Yıl 1997 …

Takvim yaprakları Nisan ayının 17’sini gösteriyordu.

 Perşembe günüydü. Beyaz sıvalı koca ahşap konakta, cumbalı pencerenin sürgülü camı yukarıya doğru sürülmüş bir vaziyette, yetmiş yaşına henüz basmış bir ihtiyar dışarıyı seyretmekle meşguldü. Kış bitmiş, karlar artık bu ormanların içindeki şirin köyü terk etmiş ve baharın göstergesi olan çiğdem çiçekleri etrafta görülmeye başlamıştı. Ağaç dalları fışkın sürmüş, yer yer filizlenmişti. Babadan kalma antika radyodan Müzeyyen SENAR şöyle sesleniyordu:

 Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık

 Maziye bir bakıver, neler bıraktık.[1]

 Müzik eşliğinde bu manzarayı cam kenarından seyreden Yel Mustafa efkârlandı. Cebinden tabakasını çıkardı. Özenle sardığı sigaralarından bir tane aldı. Görmüş olduğu şu manzara, ilkbahar mevsimi kendisine gençliğini anımsatmıştı. O da bir zamanlar bahar mevsimi gibi şendi, rengârenkti. Köyde en gösterişli ata biner, çok güzel zurna çalardı. Düğünlerde çaldığı zurna dillere destandı. Yakışıklıydı, siyah gözleri, ince ve köprü gibi kıvrılmış bir burnu, ölçülü dudakları, pos bıyıkları vardı. Köyün kızları ve diğer köylerden namını duyan kızlar bu yakışıklı gence hayrandı. Düğün olsa da Yel Mustafa’yı görsek diye düşünürlerdi. Düşündükçe efkârlandı. Sigarasını yaktı ve derince bir nefes çekti. Ciğerlerine dolan dumanı burnundan geri verdi. Her ne kadar dışarısı bahar olsa bile onun bahar mevsimi çoktan geçmişti. Tevellüt kaç diye sorulduğu zaman 45 derdi ya kast ettiği 1345 idi. Miladi takvimi hiç kullanmaz, hicri takvimi tercih ederdi. Yel Mustafa; Kastamonu Daday Orman Müdürlüğü’nde şofördü, emekli olmuştu. Yel lakabı, kendisine şoförlükten kalma takma bir addı. Arabaya bindiği zaman tıpkı bir yel gibi yollarda eserdi. Ormancılarla birlikte o köy benim şu köy senin  dolaşırdı. Sarpun , Çamlıbel ,Akpınar ,Okluk, Selalmaz, Akılçalman … Bu sebeple Daday ilçesini ve köylerini avcunun içi gibi bilirdi . Emekli olunca kendi köyüne yerleşmişti. Bir orman köyü olan, temiz havası ve muhteşem doğasıyla bilinen Kavakyayla köyüne. Köydeki ahşap konakta hayatını tek başına idame ettirmeye çalışıyordu. Günler tek ve yalnız geçmiyordu. Bir emekli maaşı vardı, bir kedisi, bir de cumartesi günleri ilçede kurulan pazara gitmek için kullandığı 79 model beyaz Murat 124’ ü. Ha birde evde bir türlü çeşitli tuzaklar kurmasına rağmen yakalayamadığı faresi. Kedisi sürekli tetikteydi ancak çardakta yaptığı koşular nafileydi. Her defasında ikisi arasında bu düelloyu fare kazanıyordu.

Köyün altı yedi kilometre ilerisinde bir gölet vardı. Devletin 1980’li yılların ortalarına doğru yapmış olduğu Taşçılar Gölet’i. Çok efkârlandığında Murat 124’üne atladığı gibi soluğu bu gölette alır, nefeslenir, dinginleşmiş bir şekilde konağına geri dönerdi. Kedisinin adı Çakır’dı. Kendisine bir can şenliğiydi o. En azından hiçten hiçe kendisini yalnız hissetmesini önlüyordu. Müzik eşliğinde camın kenarında otururken caminin minaresinden gelen ezan sesiyle beraber düşüncelerinden sıyrıldı. Saat bu kadar ilerlemiş miydi? Cebinden Serkisof marka köstekli saatini çıkarıp vakti kontrol etti. Saat bire gelmişti. Bugün Muhtar Murtaza ile sözleşmişlerdi. Saat ikide buluşacaklardı. Bir saati kalmıştı Yel Mustafa ’nın. Ne beklemeyi ne bekletmeyi severdi, dakikti, köstekli saatini hiç yanından ayırmazdı.  Yeni yeni herkeste adeta bir mantar gibi türemeye başlayan cep telefonuna ise çok sıcak bakmıyordu. Bir yarım saat daha cam sefası yapmasında bir sakınca yoktu. Ezan bitince kapattığı radyosunu tekrar açtı, yine bir noktaya odaklandı. Gözü daldı, düşüncelerin arasında kayboldu. Dediğimiz gibi zurna çalardı cip şoförü Yel Mustafa. Bütün kızlar ona hayrandı ya o bir kıza gönlünü kaptırmıştı. Bir düğünde görmüş olduğu Siyahlar köyünden Halime kıza. Selvi boylu, gül yanaklı, inci dişliydi. Bir ressamın tabloda tüm maharetlerini kullanarak çizmiş olduğu bir prenses gibiydi. Meğerse Halime kızın da Mustafa’da gönlü varmış da diyemezmiş. Gel zaman git zaman iki sevdalı 1944 senesinde evlenmişler. Zaman dediğin kum saatinde akıp gidiveren kum misali uçtu, gitti. Huzurla ve çabucak geçiveren koskoca bir kırk sekiz yıl. Halime  onun helaliydi, sevdalısıydı. Tam bir Anadolu kadınıydı. Dede Korkut Hikâyelerinin ön sözünde geçen dört türlü kadından evin direği olan kadın türüne girerdi. Dedem Korkut’a göre evin direği olan kadın şöyleydi:

 ‘’Evi kırdan, yabandan

   Bir misafir gelirse, Koca evde değilse

   O yedirir içirir, ağırlar ve gönderir.

   Ayşe, Fatma soyundan

  Böylesi ocağından Han’ım eksik olmasın

 Soyu sopu yaşasın, bebekleri yetişsin, Allah sana da versin ‘’ [2]

  İşte Halime kadın tam da böyleydi. Ne eksik ne fazlaydı. Huzur dolu bir kırk sekiz sene. Sadece bebeleri olmadı. Allah onlara bebek vermedi. Yel Mustafa’nın anası çok dillendirdi :

  ‘La oğlum, bu Halime döl tutmaz, kısırdır; sana yeni bir kadın alalım da beben olsun .’ diye Mustafa’nın başını etini yediyse de Yel Mustafa Halime’sine kuma getirtmedi. Bir ömür sadece onu sevdi. Tabi Halime’de Mustafa’yı. Kırk sekiz yıl sene bir yastığa huzurla baş koydular, ikisi birbirini tamamladı. İki yıl önce her şey değişti. Mustafa Halime’sini kaybetti, kalakaldı yalnız. O günden sonra hayattan zevk alamaz duruma geldi. Hep düşüncelere dalar oldu. Hayat onun için çekilmez bir çile halini almaya başladı. Aslında Murtaza ile sözleşmesinin sebebi buydu. Muhtar Murtaza onun tek başına yaşamasını kabullenmiyor, başka bir ilçeden bulmuş olduğu Seher adında dul bir kadınla Yel Mustafa’yı baş göz etmek istiyordu. Hem böylelikle Seher’in de Mustafa’nın da yalnızlığı son bulmuş olurdu. Bizim emekli cip şoförü Yel Mustafa yine düşüncelerden sıyrıldı. Gitmesi gerekiyordu. Bastonunu aldı, topallayarak evden çıktı, beyaz arabasına bindi. Doğru ilçe merkezine gitti. Taksi durağının yanında bulunan Atatürk heykelinin sol tarafındaki kahvede buluşmak için sözleşmişlerdi. Sözleştikleri gibi Murtaza onu kahvede bekliyordu. Kısa bir merhaba faslından sonra malum konuya gelindi. Konuştular, tartıştılar, uzun uzun hasbıhal ettiler Murtaza ona kadının resmini gösterdi, kadına da Mustafa’nın resmini göstermişti. Kadın onu resminden görüp beğenmişti. Yel Mustafa da eli yüzü düzgün görülen bu kadını beğenmişti, bu yaştan sonra daha fazla ne olabilirdi zaten.  Anlaştılar. Muhtar Murtaza yarın akşamüstü Seher Hanım’ı Yel Mustafa’nın evine getirecekti.

 Yel Mustafa cam kenarına oturmuş, gergin bir şekilde Muhtar Murtaza ile sözleştikleri saat olan altıyı bekliyordu. Muhtar Murtaza saatler altıyı gösterdiğinde başka bir ilçeden Seher Hanım’ı arabasıyla getirip Yel Mustafa’ya teslim edecekti. Saati kontrol etmek isteyen Mustafa Serkisof marka köstekli saatine davrandı. Sözleştikleri saate on dakika kalmıştı. Heyecanı iyice arttı , adeta kalbi ağzında atıyordu .Derken bir araba sesi ,sonsuz sessizliği bozdu .Muhtar Murtaza’nın kırmızı arabası ufukta görülmüştü .Yel Mustafa camda heyecanla bekliyordu .Gerçi Murtaza ona Seher Hanım’ın fotoğrafını göstermişti ama yine de heyecanlıydı .Bu heyecan da neyin nesiydi ? İkinci bahar denilen şey yoksa bu muydu? Kırmızı araba yaklaştıkça doğru orantılı bir şekilde heyecan da artıyordu ve nihayet araba kapının önünde durdu. Arabadan önce Murtaza indi. Daha sonra beyaz çemberi ile Seher Hanım ve onu bu günde yalnız bırakmak istemeyen yakın bir akrabası. Arabanın bagajından bir nevi çeyiz olarak getirdiği bavulunu aldılar. Kadının da utandığı hareketlerinden belliydi ya da utanıyor gibi yapıyordu .Yel Mustafa  daha çok heyecanlıydı .Seher Hanım altmış beş yaşında ; biraz topluca , yaşını göstermeyen bir kadındı .Önde Murtaza arkada kadın ve kadının akrabası eve doğru yol almaya başladılar .

 Eve girdiler. Mustafa onları kapıda karşıladı. Muhtar Murtaza ile tokalaşıp, sarıldılar. Seher Hanım ile Yel Mustafa göz göze gelmekten kaçınıyordu. Murtaza eve gelir gelmez başköşeye kuruldu, Seher Hanım da akrabası ile birlikte bir köşeye kıvrıldı, sanki emaneten orda oturuyormuş gibiydi. Bavulunu istemsizce bir yere bıraktı, fazla konuşan yoktu. Evde sessizlik hüküm sürüyordu. Muhtar Murtaza yeni aldığı cep telefonuyla cami imamını aradı. Aradan beş on dakika geçmeden imam yanında Abdullah Çavuş ile geldi. Neden çavuş denmişti ona bilinmiyordu ama sanırım askerden kalma bir lakaptı. Mustafa ile Seher arasındaki imam nikâhı Muhtar Murtaza ve Abdullah Çavuş şahitliğinde kıyıldı. Zira imam nikâhında iki şahit gerekliydi. Mehir olarak bir miktar para ve yirmi gram altın Seher Hanım’a verildi. Artık ikisi Allah katında karı kocaydı. Nikâhtan sonra imam ve Abdullah Çavuş evlerine gittiler. Artık Murtaza’nın burada kalmasının bir manası yoktu. Koskoca muhtardı ve ilçede de biraz işleri vardı. Hem artık yeni evli çifti yalnız bırakma vaktiydi. Nikâh, mehir derken saatler sekizi göstermişti. Murtaza müsaade istedi; Mustafa, muhtarı ve kadının akrabasını kapıya kadar uğurladı ve kadının akrabasıyla birlikte kırmızı arabasına binen Murtaza Daday’a doğru yol almaya başladı.

Yeni evli çift nihayet baş başa kalabilmişti. Oturma odasında derin bir sessizlik hakimdi. Arada Çakır’dan gelen mırıltılar bu sessizliği az da olsa bozuyordu. Bizim Yel Mustafa utangaçtı. Bir türlü sohbet açamıyordu. Kadının da konuşacağı yoktu. Ufak ufak birbirlerine hitap etmeler başladığında saat dokuza gelmişti. Stresli bir gün geçiren Yel Mustafa yorulduğunu hissetti ve karısına:

-‘Seher Hanım, yer döşeğini seriver de yatıverelim ‘ deyiverdi.

  Kadın şaşırdı. Zira neyi nerden alacağını bilmiyordu. Mustafa oturduğu yerden elleriyle onu yönlendirdi. Bunun üzerine Seher Hanım usulca yerinden kalktı ve yüklükten aldığı yorganları ve döşeği oturma odasına götürüp yere serdi. Yel Mustafa üstündeki kıyafetleri çıkartıp döşeğe yattı. Işıklar söndürüldü. Hemen sonra da henüz iki saatlik helali olan kadın döşeğe yattı. Mustafa’nın kafasında bin bir türlü düşünce dolaşmaya başladı. Acaba yeni karısına dokunsa, helaline sarılıp uyusa mıydı? Bu düşünceler içinde gelip giderken gözlerinin önüne Halime’si geldi. Hayır, ona şimdi ihanet edemezdi. Kırk küsur yıl sevdiği karısına şu an bunu yapamazdı. Zaten evlenmesinin sebebi de kendisine bir can şenliği olması içindi. Şu yaştan sonra başka ne düşünülebilirdi ki. Bu fikirlerin esaretinde karısına sırtını döndü. Günün vermiş olduğu yorgunluk ve kendisine bir can şenliği bulmuş olmanın verdiği heyecan ile on dakika içerisinde uykuya daldı. Gecenin karanlığı ve sessizliği tüm köye, tüm eve yayılmıştı. Yel Mustafa’dan gelen horlama sesleri ve dışardaki köpeklerin zamanlı zamansız havlamaları bu sessizliği bozuyordu; ancak taze gelin Seher bir türlü uyumuyordu. Bir şeyler planladığı, bir şeyler düşündüğü açıktı.

 Mustafa’nın uyuduğundan emin olmak istercesine yaklaşık yarım saat yer döşeğinde hareketsiz bekledi. Yanında yatan ihtiyardan gelen derin horlama sesleri ile onun uykuda olduğuna kanaat getirdi. Eliyle birkaç defa yokladı, kocasına dokundu ama ondan hiçbir tepki yoktu. Mustafa umarsızca uyumaya devam ediyordu. Bu dünya ile ilişkisini tamamen kesmişti. Hani derler ya top patlasa duymazdı. Seher taze kocasının uyuduğundan emin olduktan sonra döşekten doğruldu, ayağı kalktı. Dikkat etmesi gerekiyordu zira yerdeki tahtalar kendisini ihbar edebilirdi. Yılların vermiş olduğu yorgunlukla her adımda tahtalar gıcırdıyordu. Dikkatli ve sessiz bir şekilde evin içinde dolaşmaya başladı. Bir şey arıyor gibiydi. Aradığı şeyi buldu, kendisine mehir olarak bırakılan altınları ve parayı koyduğu yerden aldı. Daha önce oraya bırakmış olduğu bavulunu aldı, altınları ve parayı hiç ses çıkarmadan içine koydu. Sedirde sessiz bir fare gibi oturmaya başladı, sanki birini bekliyor gibiydi. Derken uzaklardan gelen bir araba sesi gecenin sessizliğini bozdu. Sesi duyan Seher ayağa kalktı, tam da beklediği buydu. Onu arabayla almaya gelmişlerdi. Bavulunu alıp aşağıya sessizce indi. Arabadaki kişilerden biri oğluydu ,diğeri de Muhtar Murtaza ile kendisini bırakmaya gelen akrabasıydı. Akrabasının gelme sebebi aslında keşif yapmak, köyü ve yolu öğrenmekti. Onlar anlaşmışlardı. Zaten polis tarafından aranan bir çetenin üyesiydi üçü de. Evlenme vaadiyle böyle yaşlı kişileri kandırarak parasını çalıp kaçıyorlardı. Sessizce aşağıya inen Seher koca ahşap konaktan yüz metre kadar uzakta farları sönük bir vaziyette duran, gecenin ıssız karanlığında pek de belli olmayan arabaya doğru yürüdü, arabaya bindi ve araba gecenin karanlığında köyden çıkıp uzaklaştı.

 

Uykunun tatlı kollarına sarılmış olan Yel Mustafa’nın olan bitenden haberi yoktu. Masum bir şekilde yer döşeğinde horuldamaya devam ediyordu. Güneşin ilk ışıkları ile birlikte köyün cazgır horozu uzun uzun ötmeye başladı. Durmuyordu, öttükçe bir daha ötüyordu. Sanki olan bitenden haberi olmayan Mustafa’yı uyandırmak istercesine hırsla ötüyordu. Horoz ötmeye başladıktan yaklaşık yirmi dakika sonra Yel Mustafa uyandı. İyi uyumuştu. Dinlendiğini hissetti .Hemen yanı başında uyuyan yeni helaline baktı , ama onu yatakta göremedi . Yavaşça döşekten doğruldu.  Karısı acaba kahvaltı hazırlamak için mutfağa mı gitmişti ya da soğuk olan odayı ısıtmak için aşağıya odun almaya mı inmişti?  Halime’si o uyanmadan döşekten kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış, sobayı yakmış oluyordu. Bu düşüncelerle döşekten ağır hareketlerle kalktı. Uyku mahmurluğu ile mutfağa baktı. Karısı yoktu, kahvaltı da henüz hazır değildi. Demek ki odun almaya aşağıya inmiş olmalı diye düşündü. Elini yüzünü yıkayarak uykusunu açmaya çalıştı. Suyun serinliği yüzüne vurunca beynine kan gitmeye başladı. Uykusu açılmış ve daha sağlıklı düşünmeye başlamıştı. Hemen aşağıya indi, karısını aramaya koyuldu. Boş dama, samanlığa, avluya her yere baktı. Karısını bulamadı. Biçare vaziyette yukarıya çıktı. Altınları ve parayı da göremeyince başına gelenleri anladı. Üzgündü, oturdu. Tabakasından bir sigara yaktı. Derin derin çekti içine. Ömrünün son deminde başına gelecek şey miydi bu? Canı sıkıldı, keyfi kaçtı. Kalktı, aşağıya indi, beyaz 124’üne bindi. Arabasını çalıştırdı. Canı sıkıldığı zaman gittiği Taşçılar Gölet’ine sürdü arabayı. Kafası çok dalgındı. Yılların cip şoförü Yel Mustafa gitmişti, acemice hareketler yapan bir kişi gelmişti. Araba düz bir şekilde gitmiyor, yoldan çıkacak gibi oluyor, bir sağa bir sola yalpalıyordu. Kaza yapmasına ramak kaldı derken             gölet karşısında görüldü. Arabasını durdurdu, düşünceliydi. Acaba yetmiş yaşından sonra onun huzuru arama hakkı yok muydu?  Huzuru bulamayacak mıydı? Hep böyle aldatılacak mıydı? Çevresine maskara mı olacaktı? Hâlbuki onun aradığı sadece bir avuç huzurdu. Bilincini kaybetmiş bir şekilde arabasından indi. Beyni ona çeşitler oyunlar oynuyordu. Sağlıklı düşünemiyordu. Aldatılmışlığın vermiş olduğu düş kırıklığıyla aklını kaybetmiş gibiydi. Aradığı huzur işte karşısındaydı. Huzuru gölette bulacağına kanaat getirmişti. Bilinçsizce düşünceler akıyordu kafasında. Yavaş yavaş gölete doğru ilerlemeye başladı. Suyun serinliğini ayaklarında hissetmişti. Durmuyordu, ilerlemeye devam ediyordu. Serinlik bacaklarından gövdesine doğru geldi. Huzurun serinliğiydi bu kendince. İlerlemeye devam ediyordu huzura doğru. İlerlemesi zorlaştı. Su onu zorlamaya başlamıştı. Nihayet huzurun serinliği boynuna kadar ulaştı, yavaş yavaş ilerlemeye devam etti. Şimdi dışardan bakıldığında göletin kenarında beyaz bir arabadan başka hiçbir şey görülmüyordu. Yel Mustafa’nın kafası kaybolmuştu suyun içinde. Mustafa’nın tüm vücuduna serinlik yayılmıştı. Gözlerini açar gibi oldu bir ara göletin dibinde. İşte Halime’si orda onu bekliyordu. Aradığı huzurda buydu. Ona doğru koşmaya başladı. Yirmi yaşındaki gibi birden bacaklarına can gelmişti. Yanına vardı, elinden tuttu, tıpkı ilk evlendikleri zamanda olduğu gibi. Aradığı huzuru bulmuştu. Ertesi gün Daday Postasının manşetinde şu satırlar yazıyordu:

 ‘KÖYDE TEK BAŞINA YAŞAYAN DADAY ORMAN İŞLETMESİNDEN ŞOFÖR EMEKLİSİ YEL MUSTAFA DİYE TANINAN MUSTAFA AKINCI; TAŞÇILAR GÖLETİNDE, ARABASINI TERK ETMİŞ BİR ŞEKİLDE ÖLÜ OLARAK BULUNDU .’

 

 

 

                                                                                                                                                                    

                                                                                                                                                         

[1] Beste : Selahattin ALTINBAŞ , Güfte :Orhan ARITAN ,Makam : Hüzzam , Usul : Düyek 

[2] ERGİN, M.  (1971) . Dede Korkut Kitabı. İstanbul. Milli Eğitim Basımevi

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ali Osman TÜYSÜZ

Çok güzel.

Mustafa Şen

Yerli Çehov hikayesi gibi olmuş. Okurken üzdü, daldırdı uzaklara; yaşlılığıma doğru… Tebrikler, çok beğendim.

%d blogcu bunu beğendi: