Çoğu oğlan çocuğu gibi ben de hayatımın belirli dönemlerinde babamla sorunları olan bir çocuktum. Bizimkilerin boşanmış olmasının etkisiyle babama karşı olan öfkem ve tahammülsüzlüğüm diğer çocuklardan farklı bir boyutta olmuş olabilir tabii. Çoğu konuda olduğu gibi babamla ilişkim konusunda da bazı şeyleri daha iyi anlayabilmek için büyümem gerekti. Zaten hayatın en büyük acımasızlığı da bu değil mi? Elinden zamanını ve hayatının büyük bir kısmını almadan veya bazı şeyleri yaşatmadan hiçbir şey öğretmiyor insana.

Babamın yüzüne içimdekileri kustuğum zamanı anlatarak başlayayım. O zamanlar lise talebesiydim, genç bir delikanlıydım. Hayatımın belki de en güzel geçmesi gereken – en azından benim öyle umduğum – zamanıydı. O gün okul çıkışı babamla buluşmak için okul bahçesinde bekliyordum. Annemle ayrıldıklarından beri babamla pek sık görüştüğüm söylenemezdi. Gerçi ikisi birlikteyken de babamla çok vakit geçirmezdik. Babam hakkında düşüncelerimi o zamanlar anlayamıyordum, ondan nefret mi ediyordum, yoksa onu seviyor muydum hiçbir fikrim yoktu. Tek bildiğim, onu pek görmek istemediğimdi. Fazla vakit geçirmediğimiz için onu tanımıyordum desem yeridir ama buna rağmen paylaşacak tek bir şeyimiz, tek bir ortak noktamız bile olmadığından emindim. Buluştuğumuz zamanlarda havadan sudan konuşma faslı bittikten sonra boğucu bir sessizlik hâkim olurdu hep. Ne o beni tanıyordu ne de ben onu tanıyordum. Birer yabancı gibiydik. Her buluşmamızın belli bir noktasından sonra ikimizin de içinden “Hadi bitse de gitsek.” dediğine adım gibi emindim o zamanlar.

            Arabasının sesini duydum ve geldiğini anlayıp bahçeden okulun kapısına doğru yürüdüm. Arabasının sesi bile beni rahatsız ediyordu. Arabada bir sorun olduğu ve tamire götürmeye üşendiği belliydi, gürültülü ve her yerde tanıyacağım bir motor sesi vardı ihtiyar arabanın. Babam da beni gördü ve binmem için arabasını durdurdu. Sıkıla sıkıla arabaya bindim.

“Nasılsın oğlum?”

“İyiyim baba, sen nasılsın?”

“Aynı işte bildiğin gibi oğlum, özledim seni.”

“Ben de özledim, uzun zamandır görüşemiyoruz.” dedim. Bir noktaya kadar onu kırmamak için içimden gelmediği halde bu şekilde konuştuğum oluyordu. Ayrıca ne olursa olsun aile büyüklerine karşı saygılı olunmalıydı, bize böyle öğretilmişti.

“Senin okul benim iş derken vakit bulamıyoruz be oğlum.”

Soğuk bir selamlaşmadan sonra okuldaki derslerim, arkadaşlarım, aşk hayatım ve yakın gelecekteki planlarım hakkında üstünkörü ve samimiyetsiz sohbetlerle ilerledi yolculuğumuz. Babamla geçirdiğim anlardaki her detay beni rahatsız ediyordu, hele de şu arabanın teybinde çalan müzik. Babamı müzik konusunda oldukça hep zevksiz bulmuşumdur. Genelde Türk sanat müziği ve arabesk dinlerdi babam, hepsi de benim içimi bayıyordu. Bir zamandan sonra insanların bireysel zevklerine anlayış göstermeye başlamış olsam da hala bu tip müzikleri berbat bulduğum doğrudur. Ben o yıllarda rock n’ roll dinliyordum. Arabesk ve Türk sanat müziği bir yana, dili Türkçe olup içinde gitar ve davul sesi barındırmayan her şarkı bana göre müziğe karşı birer hakaretten ibaretti. Öyle şarkıları dinleyenler de gözümde ufacık bile müzikten anlamayan zevksiz insanlardı. Daha fazla dayanamayıp müziği kapattırdım babama.

“Baba, müziği kapatsak olur mu? Bugün dersler ağırdı ve başım ağrıyor.”

“Tamam oğlum, kapatalım.”

            Babam eve geldikten sonra her zamanki gibi sıkboğaz etmeye başladı beni. Aç mısın? Şunu da ye. Şunu da getireyim mi? Şundan da ister misin yanında? Ne her teklifi kabul etmek onu susturuyordu ne de her teklifi reddetmek. Birlikte yemek hazırladık ve masayı kurduk. Yemek yerken konuşmaya ara vermek iyi gelmişti. Rahat bir nefes aldığımı hissetmiştim. Yemeğimizi yiyip ortalığı toparladıktan sonra birlikte oturduk. Sıkıcı sohbetimiz devam ederken ruh halim babamın da gözüne battı. Zaten tavrım ve duygularımı dışa vuruş tarzımdan gözüne batmaması mümkün değildi.

“Bir şey soracağım oğlum?”

“Tabii ki baba.”

“Benimleyken hep sıkılıyor musun?”

Bu soruyu sorması beni içimden güldürmüştü. “Evet ulan!” diye bağırasım gelmişti. Aslında babamın o kadar da sıkıcı biri olmadığını, benim çok kibirli ve huysuz biri olduğumu sonradan anlamıştım. Fakat o zamanlarda böyle bir sorunun cevabı katiyen “Evet.” idi. Babam bu soruya benzer soruları daha önce de sorardı ama ben hep, bunun yalnızca arada sırada geçirmem gereken sıkıcı bir zaman olduğunu, bunun için kimseyi kırmaya gerek olmadığını düşündüğümden ve kendimce güya sabır gösterdiğimden bu sorulara hep “Hayır.” demiştim, öyle hissetmediğim halde. Fakat nedense o gün bu sözde sabrım taşmıştı ve içimden geleni söylemeye karar vermiştim.

“Evet baba, sıkılıyorum.”

“Peki neden hiç bana söylemiyorsun?”

“Seni kırmamak için. Hem söylesem ne değişecek ki?”

“Bana boş yere mesafeli davranıyorsun oğlum. Belki güzel vakit geçireceğimiz bir şeyler buluruz ama sen hiç buna yanaşmıyorsun.”

“Bizim birlikte güzel vakit geçirme imkânımız yok ki baba. Sen sıkılmıyor musun sanki buluştuğumuz zaman?”

“Hayır oğlum, neden sıkılayım? Seni gördüğüme seviniyorum ama aynı zamanda bana böyle davrandığın için üzülüyorum da. Bana karşı önyargından ve küçümsemenden kurtulsan belki sen de bu kadar sıkılmazsın.”

“Seni küçümsediğim falan yok. Sadece ortak bir noktamızın olmadığını düşünüyorum. Biz seninle çok farklıyız. Birbirimizin tam zıttıyız.”

“Neden bu kadar önyargılısın? Seninle konuşmaya çalışıyorum. Sıkıldığını belli ede ede bıkkın bıkkın bir şeyler söyleyip susuyorsun. Seninle konuşulmuyor bile. Bir şey bilmeden fikir sahibi olmuşsun. Buna önyargı denir.”

“Ne konuşacağız sanki baba? Benim hakkımda ne biliyorsun? Ben senin hakkında ne biliyorum? Birbirimizi ne kadar tanıyoruz? Hatta ne kadar umursuyoruz? Bence zorlamanın âlemi yok.”

“Seni geri evine bırakayım ister misin oğlum? Madem benimleyken bu kadar sıkılıyorsun, sana daha fazla işkence çektirmeyeyim.”

“Özür dilerim baba, seni kırmak istemiyorum. Sana dürüstçe içimdekileri söyledim. Lütfen anlayış göster ve üzülme.”

Bu konuşmadan sonra babam o gün beni annemle yaşadığım evime bıraktı. İçimdeki öfkeyi ve kini dışa vurmanın verdiği rahatlama, konuşma bittikten sonra yerini derin bir burukluğa, üzüntüye ve pişmanlığa bırakmıştı. O günden sonra yıllarca babamla sadece belirli özel günlerde görüşür olduk. Bayramlar, doğum günleri, mezuniyetler, düğünler… Yaşım büyüdükçe babama olan yersiz öfkem giderek azalıyordu. Yeterince büyüdüğümde her insanın bir yaştan sonra farkına vardığı; aslında hiç kimsenin o kadar da farklı, benzersiz ve özel olmadığı gerçeğinin ben de farkına varmıştım. Bu gerçeğin farkına varmam, babama karşı olan duygularımı daha iyi anlamamı sağlamıştı.

Hayatım boyunca toplumun şehir insanına dayattığı görevleri sırasıyla yaptım. Okulumu bitirdim, iş buldum ve evlendim. Ayrıca bir de oğlum oldu. Oğlum doğduktan 3 ay sonra babam öldü. Her ne kadar sonradan onu aslında sevdiğimi ve onu daha iyi tanımak ve onunla daha çok vakit geçirmek istediğimi anlasam da bunun için çok geçti. Ona vakit ayıramamıştım. Zamanında çalıştığı işten vakit ayırıp benimle vakit geçirmek için can atan babama, onun sıradan olduğunu düşündüğüm için beğenmediğim hayatından daha sıra dışı olmayan kendi hayatımın koşuşturmacası yüzünden zaman ayıramamıştım. Onun yaptığı ve benim sıkıcı, gereksiz, saçma ve aşırı sıradan bulduğum her şeyi teker teker kendim de yaptım. Güya herkesinkinden farklı bir hayatım olacaktı. Hayatım tıpkı babamın yaptığı gibi evden işe işten eve gitmekle, yaz aylarında fırsat bulursam ailemi tatile çıkarmakla geçiyordu. Hayattan az da olsa keyif aldığım bir aylık yaz tatiline çıkabilmek için yılda 11 ay hareketsiz bir şekilde ofisimde tıkılı kalmış çalışıyordum. Bir aile sahibi olduğum ve onları da düşünmek zorunda olduğum için işimi bırakıp gidemiyordum. O meşhur şarkıda* dendiği gibi, artık ben de sistem denilen bu duvarın üzerine eklenmiş bir tuğlaydım yalnızca.

İnsan aşırı sıradan ve rutine binmiş hayata çabuk alışıyormuş, sonradan fark ettim. Yıllar geçti, 40’lı yaşlarıma geldim. Hayal ettiğim hiçbir şeyi yapamadım. Ne istediğim ülkeleri gezebildim, ne herhangi bir kitap yazabildim, ne de dünyaya beni hatırlatacak bir iz bırakabildim. İstemeye istemeye babamın izinden gittim ve onun yaptığı her şeyi teker teker yapmaya devam ettim. Çok geçmeden bunların arasına boşanmayı da ekledim. Eşimle boşanmam tıpkı annem ve babamın boşanması gibi oldu. İlgisizlikle, asık suratlılıkla ve huzur kaçırmakla suçlandım. Liseye giden oğlum şu anda annesiyle birlikte yaşıyor. Arada sırada buluşuyoruz, bazen benim evimde kalıyor. Ayrı yaşamamıza rağmen onunla vakit geçirmek, onu tanımak istiyorum. Çünkü onu çok seviyorum. Elimden geldiğince onunla ilgilenmeye, iyi bir baba olmaya çalışıyorum çünkü elimde kalan tek şey bu. Bundan sonra gerçekleştirmek istediğim tek hayalim, hiç olmazsa oğluma iyi bir baba olabilmek.

Geçenlerde oğlumla buluşmak için sözleştik yine. Onu okulundan alacaktım, sonra bizim eve gidecektik. Önce yemek yeriz, belki bir film izleriz, sonra baba oğul laflarız diye umuyordum. Okulunun çıkış saatinden biraz sonra oraya vardım ve yanında durdum, arabaya bindi ve evime doğru yola koyulduk. Küçük bir sohbetten sonra susup kaldık ikimiz de. Sonrasında sessizliği bozan o olmuştu:

“Baba, rica etsem teybi kapatabilir miyiz?” SON.

 

*Bahsi geçen şarkı: Another Brick in the Wall (Anlamı: Duvardaki bir başka tuğla) – Pink Floyd

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: