Berlin’e gitmişti. Ailenin geçimini sağlamak Marie ve yaşlı annesine kalmıştı. Ama ikisi de kadın oldukları için o yıllarda iş bulmaları çok zordu. Ormandan odun toplamak için ise kas gücüne ihtiyaçları vardı.  Zor da olsa hayatlarını sürdürmeyi başarıyorlardı.

Böyle birkaç yıl yaşadılar. Marie artık 18 yaşında bir genç kız olmuştu. Savaşın insanlar üzerinde bıraktığı travma, yavaş yavaş yerini hayatta tutunmaya ve yaraları sarmaya bırakmıştı. Artık 1948 yılının Nisan ayıydı, çiçekler açmaya, ağaçlar filizlenmeye başlamıştı. Kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye başlamış ve insanlarda yaşama sevinci belirmişti. Bu sırada Marie, komşu çocuğu olan Markus’ la sık sık zaman geçirmeye başlamıştı. Markus kendisinden 2 yaş büyük, uzun boylu, Musevi bir ailenin çocuğuydu. Marie, Markus’la sohbet etmeyi çok seviyordu. Markus ve ailesi Nazi kampında hayatta kalmayı başaran nadir ailelerden biriydi. Çok zorluk görmüşler, işkenceye maruz kalmışlardı. Markus, Yahudi bir ailenin çocuğu olduğu için çok aramasına rağmen iş bulamamıştı. O yıllarda Musevi olan ailelere ne iş veriliyor, ne de kız veriliyordu. Marie ile Markus birbirini sevmiş ve evlenme kararı almışlardı. Ancak ortada bir sorun vardı. O sorun da Marie’nin ailesinin çok katı bir Katolik Hristiyan olmasıydı. Onlar da çok iyi biliyordu ki, Katolik bir aile kızlarını asla Musevi bir aileye vermezlerdi. Kızlarının bu konudaki fikirlerini ve duygularını konuşmazlardı.

Savaşın vermiş olduğu acıların, yoksullukların ve işsizliğin sebep olduğu yaraları sarmak için Almanya’da fabrikalar teker teker açılmaya başlamış ve normal yaşama dönme belirtileri görülüyordu. Marie ve Markus Almanya’nın en fakir kentlerinden biri olan Duisburg’da yaşıyorlardı. Markus’un Marie ile birlikte hayat kurması ve ailesini ikna etmesi için çalışmaya ihtiyacı vardı. Çünkü Duisburg’da kendilerini bile zor geçindiriyorlardı. Marie’ nin ailesi ise, Berlin’ de bir fabrikada çalışan abisi Harry’ nin kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra geriye kalan az miktarda parayı zorla gönderebildiği miktarla yetinmek zorundaydı. Marie ve ailesi, abisinin gönderdiği bu az miktarda parayla geçinmeye çalışıyordu. Marie annesine, abisinin yanına giderek çalışmak istediğini, ailesine katkı sağlamak istediğini söyledi. Annesi Derica bu fikre sıcak bakmıştı. Bu fikri hasta olan kocası Tahbert’le paylaştı. Tahbert bu fikre hiç sıcak bakmadı. Hatta çok sinirlendi, bir hışımla hasta yatağından kalktı ve Derica’ya bir tokat attı. Kapı aralığında duran Marie ise korku içinde konuşmalara kulak kesildi ve babasının şu cümleyi haykırdığını duydu; “Bir kız çocuğu tek başına hiçbir yere gidemez. Buna asla izin vermem.” Aslında Tahbert’in sözleri boşuna değildi. O yıllarda bir kadının yalnız seyahat etmesi veya büyük bir şehirde yalnız başına yaşaması dünyanın her yerinde imkânsızdı. Babasından izin alamayan Marie, Duisburg’da iş aramaya karar vermişti. Kısıtlı imkânlara sahip olan Duisburg’da az sayıda fabrika olduğundan dolayı iş yerleri tercihlerini, kas gücüne sahip olan, işlerine yarayabilecek erkek işçilerden yana kullanıyorlardı.

Bir süre sonra Duisburg’da makarna üretimi yapmak için yeni bir fabrikanın açılacağını öğrenen Marie çok sevinmişti. Fabrika bir yıl sonra faaliyete açıldı ve işçi alımları için başvuruları kabul etmeye başlamıştı. Marie bu ilanı gördüğünde sevinçten deliye dönmüştü. Erkenden yatağından fırlayarak iş başvurusunda bulunan Marie, önce erkeklerin başvurularının kabul edildiğini, kadınların ise bir hafta sonra başvuracağını öğrendiğinde tekrar karamsarlığa kapılmıştı. Ama bir hafta sonra kadınların başvuru kabulü başlamıştı. Marie’nin büyük ümitlerle yaptığı başvuru kabul edilmişti. İş bulma sevinciyle aylık kaç Mark alacağını bile sormamıştı. Birinci ay dolmuştu ve ilk maaşını almak için heyecan içinde fabrikanın muhasebesinin önünde sırasını beklemek için yerini almıştı. Sıra kendine yavaş yavaş yaklaştığında alacak olduğu maaş ile annesine ve babasına ne tür hediye alacağının hayalini kuruyordu. Önünde sadece Charles adındaki iş arkadaşı kalmıştı. Charles, zayıf yapılı, genç bir adamdı. Charles maaşını aldı ve sıra Marie’ye geldi. Bir ay boyunca Marie, Charles ile aynı işi yapmıştı. Ama Charles’ın almış olduğu maaş ile kendisinin aldığı maaş aynı değildi. Şaşkınlık içinde kalan Marie muhasebeciye, “Ben Charles ile bir ay boyunca aynı işi yaptım. Bir yanlışlık olmalı, bana verilen maaş ile Charles’ın aldığı maaş neden aynı değil?” diye sordu. Muhasebedeki kişi Marie’nin şaşırmasına anlam veremedi ve “Kadınlarla erkeklere aynı maaşı vermiyoruz, erkekler evlerine bakmak zorundalar. Tabii ki daha yüksek miktarda para kazanmalılar” dedi. Marie itiraz edemedi, çünkü çaresizdi. İtiraz etse ne olacaktı sanki. Elindekiyle yetinmeyi düşündü ama Marie’nin aldığı ilk maaşla evin aylık temel ihtiyaçlarını bile karşılaması çok zordu.

Bu sırada Markus iş aramak için Berlin’ in yolunu çoktan tutmuştu. Markus Berlin’e gider gitmez araba lastiği üreten bir fabrikada hemen iş bulmuştu. Burada maaşı da oldukça iyiydi. Markus birkaç yıl burada çalıştıktan sonra, Marie ile artık evlenebileceğini düşünüyordu. Markus Marie’ye bir mektup yazdı. Markus’un mektubu eline ulaştığında büyük bir merak ve heyecanla Markus’un kendisi ve gelecekleri hakkında neler yazdığını hemen okumaya başladı. Mektupta, Markus’un çok güzel bir iş bulduğu ve birkaç yıl çalıştıktan sonra yuvalarını kurabilecekleri yazıyordu.

Aradan yıllar geçti. Takvim yaprakları 1961 yılını gösteriyordu. Hava çok soğuktu, aylardan Şubat ayıydı. Marie’nin hasta olan babası Tahbert ölmüştü. Artık annesiyle birlikte hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Ama geçinmeleri çok zorlaşmıştı. Annesi de yaşlanmıştı, ev işlerini yapmakta güçlük çekiyordu. Marie hem işe hem de ev işlerine yetişmek zorundaydı. Annesi Marie’ den habersiz, abisi Harry’ ye mektup gönderdi. Mektupta şunlar yazıyordu; “Oğlum Harry, baban öldükten sonra kardeşin ve ben burada çok zorlanıyoruz. Kardeşinin fabrikadan aldığı maaş evimizin ihtiyaçlarını bile zor karşılıyor. Acaba senin yanına taşınabilir miyiz?”. Harry ise annesinin mektubunu okuduğunda çok sevindi ve hemen kabul etti. Çünkü o yıllarda Berlin’de iş bulmak çok kolaydı. Annesi işten yorgun gelen kızına yemekten hemen sonra bu konuyu açtı. Marie doğup büyüdüğü Duisburg’tan ayrılmanın çok zor olduğunu biliyordu ama Markus’un Berlin’de yaşadığını da bildiği için annesinin teklifini hemen kabul etmişti. Marie, çalıştığı fabrikadan hemen istifa etti ve hiç vakit kaybetmeden annesiyle birlikte Berlin’ e taşındılar.

Marie ve annesi 18 Nisan 1961 tarihinde Berlin’e yerleşmişlerdi ve ertesi gün abisinin çalıştığı fabrikada Marie işe girmişti. Markus’un evi Marie’nin oturdukları semte biraz uzaktı. Hafta sonları Markus ile birlikte Berlin Flak Kulesinin yakınlarında bir parkta buluşup, hayallerini ve geleceklerini konuşmaya başlamışlardı. Markus artık ekonomik bağımsızlığına kavuşmuştu. Artık evliliklerine karşı çıkan kimse de kalmamıştı. Marie ile Markus her pazar günü buluşup planlar yapıyorlardı.

Marie, abisi Harry’ ye Markus’la evlenmek istediğini açıkladı. Harry ise yıllık izinlerinin Ağustos ayında olduğu ve bunun için düğünlerinin yaz ayında yapılırsa daha iyi olacağını söyledi. Marie, düğün tarihinin Ağustos ayında olmasının mantıklı olacağını düşündü ve bunu Markus’a söyledi, Markus’ta bu fikre sıcak baktı. Marie ve Markus nikah tarihi almak için belediyenin yolunu tuttular. Evlenme tarihleri 6 Ağustos 1961 olarak belirlenmişti artık. Her ikisi de çok sevinçliydi. Yaşayacakları evi tuttular. Eşyalarını yavaş yavaş almaya başladılar. Nikahın yapılacağı yeri kiraladılar. Artık her şey hazırdı. Her ikisinin de içi içine sığmıyordu. Heyecanla nikah günlerini iple çekiyorlardı.

Sonunda bekledikleri gün gelmiş çatmıştı. Çekilen acılardan, zorluklardan sonra rüya gibi bir düğünleri olmuştu. Her ikisi de çok mutluydular. İşyerlerinden aldıkları izin dolmuştu. Henüz iki haftalık evliydiler ve 13 Ağustos 1961 günü her ikisi de işe gitmek zorundaydı. Markus’un işyeri Berlin’in doğusunda, Marie’nin abisiyle çalıştığı fabrika ise Berlin’in batısında yer alıyordu. Evlendikleri günden sonra ilk iş günlerinde korkunç bir olay oldu. Almanya ikiye ayrılmış ve Berlin’ de 46 km uzunluğunda 4 metreye varan yükseklikte bir duvar örülmüştü. İş yerleri ayrı bölgede kalan Markus ile Marie’yi utanç duvarı olan Berlin duvarı tekrar ayırmıştı.

Aradan tam otuz yıl geçmişti. Marie ve Markus bu süre içerisinde birbirlerinin hasretleriyle her gün kahroldular. Ama her gün birbirlerini düşünüyor ve tekrar kavuşacaklarını ümit ediyorlardı. Her ne kadar toplum dul kadınları dışlasa da, bir erkeğin ona bakması gerektiğini söyleyip başka biriyle evlenmeye zorlasa da, ikisi de asla başkalarıyla evlenmediler. Tarihler 1991 Kasım ayını gösteriyordu. Bu utanç duvarının yıkılacağı haberi tüm ülkeye yayılmıştı. Ve beklenen gün geldi. Yıkılmanın gerçekleştiği gün duvarın doğusunda Markus, batı tarafında ise Marie heyecanla beklemelerini sürdürdüler. Aradan geçen 30 yıl sonra bir daha ayrılmamak üzere kavuştular.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: