Pencereleri muşambayla kapatılmış, sıvasız evin duvarlarından içeriye süzülen rüzgâr, zayıf ama kararlıydı. Küçük ve karanlık oda; rüzgârın etkisi ile titreyen, eğilip bükülen ve sönmemek için büyük çaba sarf eden mumun ışığında aydınlandı.  Duvara, mumu tutan elin gölgesi düştü önce. Sonra da başka gölgeler…O ince bilekli el, mumu hareket ettirdikçe, karanlık ruhların kavgasını, itişip kakışmasını çağrıştıran gölgeler, kederli duvarlarda bir uzadı, bir kısaldı; sonra büyüdü, küçüldü… “Duvarın kederlisi olur mu?” derseniz… “Olur tabii! Olmaz mı?” Nasıl ki her acıyla, insanda bir yara açılır; her yara da o duvarlara bir çığlık kazır. Hacer’in sessiz çığlığını, iki yıldır, o iki odalı evin duvarlarından başka duyan yoktu.

 Briket aralarındaki harçların yer yer döküldüğü; bu yüzden yağmuru, rüzgârı ve soğuğu tutamayan, omuz verdiği çatının altındakileri hakkıyla koruyamayan duvarlara, büyük karton kolilerden kesilmiş parçalar çivilenmişti. Önünde büyük bir avlusu vardı evin. Avlunun sokak kapısına yakın ucunda, üstü tahtalarla kapatılmış; kapısı, paslı teneke parçalarından yapılmış bir de tuvaleti… Avlunun bir kısmı bahçeye dönüştürülmüştü ama bakımsız kalan ağaçların ve solmuş çiçeklerin haline bakılırsa, durum pek de iç açıcı değildi. Yan yana duran iki küçük odadan birinin penceresini, söğüt ağacının kurumaya yüz tutmuş dalları tamamen kapatmıştı. Evin arka tarafında ise mutfak ve banyonun bulunduğu bölüm vardı.

İki yıldır içinde yaşamaya korktuğu, son bir aydır da geceleri karanlığa mahkûm olan bu evin her yerinde Halil’in alın teri vardı oysa. Çocuklardan fırsat buldukça ve gücü yettiğince Hacer de yardım etmişti; ama Halil’in, harcı hazırlayışı, briketlerin üzerine yayışı, her yeni briketle aradan fışkıran harcı mala ile düzeltmesi ve yavaş yavaş yükselen evinin duvarlarına gururla bakışı zihninde taptaze duruyordu. Nasıl da mutluydular.

“La havle vela kuvvete illa billahil’aliyyil’azim…” Dilinde anne mirası dua… Tekrar tekrar okuyor, karanlık korkusunu yenmeye çalışıyordu. Alışamamıştı bir türlü karanlığa. Soğuk ve yoksulluk neyse de onu en çok bu karanlık korkutuyordu. Hele de Halil öldükten sonra korkusu ile baş edemez olmuştu. Sıkı sıkı tuttuğu muma, sönmesin diye diğer elini siper yaptı Hacer. Gardıroptan bir yorgan alıp geçecekti yan odaya. Bu gece hava daha bir soğuktu. Yan odada koyun koyuna uyuyan çocuklarının yanına kıvrılacaktı; son iki yıldır yaptığı gibi.

“Anaaa!” diye ağlayan küçük oğlunun sesini duyunca; mumu, sehpa niyetine kullandığı, bir ayağı eksik, eski, tahta sandalyenin üzerine dikkatlice koydu. Sandalyenin olmayan ayağının yerinde, eski kitap ve gazetelerden oluşturulmuş bir yığın vardı. Uzun süre yağsız kalan gardırobun kapağı, menteşelerinden yükselen ürkütücü sesle daha bir korkuttu Hacer’i. Hasan ağlamaya devam ediyordu. “Öbürleri de uyanacak şimdi!” diyerek, aceleyle eski pamuk yorganı alıp omuzuna yerleştirdi. Birbirinden alakasız renk ve desenlerdeki kumaşlardan kesilmiş yamalarla bezeli yorgan, Hacer’in ince ve çelimsiz vücudu için fazlasıyla ağırdı. Diğer eline; altlığı, yanan kısmın eriyiği ile dolmuş ve sönmeye yüz tutmuş olan mumu aldı. Hacer odadan çıkarken gölgeler de birer birer kayboldu.

 Diğer odanın kapısını açabilmek için mumu söndürüp pencerenin kenarına bıraktı. Sokak lambasından gelen ışık bu odayı az da olsa aydınlattığından önünü görebiliyordu. Usulca içeri süzüldü. Hasan tekrar uymuştu. Yer yatağında yan yana uyuyan bu üç küçük çocuk Hacer’in dünyadaki en değerli varlığıydı. Üzerlerindeki ince yorgan yeterince sıcak tutmadığından birbirlerine sokulmuş, büzülmüş ve daha da küçülmüşlerdi. Omuzundaki kalın, pamuk yorganı indirdi ve uyandırmamaya gayret ederek üzerlerine örttü. “Artık üşümezler! ” diye geçirdi aklından. İçi rahattı şimdi. Hasan’ın yanına sokuldu.

Geçen yıl kocasını iş kazasında kaybetmişti. İnşaatlarda, günlük yevmiye ile çalışırdı Halil. Evine ekmek götürmekten başka derdi olmayan; dürüst bir insan, iyi bir babaydı. Çalıştığı inşaatta iskele çökünce ağır yaralanmıştı. Günlerce yoğun bakımda kaldıktan sonra henüz yirmi sekiz yaşındayken; ardında, Hacer’i ve üç küçük çocuğunu bırakarak göçüp gitmişti. Halil bu dünyadan sessizce göçüp gittiğinde; kızı yedi, oğlu beş, Hasan daha iki yaşındaydı.

Gidişi sessiz olmuştu Halil’in. Ana yok, baba yok!  Üç küçük çocuklu Hacer’in bir başına gücü kime yeterdi? Kimsesizlikleri de eklenince kaderlerine; Halil’in ölümü, Hacer’in avucuna sıkıştırılan az bir paraya unutturuldu, gitti. “Unutur muyum?” diye iç geçirdi Hacer. Herkes öyle sansındı. “Hacer parayı aldı, Halil’i unuttu!” desindi komşular. O acısını bilirdi. Yüreğini hala kor gibi yakan acıyı!.. Bir de çocuklarını…

O herkesin göz koyduğu sus payı, tükenmeye yüz tutmuştu işte. Çoktan tükenirdi de üste başa vermeden; doktor, hastane yüzü görmeden sırf karın doyurmaya harcanan para, bugüne kadar getirmişti Hacer’i. Geçen ay elektrik faturasını ödeyememişti. Günlerdir evde elektrik yoktu. Su faturasını ödemişti ama mutfak için elinde avucunda son birkaç kuruşu kalmıştı. Yakacak odun da bitmişti şimdiden; üstelik daha kış bastırmamıştı.

Hasan uykusunda bir sağa bir sola dönüyor, inler gibi sesler çıkarıyordu. Kolunu, bacağını yorganın altından çıkardıkça; Hacer üstünü tekrar tekrar örttü. Çocuğun huzursuzluğu devam edince ateşini kontrol etti. Çok ateşi vardı. “Oy benim ak kuzum! Oy ciğerim! Kurban olduğum!” Hasan’ın saçlarını okşarken, yüreğine koca bir taş oturdu sanki. Halil’in de kıymetlisiydi Hasan. “Rahmetli babam gibi beyaz tenli bu…” derdi. Adı da dedesinden yadigardı. “Sirke kaldı mıydı ki?” diye düşündü. Var gibi hatırlıyordu ama emin değildi. Yattığı yerden usulca kalktı. Hasan’ın üzerini örttü. “Ateşi var ama… Örtmesem mi ki!” Aklı başka, ana yüreği başka söylüyordu. Kalın yorganı aldı üstünden, alttaki ince yorgan kaldı sadece. Sobanın yanında duran kibriti cebine attı. Ucu püsküllü, çeyizlik siyah örgü şalına sıkıca sarındı. Divanla, yer yatağı arasındaki boşluktan çocukların ayaklarına basmamaya çalışarak kapıya doğru yürüdü. Pencere kenarına bıraktığı, bitmeye yüz tutmuş mumu sokak lambasının ışığında yaktı.

Mumun alevini, rüzgârdan korumaya çalışarak yatak odasına geçti. Mutfağa gitmek için bu odadan geçmesi gerekiyordu. Çünkü, mutfakla banyonun bulunduğu arkadaki küçük avluya yatak odasının arka kapısından geçilebiliyordu. “La havle vela kuvvete illa billahil’aliyyil’azim…” Gayri ihtiyari; korktuğu, sıkıldığı, endişelendiği zamanlarda okuduğu duayı okumaya başladı yine.

Halil öldükten sonra bir daha uyumaya cesaret edemediği yatak, eskiciden aldıkları antika görünümlü gardırop, birkaç sandalye ve ufak tefek eşyanın olduğu ve insan sıcaklığından mahrum kaldığı için zamanla soğuk bir depoya dönüşen oda, yine gölgelerle doldu. Az önce yaşadığı korku da gölgelerle birlikte yeniden hortladı. Korkusuyla savaşmaktan yorulmuştu Hacer.

Mutfağa girince raflardan birine uzandı. Mumu elindeki plastik şişeye doğru tuttu. Dibinde az da olsa sirke görünce “Ohhh! Çok şükür Allah’ım!” diye fısıldadı. Işığı iyice zayıflamış olan mumu tezgâhın üzerine bıraktı. Sebzeliğin üst çekmecesinden yeni bir mum aldı ve yaktı. Onu da bardak altlığına oturttu. Mutfak iyice aydınlanmıştı. Tezgâhın altındaki dolabın kapağını açtı ve plastik bir kap çıkardı. Musluktan su doldurdu; sonra da şişede kalan sirkenin tamamını ilave etti. Temiz beze ihtiyacı kalmıştı bir tek. O da yatak odasındaki gardıroptaydı.

Hasan’ın ağlayan sesini duyunca, panikledi. “Hadi Hacer, hadi!” Hazırladığı sirkeli su dolu kapla birlikte yatak odasına yöneldi. Gölgelerin arasında ilerleyerek ve kalbi güm güm atarak, gardırobun kapağını, menteşe gıcırtısı eşliğinde açtı ve bezi aldı. Aynı anda dışarıdan gelen sesle irkildi ve elindeki kabı düşürdü. Kalan son sirkeyle hazırlamış olduğu su yere döküldü.

Hem korkudan hem sinirden ağlamak üzereydi. Dışarıdaki sese kulak kabarttı. Hasan’ın “Anaaa!” diye ağlayan sesini tekrar duyduğunda onun avluda olduğunu anladı. Gölgeleri de korkusunu da unuttu Hacer. Elindeki mumu ve bezi tek ayağı kırık sandalyenin üzerine bıraktı aceleyle. Hemen avluya koştu. Hasan’ı, sokak lambasının avluya düşen zayıf ve bezgin aydınlığında; yerde yatarken buldu.

“Hasan! Hasan!” Çığlığı, evinin duvarlarını aştı. Annelerinin sesine uyanan çocuklar da koştular avluya. “Anaaa! Hasan!” Komşular üçer beşer doluştular sonra.

Hasan’ın; Hacer’in kollarında kıpırtısız yatışı, yan komşunun arabasına binişleri, diğer çocuklarının, göz kulak olunmak üzere başka bir komşunun evine götürülüşü… Evi ile hastane arasında uzayan, uzayan; bir türlü bitmeyen yol… Nicedir gitmediğinden, unuttuğu o yolda; arka arkaya, ara vermeden dua okuyup, Allah’a yakarışı… Hepsi, zamanın olmadığı bir boyutta gerçekleşti sanki. Hacer, annesini düşündü; Halil’i düşündü. Dilinden düşürmediği duayı okumayı bırakıp “Anlamı ne ki?” diye düşündü. Sonra, dünya üzerinde zaman aktı ama Hacer’in aklı da ruhu da dünyadan koptu.

Duvarları, karton koli parçaları ile yamanmış, Halil’in alın teri, iki odalı ev; o gece cayır cayır yandı. Hacer’in sandalye üzerinde unuttuğu mumun, perdeyi tutuşturmasıyla başlayan yangın, tüm evi yakana kadar söndürülemedi. Sokağı binlerce mum ışığı gücünde aydınlatan yangın; ödenmemiş elektrik faturasını, olmayan kömürün derdini, evin gölgelerini, duvarlara kazınan çığlıkları getirip, Hacer’in yüreğine bırakıverdi.

Yoksullukla sınanan, evlatlarıyla sınanan, korkularıyla sınanan Hacer düşündü: “Fakir evlerin mumları ince, uzun… Işıkları ancak gölgeleri besliyor. Devrildi, devrilecek; bitti, bitecek! Onlar, hep korkuları çoğaltıyor.”

Oysa, zengin evlerindeki mumlar… Nasıl da renk renk, şekil şekildir onlar! Oturduğu yerden etrafı süzen, kalantor bir patron gibi; korkusuz, kıpırtısız yanarlar.”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: