“Kurumuş, kızıl yaprakların prensi. Yüzündeki hüznü yağmur olan bir adam. Bir parça aşka âşık olmak… Bir düşüncede binlerce yol aramak, bir yaprakta binlerce bataklığa düşüvermek.”

Yine onu düşünüyorum. Soğuk ve büyükçe bir taşın üzerine oturmuşum, kızıl bir yaprağa dalmışım. Şarkılar mırıldanıyorum, şiirler söylüyorum; yanı başımda duran açmamış güle. Gülün adını diken koydum. O yüzdendir ki dikenlerini okşuyorum hafifçe. Parmaklarıma batıyor, acıtıyor canımı ama kime ne? Kanasın, acısın. Her bir hücremde hissettiğim küçük acılar gökyüzüne baktırıyor beni. Kuşları seyrediyorum ve bulutları da. 

Düşüncelerim derin, yine her zamanki gibi. Onlara bir bir yön veriyorum. Her biri farklı bir yola sapıyor sonra.

Akşam saatleri. Sonbaharın ilk günü ve günün sonları. Gökyüzü maviliğini korumayı bırakmış, bulutlar bir yere yetişir gibi aceleyle dağılıyorlar. Başımı gökten çevirip büktüm boynumu sonra. Gezdiği yola baktım onun. Her gün gelir, bu taşa otururdu. Aklıma gelince taştan yeni kalkmış olmasının sıcaklığını hissettim. Sanki az önce burada oturmuş gibi gelmişti birden, nedense. 

Uzun uzun seyrettim yolu. Taşların yerini ezberlemiştim artık. Anılarımızı aklıma getire getire eskitmiştim. Unutmamıştım ama. Mümkün değildi unutmak çünkü. Gözlerim doluyor yine, aklıma geldikçe her şey. Birer birer sararmış fotoğrafları görmek gibi bu his. Ağlamamak için tekrar gökyüzüne bakıyorum.

Güneş iyice batarken ay tutarken bulutları, güle konuşmayı bırakıp ağaçlara geçiyorum. Onlara anlatıyorum bu sefer yaralarımı. Yeşermeyen bahçelerimi, kapanmayan yaralarımı anlatıyorum, onlara da. Umutlarımı sildiğimden bahsediyorum. Denizler ağlamaz mıydı, silersem umutlarımı? “Ağlar.” diyorlar bana. “Bulutlar da ağlayacak birazdan.” diyorlar. “Neden?”

“Ama gökyüzü yeterince neşeli?” diyorum bu sefer kendi kendime. Kuşlar uçuyor çünkü. Bulutlar siliniyor. Yeterince neşeliydi işte gökyüzü? 

Birkaç dakika durduktan sonra derin bir nefes alarak kuşlara diyorum ki “Uçun kuşlar, onun gittiği yere uçun.” Beni de götürmezler mi acaba? Sonra içlerinden biri şarkı söylemeye başladığında “Sus!” diye haykırıyorum. Bugün ötmemelisiniz, bugün kederliyim. “Ne oldu?” diye soranlara yanıt “Sesime ses değdikçe çığlığa dönüşüyor her biri.” diyerek mırıldanıyorum, duyacaklarından bihaber. “Dalgasız bir denizim. Ellerim kavuşmuyor, zamansız vedalara alışmaya başlıyorum artık.” diyerek devam ediyorum, yine mırıldanarak. “Derde derman vereni bulun. Getirin bana, bu böyle olmayacak.”  Biri cevap veriyor. Kaşlarımı çatıyorum, duyduklarıma karşılık. Aşk şarabı mı, o da ne? Aşkın şarabını mı içeyim? Yok, daha neler. Ben zaten olmuşum sarhoş, şarap neye yetecek?

Yine derin bir nefes ve bu sefer farklı bir yol, farklı bir düşünce. “Neyse, ben biraz dolaşayım madem.” diyorum. “Biriniz benimle gelin ama.” 

Her bir adım attığımda yerinden oynayan taşların üşüdüğünü hissediyorum. Toprak, taşlar üşüyor. Savrulup yırtılan bir rüzgârla. Denizde bir gemiye dönüşüyorum. Dalgalar vuruyor beni, rüzgâr savuruyor. Sonra ağaçta buluyorum kendimi birden. Yine savruluyorum ama her iki türlü de kurtulamıyorum. 

Yenemiyorum bu savaşı. Denizde boğuluyorum, ağaçta yere düşüyorum. Uçuyorum yerlerde sürüne sürüne. Başka ülkelere…

Duruyorum. Durduruyorum adımlarımı. Diyorum ki kendi kendime “Ben ne biçim bir serseriyim böyle ya?” 

“Bir yanım seyrederken yalnızlığı, öbür gözümle gülüyorum. Hâlâ eski günlerde yaşıyorum, gece gündüz yoruluyorum. Yüreğimi buzlar bağlıyor.”

Virgülle noktayı sevgili zannederdim önceden. Biri kaybolurken öbürü yok olan. İçimin sızladığı geceler yorgana sarılır, sırılsıklam vaziyette izlerdim. Duvardan dökülen terleri. Bazen gün doğmadan uyumazdım. Sanki tüm bu acılar, kötülükler sabahına yok olurmuş gibi. Yetim bir yalnızlık vardı içimde her zaman benim. Kor gibi. Sabaha kadar düşünür dururdum “Neden böyleyim?” diye. Ama bir cevap bulamazdım. 

Sabah olurdu. Gün ağardığında boynum bükülürdü. Uzaklara dalardım. Gönlüm sıkılırdı. 

İnce ince süzüldü yaşlar gözümden toprağa doğru, düşündükçe. Yalandı dünya ne yaparsın? Acılar, çaresizlikler, güçsüzlükler… Bitirirdi insanı. Ama aşk deyince bambaşka bir şey olurdu. Hiç yaşanmamış günlerimdi o kelime. 

Düşleri izlerdim gözlerinde onun. Gözlerinin gecesinde dalardım en derinlere. Kaybolurdum her nefesimde, elleri ellerimdeyken. “Geceler mi uzadı?” diye düşünürdüm. “Bu karanlık ne?” 

Oysaki ben uykudaymışım meğer o zamanlar. Bir sevda yangınında uyuyakalmışım. “Her şey, her şey senin için.” dediğim kişi de sadece bir rüyaymış. Ama ben o rüyayı hiçbir zaman unutmadım be Zümrüt. Mecnun Leyla’ya vurulmuş, Aslı Kerem’e kul olmuş, Ferhat Şirin’le yoğrulmuş da Arzu neden Kamber’de değil ki Zümrüt? Kamber’in ne suçu var? 

Yürümeye devam ediyorum, durup sorduğum sorudan sonra. Mecnun gibi dolaşıyorum dağda. Yanımda da çağırdığım kuşum. Birlikte geride bırakıyoruz bu taşlı yolu. Kim demiş hayvanlar insan dilinden anlamaz diye? Bak yanımda geliyor işte, dinliyor derdimi. Zümrüt’üm. Ah benim Zümrüt’üm.  

Karayemiş dalının açtığı beyaz çiçektim ben. Kurudum düştüm dalımdan. Ama uyandığımdan beri unutmadım o rüyayı. Kıvırcık saçlarını elbise gibi giydirdiği omuzlarını unutmadım. Biriktirdim hep içimde. Bitmez tükenmez sanarım. Oysaki ben razıydım onun açmasına ki. Yeter ki dikeni batmasın. 

“Geceleri gökyüzünü izlemeyi çok severdi.” diye düşünmeye başladığımda birden karanlığı fark ettim. Ne ara kararmıştı hava? Ne ara geçmiştik geceye? Sol omzumun üstüne baktım, Zümrüt’ü görebilmek için. Oradaydı, onu görünce rahatladım ve yürüyerek anlatmaya devam ettim. Geceleri gökyüzünü izlemeyi çok severdi, evet. Yıldızları saymıştık birlikte. O sabah o rüyadan elimde bir tutam saçla uyandığımda yıldızları saymayı bırakmadım. O gün bile. Hâlâ sayıyorum da bitmedi daha. Bittiğinde unuturum onu, diye korkuyorum. O yüzden de yavaş sayıyorum aslında. 

İşte ben böyle inandıklarımı sol cebime, hayallerimi de avcuma sıkıştırmışım yaşıyorum, hayattan daha fazla bir beklentim olabilirmiş gibi. Ondan böyleyim. Ondan dökülür omuzlarımdan düşünceler. 

Ayaklarına parmak uçlarımla resim çizememişim de uyanmışım o sabah. Daha ne olsun Zümrüt? Oysaki her gün özelleşsin diye beklerdim o ânı. Geç kaldım. Çizemeden uyandırdı o beni. Uyandığımda odalar yıkılmıştı yanımda. Bir enkazı seyrettim orada. Ne kalmıştı ki elimde sanki? Kocaman boşluklardan başka? Keşke duysaydın bunları be dünya güzeli. Belki bir hafif tebessümle dalardın uzaklara. Yazımı kışa çevirdin gittin. Ne olurdu sanki bu soğuk kış günlerini birbirimize sarılarak geçirseydik? Ama ben iyi kaldım sana. Efendi görünüp hakkın kullarını yıkmadım en azından. “Yazın bunları gazeteciler! Yazın bunları, Arzu ile Kamber’i de yazın köşelerinize.”

Tam aşağılara haykırarak bunu söylediğim sırada kulağıma kanat sesleri çalındı. Soluma döndüğümde Zümrüt’ün havalandığını gördüm. Başımın üzerinde öterek bir tur attıktan sonra bir kaç kuşla beraber uzaklaştılar. “Uçun!” dedim. “Uçun İzmir’e.”

Sonra birden yağmur yağmaya başladı. Gökte parlayan ay, kalbimde incinen sözlerle ıslandım. Yine aynalara ağlayacağım bu gece. Yine yıldızları saymaya çalışacağım. Tabii bulabilirsem. Ve yine biriktireceğim içimde onu. Her gün geleceğim buraya. Onun oturduğu taşa oturup onun diktiği güle su vereceğim. Açmaz ama olsun. Ben de dikenini okşarım. Benim tenimden akar kızıl güller o zaman.

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: