Bugün Pazar. Şöyle oturup televizyonun karşısına gece yarısı uyuya mı kalsam? Sonuçta ben yalnız bir adamım, neyim var yapacak Pazar günü? Çocukların okul taksiti, eşimin uçsuz bucaksız istekleri, annemin kargoda kırılmış salça kavanozu, babamın ameliyatı için gün verilmesi; hepsi bana vız gelir. Ben yalnız bir adamım, tamamen yalnız. Vasıfsız bir memurum. Dünya yıkılmış, çocuklar ölmüş, kadınlara tecavüz edilmiş; kimin umrunda? Her ayın 10’unda yatacak maaşıma bakarım. Öyle bir maaş ki; ev kirası ödemekten, faturaları ödemekten, mutfak alışverişinden bana kalan şekersiz fıstık ezmesi. Sağlığıma dikkat etmesem daha erken ölür müyüm acaba? İnsan öleceğinden değil; ya ölmez de acı çekersem diye çekiniyor vücudundan. Yaşamak için bir sebebim var mı sanki? İnsan yalnız bir hayat sürünce varoluşsal sancılar çekmeye başlıyor ister istemez: “Neden yaşıyorum?” “Çöllerde bir samana olsam daha mı anlamlı bir hayatım olurdu?” “Hayatın bir anlamı olmak zorunda mı?”

   Hay aksi! İki saat geçmiş ben bunları düşünürken. Şu zil de susmaz ki? Çalar durur bir beklediğim var gibi… Açtım kapıyı, kimse yok. Kapının yaldızı paslanmış demirine iliştirilmiş bir mektup. Merak ettim bak şimdi. Mektubu alıp açık televizyonun karşısına oturdum. Televizyonun sesi de amma açıkmış; nasıl bu kadar sesli bir ortamda iki saat duraksız düşünebildim şaşırıyorum. Yıl olmuş 2020, hala mektup yazanlar var; ne ilginç, ne ilginç… Aslında şu an bu mektupta yazanları okumak için mükemmel bir heyecan hissetmiyorum. Yarısı beyazlamış saçlarımı, kambur yürüyen gövdemi, kırışıklarla donanmış suratımı düşününce buna çok şaşırmamıza gerek kalmaz. Her ay da şekersiz fıstık ezmesi tüketiyorum ama olmayınca olmuyor demek ki. Bir dakika, bir dakika. Bana hiç mektup gelmez ki. Ben ömrümde bir kere bile adıma gönderilmiş özel bir mektup almadım. Çevreden kendini yalıtmış biri olarak suçlara karışmadım, kendi halimde yaşayan biriyim ben. Bu mektup da neyin nesi? Acaba yanlış adrese mi bıraktı postacı? Yok, yok; bu mektup kesinlikle bana gelmiş olamaz. Üzerindeki hiçbir detayı bozmadan ve saman sarısı zarfı kırıştırmadan tekrar kapının demirine iliştirdim. Gündüz gözüne televizyonun başında ne kadar uyudum bilmiyorum.

   Uyandığımda hava boz bulanıktı. Güneş ya yeni doğuyor ya da yeni batıyor olmalı. İyi ki pijamalarımı değiştirmemişim, fıstık ezmeli bir dilim ekmeği yer, uyurum; iki dilim değil, yalnız bir dilim ama. Ölürken de sağlıklı ölmek isterim, acı eşiğim düşük benim. Camı açıp kızıllığı izleyerek ekmeğimi yiyorum. Bisikletli postacıyla göz göze geldim. Bisikletini durdurup bir süre gözünü kısarak bana baktı, bir de döndü hiçbir zaman gelmeyip bugün gelen, kapının demirine iliştirilmiş o mektuba baktı. Hafiften yüzü düştü, gitmeye hazırlanırken ona- belki de tek arkadaşım diyebileceğim her ay evimin önünden geçen postacıya- hiç kimseye gülümsemediğim gibi gülümsedim: “O benim değil diyorum, bana kimseden mektup gelmiş olamaz.” Yorgun olmalı, kaç saattir mektup dağıtıyor kim bilir; yüzü de hiç gülmüyor bugün.

 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: