Yaşama sevinci…Bazen azgın bir orman yangını gibi delice ve coşkulu bazen de cılız bir mum alevi gibi ölgün ve bitik…Yaşamak denilen, bir türlü anlamlandırmayı ve anlamayı beceremediğim bu garip varoluş, cılızdan kuvvetliye doğru bu alev yelpazesinin denk gelen yerinden yakalayıp, salınıp durmak ölene dek. İsterse minik, cılız bir mum alevi olsun, buna bile razı olmak bazen…Çünkü nihâyetinde bir ışık var ortada, bir umut, bir beklenti ve bu minik alevin az ya da çok harlanma ihtimali de var günün birinde. Esas sorun; bu alevin sönüp, karanlığa gömülmesi, dumanı dahi tütmeden soğuyup yok olması, işte tam da tehlike çanlarının çaldığı bir andır bu an. Hayatta öyle anlar var ki, bir kırılma noktası oluyor bazen. İşte insanın göğsüne tüm ağırlığınca oturan bu ölümcül karanlık, tam da bu anlardan biri. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını, bambaşka bir boyuta geçildiğini iliklerimize kadar hissettiğimiz anlardan biri. Tuhaf bir itici güçle –Hazırım! Hadi gelin artık, bitsin ve gitsin ne olacaksa! İster un ufak olayım atomlarıma kadar ayrılıp; ister küllerimden doğayım…Umrumda değil!- denildiği anlardan biri. Neden korkuyorum biliyor musunuz? O karanlık boşlukta el yordamıyla ilerlerken, yalandan bir ışık görüp ona umutla uzandığım ve ulaştığımda tüm duygularımdan arınmış, bom boş bir çuval gibi olmaktan, bir buz kalıbı gibi soğuk ve ürpertici, bir dağın zirvesi gibi yalnız ve tek, gri bir sonbahar gününde kente çökmüş kurşuni bulutların arasından sızmak için nâfile çırpınan ışık hüzmeleri gibi çaresiz ve bomboş…

 

Artık sevinememekten, kızamamaktan, öfkelenememekten, korkamamaktan, üzülememekten, heyecanlanamaktan, kahkaha atamamaktan, merhamet edememekten korkuyorum. İşin garip tarafı bunun böyle olacağını hissederek ve bunu bile bile bu yalancı ışığa doğru tuhaf bir merak ve sevinçle ilerliyorum. Ulaşacağım bu duygusuzluk boyutunu ölesiye arzulamam değil mesele…Mesele, arafta kalma duygusu ve boşluktan kurtulma isteğim sadece. Sonuç duygusuzluk olsun hiç mühim değil. Bu sonsuz karanlıkta savrularak ordan oraya çarpa çarpa yönsüz ve şuursuz bir şekilde çırpınmaktan iyidir zannımca. İşte tam bu noktadan sonra artık geri dönemem, çünkü duvarlar yıkılıyor ardımda bir bir, toz toprak içinde kalıyor her yer, göz gözü görmüyor artık, yıkılmış hayallerimin enkazının altında kalıyor her bir umudum, geçmişten kalan onlarca hayalet çekiliyor bu sis vet toz girdabının içine, son bir umutla ellerini uzatıyorlar bana tutunmak için ama nâfile…Çok kısa bir süre devam ediyor bu kaos. Sonrasında herşey yine ters düz…Bu sis ve toz bulutunun arasında bile ruhum bir şekilde geriye gitmeyi başarıyor her seferinde nasıl oluyorsa. Geri’nin varlıklarının öyle güçlü pençeleri var ki, bazen tüm gücümle çırpınsam bile kurtulamıyorum bu hayaletlerden ya da kurtulsam bile parçalarımı bırakıyorum pençelerine ve her seferinde daha da eksiliyorum, aşınıyorum, tükeniyorum, zayıflıyorum ve canım yanıyor. Hayır!…Ben –eksik- kurşun asker gibi tek ayağı havada aptalca dans eden bir balerine âşık değilim, derdim âşk değil ki, bu kadar sınırlı ve yüzeğel değil benim hissettiklerim…Benim topallığım bedenimin eksikliği de değil, benim topallığım yanlış  bir oluşumdan ibaret; bu dünyaya ait olmayan bir donanımı içimde barındırmam. Bir balığın havadar bir ormanın ortasına bırakılması gibi tıpkı…Sadece bırakılması da değil ki mesele, ısrarla “hadi yaşa burada bakalım” ya da; bir serçenin zorla denizen dibine sokulup “hadi kanat çırp burada bakalım” denilmesi gibi benimkisi ve yaşamayı beceremedikçe de acımasızca eleştirilmek ve küçümsenmek.

 

Hayatımdaki tüm dinamiklerin pamuk ipliğine bağlı olması ve bu pamuk ipliklerinin ucunun her nedense son anda hep benim avuçlarıma tutuşturulması artık beni kaskatı etti herşeye karşı, korkudan kımıldıyamıyorum, dünya tepeme yıkılacakmış ve ben bu katılıkla en ufak bir darbede âdeta patlayarak tuz buz olacakmışım gibi geliyor bazen. Ürküyorum kendimden, gülümseyişimden. Öyle yapay ve yavan ki, yanaklarımı, kramp girmiş ve yukarı gözlerime doğru çekilmiş gibi hissediyorum gülümserken, öylesine duygusuz ve yalandan. Gülümsenen şey ya da kişi her neyse ya da kimse ona duyulan hiçlik duygusunun kararmış yığınlarının üzerine zorla çekilen etten bir perde yanaklarım. İçimde hayâl kırıklıklarının tutuşturduğu yangını eleştiren ve küçümseyen gözlerden saklamak için etten bir paravan yanaklarım.

 

Ben bir masalın içine doğmalıymışım aslında; masum, sevgi dolu, vefakâr, kötülüklerin olmadığı bir masala…Ne acı ki masalların bile en acısı ile bağdaşıyorum. Hayata bir sıfır mağlup başlayan, topal ve sonu alevlerin içinde cayır cayır yanmak olan bir askerin masalı. Ben kurşun asker…Ustamın kurşunu yetmemiş beni yaparken ve bir bacağım eksik olmuşum, arkadaşlarımın yanına konulmuşum, “hadi sende onlar gibi davran” denilmiş bana. Ben kurşun asker…Rüzgâr uçurmuş beni pencereden aşağı doğru, sürüklenmişim azgın yağmur sularının arasında, kâğıt bir gemiye bindirilmişim fikrim sorulmadan; batmışım sonra selin ulaştırdığı nehrin dibine. Ben kurşun asker…Nasıl olduysa kendimi yine eski evimin sıcacık odasında bulmuşum, sevinçle ürpermişim…Gel zaman git zaman sıkılmış sahibim benden, eğlendirememişim artık O’nu, isteklerine ayak uyduramamışım, çünkü ne istediğini çoğu zaman anlamamışım, anladığımda da ya geç kalmışım ya da yetememişim…Ben anlamadıkça O hınçlanmış, O hınçlandıkça ben anlamamışım. Ben yetemedikçe O küçümsemiş, O küçümsedikçe ben daha da küçülmüşüm….Ve sonunda kendimi şöminenin azgın alevlerinin içinde bulmuşum; eriyip yok olmuşum…Yeryüzü denilen bu bir türlü anlayamadığım yer benim şöminem ve ben yavaş yavaş, içim acıya acıya, parçalana parçalana eriyorum…

 

 

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ayşen Altay

Başarılı

%d blogcu bunu beğendi: