Hava kapalı. Bugün gitmesem mi acaba demedi Esma, kalbi pır pır.  Börek yapmıştı, sürpriz olsundu bugün. Tophane’nin solundaki yokuştan yukarı yürüdü. ‘’Esma ül Hüsna’’ derdi babaannesi, sayardı bir bir. Beraber cuma günlerini kapalı çarşı yolundaki türbelerde mevlitlere giderlerdi. Başındaki örtü sıyrılınca kızardı tok sesli şişman teyzeler dua arasında. Utanırdı Esma ama bir şey diyemezdi, ayıp. Babaannesine sokulurdu biraz daha hem orada olmak istemezdi hem de merak ederdi neden geldiklerini… Adak mevlitleri olurdu kasvetli ağır sülsuyu ve hacı misi kokan türbelerde; çoğunlukla hayırlı kısmet, çocuk, ev, iş, okul dilekleri. Duaları kabul olursa şeker dağıtırlardı. Yoksul olanlar küp şeker, hali vakti yerinde olanlarsa kağıtlı şeker. Esma’nın adağı ise başka biri olmaktı. Pek güzel bir çocuk değildi, akıllı da sayılmazdı, kimse başını okşayıp adını sormazdı, gerçekten görmezdi onu, yok gibi. Nasıl çocuksam diye düşündü, arkadaşım da yokmuş pek babaannemin eteğinde öyle.

Sağlı sollu dükkanlara baktı göz ucuyla, havlucu, köfteci, bakırcı akşamüstü mahmurluğu ile dükkan önünde müşteri bekliyorlar. Yol arnavut kaldırımıydı, yazın pek kaymazdı ama yağmurda, karda fena. Ayakkabılarına baktı, tabanı kösele çirkin bir şey. Sert kösele iyidir derdi babası lastik tabanlı son moda ayakkabılardan aldırmazdı. Topuğuna atılmış pençe tak tak ses çıkarıyor boş sokaklarda, parmak ucuna basarak yürümeye çalışıyor Esma. Duvar dipleri yosunlu mezarlığa gelince derin bir soluk aldı Esma. Çocukluğundan alışık mezarlıklara, evlerine giden kestirme yol mezarlık içinden geçiyor. Gündüz hiç kokmaz ama akşam uzun yoldan dolanarak eve gidiyor dua okuya okuya. Mezarlık bahçesindeki asırlık ağaçlardan pek güneş almıyor sokak belli. Hızlıca yolun karşısına geçti Esma. Birinci değil ikinci aradan sola döndü, eski bir evin önünde durdu, başı önünde. Sıvaları dökülmüş yüksek bahçe duvarı, eski bir tahta kapı; zil yok. Geleceğini bilse kapıyı aralık bırakırdı Emin. Ama habersiz geldi bugün ilk kez. Anahtarın yerini biliyordu, acil bir şey olursa diye göstermişti Emin ne olacaksa. Etrafa baktı ürkekçe Esma, karşı evin penceresinde bir karartı gördü ansızın, sonra perde açıldı yaşlı komşu teyzeyle göz göze geldi – hoş geldin kızım dedi, Emin eve gelmedi daha. Yüzünü ateş bastı, utandı hafiften. Emin nişanlım demişti teyzeye ki değildi; nasıl olsundu her şey dengi dengine derdi babaannesi. Arabası bile var, ailesi nasıldır kim bilir Emin’in. Büyük bir salon hayal ederdi akşamları yatağında Esma; tabandan tavana geniş pencereli, 2 zarif basamakla iniliyor. Dergilerde, vitrinlerde ne gördüyse olmalı o güzel evde. Yan duvarda pahalı güzel ciltli kitapların olduğu bir kütüphane. Yerde kabartmalı Çin halısı, baygın güzel renkleri olan, perdelerle bir örnek. Duvar kağıtlı, kireç badanalı değil. Ahşap bir merdivenle üst kata çıkılıyor. Kesin küvetli banyosu var, alafranga tuvaleti de evlerinin. İllaki kalorifer. Belki piyano bile… Oysa kendileri öyle mi? Muşamba ve kara beton üzerinde saçakları sökülmüş, yer yer havları dökülmüş eski halı, eprimiş kumaşlı gül kurusu kanepe, kırık ayağının altına tahta koydukları yeşil koltuk, dış dünya ile bağlantıyı kesen ağır kahve rengi perdeler ve paslı soba. Kaç kez hayal etti güzel bir evde onları ailecek karşıladıklarını ama söyleyemedi bu da sır. Yaşlı teyzeyle göz göze geldi yine. Yapayalnız bir kadın, yaz sonu pencerede unutulmuş cam güzeli çiçeği gibi. Bir başına ölümü bekliyor sanki.

 -Olsun beklerim ben bahçede – dedi Esma. Kapı yanındaki çıkma duvarda gevşek tuğlanın altını yokladı, sarı pirinçten kocaman anahtarı aldı, üstü çizik çizik olmuştu; yıllarca aynı kapının kilidinde dönmekten. Korktu Esma birden, yıllarca aynı kapı, aynı kilit. Nişanlı değiliz dedi, sevgili bile sayılmaz, sır bu. Hem bir zaman sonra kendiliğinden biter belki, başka türlü bir sevmek bu. Kapıdan içeri girdi. İki katlı kagir bir evdi bu. Ortada kurumuş şadırvanı olan eski bir konak belli. Nerden bulmuştu Emin böyle eski bir evi acaba? Evin avlusunda eski çeşmede elini yıkadı yeşil elma kokulu sabunla. Mozaik karolarla kaplı eski tuvalet, kazanlı banyo alt katta, mutfak kilerin yanında, tezgahı mozaik yine. İki göz tüplü ocağı hep tertemiz. Emin titiz, ev arkadaşı ile tartışma konusu mutfak, tuvalet temizliği. Sıvaları dökülmüş eski ev ve bakımsız bahçe ile uyumsuz ferforje ağır sandalyeye oturdu, soğuk metal içini ürpertti. Üçüncü sınıf eski bir kaplıca otelinin mobilyalarıydı bunlar. Eczaneden arkadaşı Harun’la, beraber alıp eve getirmişti Emin, beraberce boyamışlardı ılık bir bahar günü gülüşerek. Sanki istese onlar gibi yaşayabileceğini göstermek için kalıyordu bu eski evde hiç görmediği ev arkadaşıyla. Biliyordu işte Esma farklı o, başka türlü.

 İncecik bir hanımeli kokusu vardı havada, ağaçlarda süzülen ışıkta telaşlı bir coşku. Hepsi aşktandı belki, belki de değil. Aniden bir korku kapladı içini Esma’nın, usulca merdivene doğru yürüdü. Ev arkadaşı görmemeliydi onu, zaten o da hiç görmemişti Hüseyin’i. Emin her şeyi anlatmazdı öyle, ya da öyle bilinsin isterdi. Kaçarak geldiği şehir, ailesi, bıraktığı fakülte, yanında çalıştığını söylediği eczacı, haftada bir farklı mahlaslarla yazılarının yayımlandığını söylediği gazete… Hepsi muamma. Eğlenceliydi ama, kültürlüydü, çok okurdu, keyifli içerdi, güzel giyinmeyi severdi. Ada yazlarını anlatırdı uzun uzun, büyük aile sofralarını, arkadaşlarıyla gece alemlerini, eski sevgililerini… Esma da güzel giyinsin, süslensin isterdi kimse görmese de. Esma yazılan senaryo içinde bazen başrolde sanıyordu kendini bazen de figüran; metni hiç okumamış, günübirlik veriliyor ona hep.  Üst kata çıkarken hemencecik sıyrıldı bu ikilemden. Ahşap merdivenin 3. basamağı hep gıcırdıyor, ona basılmayacak, sundurmanın ortasından öteye geçmek yok! Veliye teyzenin sundurması aklına geldi. Kocamandı, koşarken sallanırdı. Hele mevlit ve kına gecelerinde hep birlikte aşağıya düşecekler sanırdı Esma, yine de içi ılık ve rahattı orda. Hep toprak fırında, kestane yaprağı üzerinde pişen ekşi hamur ve ekmek kokardı. 

Hüseyin’in kapısını ilk kez açık gördü Esma. Ya beni gördüyse diye ürperdi, duvar dibine yanaştı usulca. Bekledi ayakkabıları elinde. Ayakkabıları kapı önünde bırakmak da yasaktı. İçerde muşambanın üzerine koyardı Esma.  Kimse görmemeliydi buraya geldiğini. Sezmek başka, görmek başka derdi Emin. Hüseyin seziyor elbette benim bir sevgilim olduğunu ama görmezse kanıt yok derdi. Öyle kabullenirdi Esma, yokmuş gibi, sadece sevsin isterdi kendisini kimse bilmese de olur. Hiç ses yoktu evde, evin kendisi yorgun ve homurtuyla söyleniyordu sanki, rahat bırakın beni. Aniden irkildi Esma, odadaki her şey Emin’in odası ile aynıydı. Aynı kitaplık, kapının önündeki çirkin desenli muşamba, anneannesinin perdelerine benzeyen iri çiçek desenli patiska perde, kenarda atılıvermiş yeşil çizgili çarşaflı sünger yatak …Sadece ortada serili seccade, duvarda eski bir el yazması, kenarda bir açık bir rahle farklı. Gözlerini ovuşturdu, öylece bakakaldı odaya. Bahçe kapısının açıldığını duydu Esma, pencere kenarından usulca dışarı baktı. Yeşil uzun hırkalı, şalvar pantolonlu başında yeşil takkesi olan genç birinin avluya girdiğini gördü. Hüseyin olmalı diye düşündü. Korkuyla sundurmaya açılan yüklüğe girdi çabucak. Genç delikanlı merdivenlerden sakince yukarı çıktı, üçüncü basamağa basınca gıcırdadı eski ahşap. Esma yüklük dolabının budak deliğinden dışarıya baktı nefesini tutarak. Hüseyin odasına girdi ama kapıyı kapatmadı. Usulca hırkasını ve yeşil takkesini çıkardı sedire koydu. Ardından beyaz dantel namaz takkesini geçirdi başına ve namaza durdu. Gözlerine inanamadı Esma, odada namaz kılan genç, Emin’di. Adı kadar emindi, El Emin. Güneşte bronzlaşmış teniyle tekneden suya atlayan, rakı sofralarında muhabbeti bol, ada yakışıklısı Emin. Saatler sürdü sandı Esma namazı, oysa iyi bilirdi ikindi namazı 8 rekat. Emin selam verdi dudakları mırıl mırıl sonra seccadeyi kaldırdı, yakasız beyaz keten gömleğini ve şalvar pantolonunu çıkarıp buz mavisi dar kot pantolonu ve Esma’nın aldığı ona çok yakışan yeşil tişörtünü giydi. Kapıyı çekti ve ıslık çalarak karşı odaya geçti. Odadan hafif bir müzik yayıldı:

‘’Geceyi sana yazdım sızımı sana

Tutuldum güzel yüzüne, tenine tutuldum’’

Esma ayakkabıları elinde sessizce yüklük kapısını araladı. Parmak uçlarına basarak bahçeye doğru süzüldü. Bir kuş kadar hafif araladı bahçe kapısını kalbi ağzında dışarı çıktı. Kapının önünde lacivert bir araba. İlk kez ön koltuğuna oturduğu, torpido gözünde çiçekler bulduğu, arka camda hiç anlayamadığı ve Emin’in gülerek yanıtlamadığı kocaman 3+5= 8 çıkartması olan…Gözyaşları içinde koştu Esma. Ayakkabılarını giymek aklına geldiğinde mezarlığın yanına gelmişti bile. Aceleyle çantasını açtı. Büyükçe bir başörtüsünü eline aldı kolay ve alışkın hareketlerle verev katladı ve başına örttü. Çantasındaki kitapları çıkardı, duvarın üzerine bıraktı. Komşu kızı güzel Nilgün’ün kapı önüne koyuverdiği eski ziraat kitapları bir işine yaramazdı artık. Hüdavendigar otobüs durağına geldiğinde saatine baktı, vardiyasına 3 saat vardı daha ama canı dolaşmak istemedi. Emin’in onu güya kimse görmesin diye arka sokakta bıraktığı Fomara’ya değil de Teferrüç’e giden eski bir otobüse bindi. Bildik, tanıdık mahallesinin yoluna.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: