Zihnim durgun, ölü bir deniz. Kâğıt gibi. Dümdüz. Ve içi, akıntıya karşı yüzmeleriyle meşhur koi balıklarıyla dolu. ‘’Bak, çok fena olacak. Son kez soruyorum, bunlar ne iş, sen mi kullanıyorsun bunları? Bana bir cevap ver lan, bir şey söyle!’’ Fakat bırakın yüzmeyi, hareket etmeyi; yaşadıklarından bile şüpheliydim artık. Habitatları değil bir kere. Varsa yoksa sırt sırta vermiş dalga kıranların bile zapt edemediği coşkun denizler olacak onlara. Tokat gibi inecek simli alınlarına dalgalar. İnce ve esnek bellerine ağrılı kramplar girecek kıvrılmaktan, bir akıntıdan diğerine, serseri mayın gibi savrulmaktan… Ancak öyle yürür bu iş. Yoksa yaş. ‘’Yüzüme bak lan, yüzüme bak! Başçavuşun eşeği mi konuşuyor burada?’’ Ama nerede bende o dalgalı zihin! Kıyımda üç beş kayalık olsa, beş milyon yıl ufalanmaz. Çakılıp kalmışım çünkü et ve kemiğe, gırtlağıma kadar çakılmışım, anasını satayım. Alabora olmuş balıklar da. Irzlarına geçilmiş. Ya ne olacaktı? Solungaçlarından içeriye su değil de, kızgın kumlar boşanırken, devam mı edeceklerdi yaşamaya. Tahmin etmeliydim zaten. Böyle olacağını tahmin etmeliydim. Daha baştan, balık yemi değil, kezzap atmalıydım aç suratlarına. ‘’Yazıklar olsun, bu günleri de mi görecektik? Yazıklar olsun!’’

Ani bir tokat indi suratıma. Tek alkışlık bir tokat. Kemikler de böyle mi kırılıyordu acaba? ‘’Sana,’’ dedi sonra tokadın sahibi, ‘’bir soru sorduysam, ikiletme!’’

‘’Koi balıklarını bilir misin?’’

‘’Başlatma şimdi koine lan! Ne koisi, ne balığı, dalga mı geçiyorsun it herif?’’

Bir tokat daha atacaktı ki durdu. Aklına aniden bir şey gelmiş gibi, elindeki poşeti kaldırdı. Hiç sektirmeden de gözümün içine kadar yaklaştırdı. Sallandırıyordu poşeti, bilekten, bir sağa, bir sola. Diğer yandan da başını sallandırıyordu tabii. ‘Şimdi yaktım çıranı’ der gibi, ileri ve geri. Aslında bakıldığında, her yanı ayrı oynuyordu diyebilirim. Biraz odaklanınca… Sinirden hızla açılıp kapanan burun delikleri, bir yukarı bir aşağı inip çıkan omuzları, göğüs kafesi; bisiklet lastiği şişirir gibi oynattığı sağ bacağı… Ve daha diğerleri. Bir kitapta okumuştum; ‘unutmak ve ısınmak için hızlanır insan’ diyordu yazar. Şu âna tanık olmuş olsaydı eğer, oraya bir de ‘sinirlenince de hızlanabilir tabii’ diye eklerdi.

Tekrarladı. Kısık bir sesle. Görünmez eller tarafından sıkıldığı için boğazı: ‘’Bak oğlum, daha fazla taşırma sabrımı. Düzgünce anlat, yoksa birazdan, bu odadaki her şeyi kafanda kıracağım. Ne iş bu haplar?’’

Şeffaf poşetle ve daha çok da içindeki renkli haplarla göz gözeydik artık. Koi balıklarını bilmiyor olması da aleyhimeydi tabii. Eğer, dedim, eğer biliyor olsaydı, anlardı belki halimden. Bu kadar stresi, gerilimi de yaşamazdık hatta. Ha, derdi önce, ha öylemi, ben de sanmıştım ki, aman neyse, boş ver canım, ha-hi-ho, der geçerdi belki… Yine de denemek istedim şansımı, bakarsın bir kulak aşinalığı, belli mi olur:

‘’Dalga içindi. Hepsi dalga içindi. Ölmesin diye balıklar. Öleceklerse de tutkuları yüzünden, tutkuyla ölsünler diyeydi. Hırçın bir dalga, kendilerini sivri kayalıklara vurdu diye mesela. Ama oldukları yerde değil! Bulutların üstündeki efendilerimiz, kazara akıntısızı bir hayat nasip etmişler diye değil ulan, değil!’’ Dirseklerimi dizlerime, başımı da avuçlarıma gömdüm. Suni bir cenin pozisyonu aldım böylece. Ve devam ettim konuşmaya, daha sakin, karla karışık fısıltıyla: ‘’Bütün bir ömür, hiç hareketsiz, şakaklarını yerinden sökecek bir monotonlukla, bir günden diğerine fısıldayarak… Sonra da durup dururken ecel… Durup… Durur… Dur…’’

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: